Birinci Dünya Savaşı öncesinde birkaç şey anlatmak lazım. Birincisi; Birinci Dünya Savaşı bir 'Total War', yani Max Weber'in deyimiyle bir 'topyekûn savaş'. Tarihte ilk defa artık ordular değil toplumlar, ekonomiler ve devlet grupları birbirleriyle savaşıyorlar. Ve artık ordular düşmanın direnme kapasitesini kırmak için değil, karşılarındaki toplumun bütün direnişini ve ekonomisini kırmak için birbirleriyle mücadele ediyorlar. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı'na bir topyekûn savaş olarak bakıldığında, kalıcı bir şekilde dünya tarihini nasıl değiştirdiğini görmemiz gerekiyor. Şimdi, savaş propaganda açısından nasıl pazarlandı sorusuna dönecek olursak, savaş başlamadan önce iki sloganla sunuldu dünya piyasasına. Birinci Dünya Savaşı, 'A war to end all wars' yani 'Bütün savaşları dindirecek, bitirecek bir savaş' olarak adlandırıldı. 'Nihai savaş' diyordu Almanlar buna. Yani iki tarafta da öyle bir savaş olacak ki, bu savaşın sonucunda dünyanın paylaşımı sağlanmış olacağı için, bir daha savaşa gerek kalmayacak veya ortada bir daha savaşa neden olacak bir pürüz kalmayacak diye düşündüler. İkincisi, iki taraf da kendinden o kadar emindi ki, ordularının askerlerinin hemen o yaklaşan Noel'de evde olacağını iddia ediyordu. Yani savaşın Temmuz'da başladığını düşünecek olursanız, savaşa giren bütün devletler Aralık'ın 24'üne kadar nihai zaferin kazanılmış olacağını ve orduların Noel'de yani 24 Aralık 1914'te teskere verilmiş askerler olarak terhis edilmiş olacağını düşünüyordu. Maalesef bu büyük savaş, durumun böyle olmadığını hepimize göstermiş bulunuyor.
Göremediler değil, aslında hırsları ve idealleri o kadar büyüktü ki, bunu gördüler ama göz ardı ettiler. Mesela Ivan Bloch diye bir Alman akademisyen Balkan Savaşı'nda ilk defa uçakların gözetleme amacıyla da olsa askeri sebeplerden kullanıldığını gözlemlediği için 1914'ün baharında yayınladığı bir kitapta olası bir savaşın düşünüldüğünden çok daha uzun süreceğini ve düşünüldüğünden çok daha tahripkâr olacağını söyledi, ama tabii kimse onu dinlemedi. Almanların iddiası o kadar büyüktü ki, savaşın başında Yıldırım Harbi yapacaklarına inanıyorlardı. Yani, üç hafta içerisinde Belçika üzerinden Fransa'yı fethedip İngiltere'yi vurmaya hazırlanacaklardı. Bu arada da dönüp daha hâlâ doğru dürüst mobilize olamayacağını düşündükleri Rusya'ya saldıracaklardı. Bu planları yaptılar, ama biliyorsunuz saldırı hattı Belçika üzerinde kırıldı, Fransa'ya da ancak bir miktar girebildiler. Kalan dört yıl boyunca kazılan siperlerde Batı Cephesi'nde yeni hiçbir şey olmadı. Her iki tarafın da korkunç kayıplar verdikleri ve hiçbir şey elde edemedikleri siper savaşları yıllarca sürdü.
Çünkü İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların çok güçlü mekanize birlikleri vardı. Aslında kullandıkları aynı plandır. Von Schliffen planıdır. Evet, İkinci Dünya Savaşı'nda bunu gerçekleştirebildiler, ama bu sefer de planın Rusya ile ilgili kısmı sarktı. Hitler, Rusya'ya saldırmak için 1 Eylül'ü bekledi ve bu tarihsel olarak çok büyük bir hatadır. Neden? Hitler'in aklında Fransız İmparatoru Napolyon'un Rus Savaşı'na çıktığı gün olan 1 Eylül tarihi vardı ve çok geçmeden karşılarında Ruslar'ın 'Mareşal Kış' dedikleri en güçlü askerini buldular. Almanlar, Stalingrad'ı elde ettikten sonra Moskova eteklerine kadar gidebilmiş olmalarına rağmen, tanklarda mazot kullandıkları için araçları dondu, Almanlar durdu, kımıldayamaz hale geldiler ve yenildiler.
Yavuz Selim Karakışla: Şimdi, 'Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı'nda en iyi propagandayı kim yapmıştır?' sorusunu cevaplayacak olursam, kendi toplumunu inandırmayı en iyi başarmış olanların birincisi Almanlar, ikincisi de Amerikalılardır. Amerikalılar 1943 yılına kadar öyle bir 'Nazi ve Japon şeytanı' propagandası yaptılar ki, 1943'te zaten savaşı kimin kazanacağı belli olduktan sonra savaşa girdiklerinde, Amerikan toplumu bu savaşın kazanılmasına ruhen hazırdı. Aynı şeyi 1917'de de yapmışlardı Amerikalılar. Birinci Dünya Savaşı'na girmek için de 1917'ye kadar beklediler. Ve 'Alman şeytanına' karşı savaşa girdiklerinde Amerikan toplumu her şeyini bu savaşın arkasına koymaya ve özellikle de İngilizleri kurtarmaya çok gönüllüydü.
#Sayfa#
İkinci Dünya Savaşı'ndaki propagandayı anlıyorum, videolar var, teknoloji imkânları çok gelişkin. Birinci Dünya Savaşı'nda nasıl oldu bu peki?
Yavuz Selim Karakışla: Birinci Dünya Savaşında propaganda daha çok posterlerle oluyor. Gazeteler o dönemde çok iyi bir haber alma aracı değil, zira Birinci Dünya Savaşı'nda gazetelerin tamamı bütün ülkelerde sansür ve baskı altındadır, savaşla ilgili bütün haberler denetim altında çıkmaktadır. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı'nda bütün haberler, bütün taraflar ve ülkelerde yapılan savaş haberleri, aslında propagandadan ibarettir.
İkinci olarak, Birinci Dünya Savaşı bize görsel bir posterler şöleni sunar. Şunu da söyleyelim: görsel bir ürün olarak posterlerle, kartpostallarla propaganda yapmak fikri aslında Birinci Dünya Savaşı'nın icadı değildir. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Balkan Savaşı'nda (1912-1913) Yunanlılar ve Bulgarlar Osmanlı ordusuna karşı savaş açtıklarında her yere sokak posterleri, 'billboard' gibi şeyler asarak müthiş bir propaganda kampanyası yaptılar. Bu posterleri anlatan birçok renkli yayınlar var, takip edebilirsiniz.
Peki, Osmanlı devleti ne yaptı? Balkan savaşında bütün bunlara görsel malzemeyle cevap veremedi, ama bakın sonra ne oldu, onu anlatmadan da geçmeyeyim. O zamanın Dâhiliye Nâzırı Talat Paşa 'mesârif-i mestûre'den, yani örtülü ödenekten büyük meblağda para ayırarak o dönemin gazetelerinde Balkan Savaşı ile ilgili çıkmış yazıları derleterek 'Bulgar mezalimini' anlatan Kırmızı Kitap adıyla bir kitap yayınlattı. O dönemde bu kitap Osmanlı'nın ürettiği ilk propaganda kitabıdır. Bu kitap, Bulgar ordusunun özellikle Edirne'de girmiş olduğu soykırımsal faaliyetleri de içerdiği için, Osmanlı toplumunun çok ajite olmasına ve harekete geçmesine sebep oldu.
Zaten propagandanın o dönemde mantığı da budur ve aslında çok basittir: propaganda toplumu hareketlendirir, ajite eder ve özellikle milliyetçi duygularını okşayarak, vatanperver yanlarını mobilize ederek, savaşa gönüllü katılım sağlanmış olur. Bu hareketliliği sağlamanın da çeşitli yolları var. Bunu yaparken karşı tarafın askerini ve toplumunu kötülemek, negatif bir yöntem kullanmak mümkündür. Kendi tarafının askerini, toplumunu, ekonomisini, gücünü, kadınını vesaireyi öne çıkarmak da mümkündür, bu da pozitif yönden bir propagandadır. Bu da bir yöntemdir. Osmanlı Devleti propaganda aracı olarak karşı tarafı kötülemeyi seçmedi. Karşı devleti, toplumu kötüleyerek, itibarsızlaştırarak propaganda yapan genellikle İngilizler ve Fransızlardır.
Nasıl yapıyorlar bunu?
Yavuz Selim Karakışla: Bu soruya Çanakkale Savaşı'ndan bir örnekle cevap vereyim mesela. Çanakkale Cephesi'nde Osmanlı askerleri farkına varıyorlar ki, İngilizler bunlara 'rats' diyorlar, yani 'sıçan' demek. Sebebi ise çok basit: Birincisi, bu ifadede bir aşağılama var, tabii ki. İkincisi de Osmanlı askerlerinin tamamının bıyığı var ve muhteşem siper kazıyorlar. Yani düşman Osmanlı askerine 'rats' derken İngilizler, aslında nefretle saygı da bir arada yürüyor. Çanakkale Savaşı, belki de insanlık tarihinin son 'centilmence' savaşıdır. Çok kan dökülmüştür, o küçücük yarımadada bugün yarım milyon insan yatıyor, ama iki tarafın da düzgün savaşan askerleri birbirlerini takdir etmişlerdir her zaman. Ayrıca, Çanakkale Cephesi, son 'süngü savaşlarından' bir tanesidir, bu nedenle de çok kanlıdır. Süngü savaşı düşmanın gözünün içine bakarak mertçe öldürmeyi gerektirir, lakin taraflar birbirlerini öldürürken dahi birbirlerine saygı duymayı bilmişlerdir. Mesela İkinci Dünya Savaşı'na geldiğimizde, böyle şeyler aramamak lazım.
I. Dünya Savaşı'nda propagandanın teknoloji ile de ilgisi yok mu? Mesela telgraf çekiliyor, uçaklardan bildiriler atılıyor. Bu tarz propagandayı daha evvel bu kadar kolay ve bu kadar hızlı yapamıyordunuz.
Yavuz Selim Karakışla: Size Birinci Dünya Savaşı yıllarından pek bilinmeyen bir detay anlatayım. Savaşta, İstanbul da bombalanmıştır. Kimse hatırlamaz bunu ama böyledir, İngilizler uçakla el bombaları attılar Beyazıt Meydanı'na, Aksaray'a, Kapalı Çarşı'nın üzerine de düştü. Ama el bombalarından daha etkili başka bombaları da vardı, uçaklardan atılan çuvallarla bildiri. Bu bildiriler, Müslüman Osmanlılara hitaben yazılmış ve Osmanlıca olarak basılmıştı. Muhtemelen Kahire baskısıydı, çünkü bildirilerden bir tanesini gördüm, hurufat Osmanlı harfleri değil, Arapça hurufat. Savaşın propagandası uçaklardan atılan bildirilerle yapılırdı. Ama bu, İngilizlerin onlara tıpkı 'rats' diyerek yaptıkları gibi, aşağılama amacıyla, kötüleyerek yaptıkları bir propaganda türü idi. Osmanlı Devleti bu tarz bir propagandaya hiç tenezzül etmedi.
Osmanlı Devleti pozitif propaganda yapıyordu dediniz, ne tür propagandalardı bunlar?
Yavuz Selim Karakışla: Mesela Osmanlı'nın propaganda adına yaptığı en önemli faaliyetlerinden bir tanesi 'Harp Panaromaları' yayınlamaktır. Taksim Atatürk Kütüphanesi'nde bu panaromaları bulabilirsiniz. 12 tanedir, oblong denir, uzunlamasına açılır ve her birinde büyük bir sayfa resim vardır. Çanakkale Savaşı da ayrıca bir seridir. Bu yayınlar, Osmanlı Ordusu'nun ne kadar güçlü, kendine güvenli, İngilizlere karşı iyi savaşan, cesur, iyi yürekli ve kahraman askerler olduğunu gösterir, anlatırlar. İnsan kendi toplumuna yönelik olarak neden böyle propaganda yayınları yapar? Sebebi çok basit; savaşın uzun süreceğini anladığınız zaman, savaşın sonuna doğru yeni askerler devşirmeniz gerekecektir. Bu kitapları okuyan genç delikanlılar, çocuklar, liseliler, dört sene sonra savaşın sonuna doğru bu okuduklarının etkisiyle gönüllü olarak savaşa gitmeye başladılar. Bu dönemde atılan adımların meyvelerini Milli Mücadele'de çok net görürüz. Ben, II. Meşrutiyet döneminde çıkmış olan çocuk dergilerini okumuş olan, milliyetçi, vatanperver, hatta biraz da İttihatçı olarak yetiştirilmiş olan çocukların Sakarya'da, Dumlupınar'da şehit olduklarını biliyorum. Bu, siyasetin kendi savaş kadrolarını yetiştirmek için yaptığı bir propagandadır. Osmanlı çocuk dergilerinden tutun da kadın dergilerine kadar savaş yıllarında propagandadan etkilenmeyen hiçbir şey kalmamıştır.
Hocam, Osmanlı Devleti'nin pozitif tarzda propaganda yaptığını ve kendi toplumuna yönelik bir söylem geliştirdiğini söylediniz. Peki, neyi ön plana çıkarırdı?
Yavuz Selim Karakışla: Osmanlı Devleti'nde savaş maskülen, propaganda ise oldukça feminen bir şeydi. Vatan, o dönemde İttihatçıların kafasında, uğrunda ölünmesi ve savaşılması gereken, namusu için gerektiğinde canınızı ortaya koymanız beklenen bir kadındır. Osmanlı İttihatçısının kafasında vatan, anavatandır. Osmanlı gençlerinin, aydınlarının kafasında devlet ne kadar baba figürü ise, devlet bir hami; döven ve seven, kontrol eden, baskı kursa da hep sevdiğimiz saydığımız babamızsa; vatan da anamızdır, yârimizdir hatta duruma göre avradımızdır. Bunlar, 'uğrunda ölünecek kadınlar,' Osmanlı için vatan anavatandır, yani bütün bunların hepsi birdendir.
Osmanlı kendi savaş propagandasını hazırlarken, Avrupalılardan kadınları ön plana çıkarmayı öğrenmiş. Avrupa'da basılmış olan kartpostallarda da yine aynı tema var: Bayrak, vatan ve kadın.
Çok ilginçtir, bu tema bugüne kadar hiç işlenmedi. Yeri geliyor bayrak ve kadın ön plana çıkarılıyor, yeri geliyor sadece bir kadın… Birinci Dünya Savaşı'nda yayınlanmış tipik bir propaganda kartpostalına bakarsanız, göreceğiniz üç şey vardır: Ya korunması gereken şehir, ki burada camiler ön plana çıkar, mutlaka korunması gereken kadın, yâr, anne, sevgili ve anavatan, hepsi aynı anda tek bir kadında resmedilmiştir ve son olarak da bayrak. Bunlar propaganda malzemesi olarak kullanılmış olan üç önemli figürdür. Bazen kadınları elinde kılıcıyla savaşa gider pozisyonda atıyla da beraber de görebilirsiniz. Bazen Yavuz zırhlısından bayrakla da beraber görebilirsiniz. Bazen, ordulu subaylara hitap etsin diye, savaşın sonlarında kadınlara asker, zabit fesi ya da kalpağı giydirerek de görebilirsiniz. Veya savaşta ittifak halinde olduğumuz Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya'yla beraber… Bazen de Osmanlı'yı temsil eden ittifak ürünü kadın tesettürlü değildir. Çünkü içlerinde Alman propaganda kartları da var ve bu kartlar Osmanlı'da da kullanılmış, o yüzden bizim için önemli. Aslında ittifakın dört ordusu da kadınları askere almadılar. Hâlbuki Osmanlı'da bir kadın asker taburu vardır, o konuyu da daha evvel çalışmış ve yayınlamıştım, ama şimdi bu röportajın konusu değil
#Sayfa#
Avrupa'daki örnekleri nasıl peki bu kartpostalların, kopya çekmek var mı aralarında?
Yavuz Selim Karakışla: Oldukça büyük benzerlikler var. Aynı şeyler Almanya'da Alman toplumunu harekete geçirmek için de düşünülüp tasarlanmış. Posterler, kartpostallar, hatta bazen tabaklar üzerine baskılar, hepsi aynı amaca hizmet ediyor. Bazen bir bakarsınız kartpostalda tipik bir Alman kadını var ama arka tarafta Almanya'yla ittifak halindeki devletlerin bayrakları var ve Osmanlı bayrağı hiçbir zaman aşağıda değildir, gayet üstün tutulur. Bu tarz kartpostallar, savaşın ilk yıllarında üretilmiş olduğu izlenimini veriyor bana. Osmanlı bir süre sonra, özellikle Galiçya Cephesi çöktükten sonra Almanların gündeminden aşağıya doğru inmeye başlar.
Kadınlar bir tek savaş açısından propaganda malzemesi olarak kullanılmadılar mesela o dönemde savaş öncesinde ve sonrasında kadınların rolleri, vazifeleri, erkekler cephedeyken fabrikada çalışmaları, savaş bitince evlerine döndürülmek istenmeleri…
Yavuz Selim Karakışla: Savaşta erkekler cepheye gidince kadınların fabrikada çalışması meselesi bizde biraz yanlış anlaşılıyor. Madem bu konuya girdik, açıklayayım. Bu ifadenin Batı toplumu için geçerli olduğu söylenebilir, ama Osmanlı'nın kendine has bir durumu var. Birincisi; kapitalist ve emperyalist birtakım devletler birbirleriyle savaşırlarken, çok geri kalmış, ekonomisi tarıma dayalı, mütevazı bir bütçesi olan Osmanlı Devleti de bunlarla beraber aynı savaşa girmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı bir emperyalistler arası paylaşım savaşıysa, aslında paylaşılacak şey olan Osmanlı'nın bunların arasında yeri yok. Çünkü Osmanlı, savaşın sebeplerinden bir tanesi değil, savaşa neden olan konulardan bir tanesi zaten. Osmanlı, bir anda kendisini bu savaşın içinde bulunca, diğer ülkelere hiç benzemeyen bir hamlede daha bulunuyor. 14-14,5 milyon nüfusu var ve silahaltına aldığı bütün askerler Müslüman. Osmanlı, 1914'ten 1922'ye kadar 1 milyon 600 bin civarında askeri silahaltına alır, ama gayri-Müslimlere silah emanet etmez, gayrı-Müslimleri silahaltına aldığı zaman da onları Amele Taburları'nda gri üniformalarla çalıştırır. Dolayısıyla, Osmanlı Ordusu Birinci Dünya Savaşı'na katılan bu yirmi küsur ülkenin arasında, etnik gruplarından sadece birini, dominant dinsel grubu diyelim, savaşa sokan tek devlet. Üstelik 1 milyon 600 bin askerin yarısının eve dönmediğini düşünecek olursak, bu insanların aileleri de savaştan zarar görüyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun 14,5 milyon nüfusu var savaştan önce 1914 baharında yapılmış olan nüfus sayımına göre. Sayım sonuçlarına göre, nüfusun yaklaşık 4 milyonu gayri-Müslim, 10 milyonu da Müslüman. Dolayısıyla, 10 milyon Müslüman nüfusu olan bir ülke 1 milyon 600 bin toplam askeri savaşa soktuğunda, Müslüman nüfusun yüzde 16'sını bu savaşa yollamış oluyor. Bunların her birinin dörder kişilik aileleri olduğunu varsaysak ki daha büyüktür, yani dörtle çarpsak bu sayıyı, Osmanlı Müslüman nüfusun en az yarısının bu savaştan direkt olarak etkilenmiş olduğunu görüyoruz. Bu, Osmanlı toplumsal yapısı açısından çok büyük bir yaradır.
Kesinlikle.
Bir tane daha örnek vereyim. Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, yani 1914 yılında, şehit maaşı 50 kuruştur. 50 gümüş kuruştur, iki tane 25 kuruşluk gümüş para. Savaşın başında bir kadının kocası, oğlu veya erkek kardeşi savaşta öldüğünde, bu şehit maaşıyla ayda 200 tane ekmek alabiliyor, eh, fena değil. Yani ailenin dört kişi olduğunu düşünecek olursanız, şehit maaşı aileyi aç bırakmıyor. Savaşın sonuna doğru 70 kuruşa çıkarıyorlar, ama enflasyon nedeniyle ayda sadece iki ekmek alabiliyor aynı aile. Bu ne demek? Osmanlı toplumunun yalnızca Müslüman kadınlarının savaştan açlık sınırına gelecek kadar etkilendiklerini görüyoruz. Bu da geleneksel yapıların bozulmasına yol açıyor. Bunlardan bir tanesi; çalışmak zorundalar. Fakat Osmanlı ekonomisinin, diğer ekonomilerde olduğu gibi bir kadın istihdamına ihtiyacı yok. 'Nereden biliyorsun?' derseniz, Birinci Dünya Savaşı dönemi gazetelerinde hiç işçi aranmıyor, özellikle de 'kadın işçi aranıyor' ilanına hiç rastlamadık. Ayrıca Osmanlı toplumunun gayri-Müslim kesimi zaten İstanbul'da ve diğer şehirlerde, kendi var olan işlerini sürdürüyorlar veya cepheye giden erkeklerden boşalan işleri de onlar devralmış vaziyetteler. Osmanlı toplumunun Müslüman kadınları, savaşın getirdiği açlık koşulları yüzünden çalışmak zorunda kalınca da, onlara iş yaratmak zorunda kalıyor Osmanlı hükümeti. 'Bunu nasıl yapıyor?' derseniz, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti gibi pek çok İttihatçı yapı kadınlara iş alanları yaratıp, onları hiç olmazsa boğaz tokluğuna çalıştırmak istiyor. Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyeti de bu amaçla kurulmuştur. Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Harp Malulleri ve Yetimleri Çalıştırma Cemiyeti, hepsi bu çabanın içindedir ve bunların hepsi İttihatçıların kurmuş olduğu organizasyonlardır.
Şimdi, başa dönersek, Batı'daki kalıbı şöyle almamak lazım; Osmanlı'da erkekler cepheye koştu, onlardan boşalan yeri de kadınlar doldurdu, sonra savaştan sonra erkekler cepheden geri geldi, kadınlar işten atıldı, bu doğru değil! Çünkü Osmanlı ekonomisinin nevi şahsına münhasır yapısının kadının emeğine ihtiyacı yok, ama Osmanlı kadınının bu ekonomide kendine iş bulmaya ihtiyacı var. Dolayısıyla, bunlar kadınlar için yaratılmış işlerdir. 'Nerede çalıştırılıyor bu kadınlar?' diye sorarsak, cevabı hemen çok daha net alacağız: Ordunun ihtiyaçlarının karşılanmasıyla alakalı hizmetlerde ve hepsi geri planda çalıştırılıyor. Askere elbise dikmekte, postal yapıştırmakta, sırt çantaları hazırlamakta, gazlı bezler sarmakta vesairede olduğu gibi.
Dünya Savaşı'nın propaganda anlayışının hemen ardından kurulan ulus-devletlere nasıl bir etkisi oldu?
Yavuz Selim Karakışla: Ulus-devlet meselesine gelince; Birinci Dünya Savaşı'na giren devletlerin nerdeyse tamamı, üç tanesi hariç, zaten kendi ulus-devlet kurma aşamalarını çoktan bitirmişlerdi. Bunlar kendi savaş propagandalarını kendi ulus-devlet inşa süreçlerinin üstüne inşa ettiler. İngiltere bunların en başarılısıdır, Almanya bu konuda belki de İngiltere'den de başarılıdır. Üç tane istisna var demiştim; bir tanesi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu; ikincisi Çarlık Rusya'sı; üçüncüsü Osmanlı İmparatorluğu; hepsi çok etnik yapılı, çok dinli, çok dilli birer imparatorluktur. Her üçü de savaştan paramparça olarak ve ulus-devletçiklere parçalanmış olarak çıktılar. Bu kaçınılmaz sonuç! Ama bir ulus-devlet inşasını henüz geçirmemiş oldukları için, savaş esnasında kendi propagandalarını bunun üzerine kurmadılar. Bu ülkelerin üçünün de sonuçta Birinci Dünya Savaşı'ndan mağlup çıktıklarını hatırlatmama izin verin. Çünkü Çarlık Rusya'sı savaşa kazanan tarafta girdi, ama 1917'de V. I. Lenin'in devriminden sonra savaştan yenilmiş olarak çıktı. Sovyetler Birliği Birinci Dünya Savaşı'ndan tek taraflı barış imzalayarak çıktı. Çarlık Rusya'sı açısından bakarsanız, bu savaşı kaybetti Rusya. Sonrasında kurulacak olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bambaşka bir devlettir. Osmanlı İmparatorluğu da Birinci Dünya Savaşı'nı kaybettikten sonra, bugünkü belirlemelere göre 26'dan fazla ulus-devlet kuruldu üzerinde. Fakat bu ulus-devletlerin kuruluş süreçleri çok sorunlu olduğu için, bazı sınırlar Sykes-Picot Anlaşması ile cetvelle çizilmiş olduğu için, hiçbir şekilde gerçekliklere ve etnik yapılara ve coğrafi doğrulara uymadığı için, daha doğrusu sınırların çoğu petrole göre çizilmiş olduğu için İngilizler tarafından, bu sınırlar bugün de, belki de gelecekteki III. Dünya Savaşı'nın sebeplerinden bir tanesini oluşturuyor.
Sykes-Picot yerine tekrar bir anlaşma yazılması gerekmez mi artık?
Yavuz Selim Karakışla: Kesinlikle! Yalnız dikkat ederseniz, hâlâ Avrupalılar ve Amerikalılar yazmaya çalışıyor Sykes-Picot'un yerine gelecek olan anlaşmayı. Hâlbuki bunu Ortadoğulular kendileri yazmış olsalar, çok daha kalıcı bir barış olur. Çok basit bir örnek vereyim, bizim İran'la olan sınırımız 1638 yılından Kasr-ı Şirin Anlaşması'ndan kalma. Çünkü doğal bir sınır olarak çizilmiş. Ama Irak'la olan 100 yıllık sınırımız milyonlarca defa delinmiş vaziyette. Çünkü bu sınırlar doğal sınırlar değil.
#Sayfa#
Hocam bugüne geldiğimizde Birinci Dünya Savaşı'nı nasıl hatırlıyoruz? Mesela bizler 'Almanlar yenilince, biz de yenik sayıldık' cümlesi ile büyüdük.
Yavuz Selim Karakışla: Tabii, bizim geri dönüp Birinci Dünya Savaşı'nı anlatmamız biraz sıkıntılı olacaktır, zira 'İttihatçılar orduya danışmadan kendi başlarına girdiler savaşa,' 'Enver Paşa Osmanlı'yı zorla savaşa soktu,' ya da o çok bilinen hikâye, 'Almanya'dan iki gemi geldi, biz onlara Yavuz ve Midilli adını verip donanmaya kattık' ve 'biz o gemilerin Rusya'ya saldıracağını bilmiyorduk, Karadeniz'e manevraya yollamıştık' gibi tezlerin tamamı sonradan uydurulmuş şeylerdir, savunma mekanizmalarından başka bir şey değildir. Alman belgeleri de Osmanlı belgeleri de bize gösteriyor ki, Birinci Dünya Savaşı'na gireceğini gayet iyi biliyordu Osmanlı. Girmeden önce İngiltere ve Fransa'nın yanında yer almak için çeşitli çabalar gösterdi, fakat onlardan yüz bulamadı. Örnek de vereyim, Talat Paşa İngiliz Başbakanı ile görüşüyor, Cemal Paşa da Frankofon olduğu için Fransa'nın o zamanki Dışişleri Bakanı ile görüşüyor. Her ikisinin de verdiği cevap: "Müttefiklerimize bir danışalım hele, özellikle de Rusya'ya sormamız lazım sizin durumunuzu" deyip net bir cevap vermekten kaçınıyorlar. Bu arada savaş başlar başlamaz, hatta başlamadan önce, parası ödenmiş iki tane Osmanlı savaş gemisinin üzerine oturuyor İngiltere. Ardından Fransızların dört tane parası ödenmiş denizaltıyı Osmanlı'ya teslim etmemeleri, savaşta Osmanlıyı kendi yanlarında istemediklerini gösteriyordu. Çok açık ki Almanlar da Geöben ve Breaslau adlı o iki gemiyi İstanbul'a hediye olarak yollamadılar. Mesela bu iki geminin Akdeniz'deki güya kaçış süreci günler boyu sürüyor. Yavuz, yani o zamanki ismi ile Geöben, Cebelitarık'tan İstanbul'a kadar dört defa kömür almış Akdeniz'de. Düşünün, İngiliz donanmasının egemenliğindeki Akdeniz'de, buharlı bir geminin, kömür dumanı saçarak gezinen bir geminin, İngilizlere görünmeden dört defa kömür alıp Boğazlar'dan girmesi diye bir şey olamaz. Belli ki İngilizler bu geminin geçip gitmesine izin verdiler, çünkü bunun kendilerinin el koymuş oldukları Yavuz Sultan Selim-i Evvel'in yerine konulacak olan Yavuz Sultan Selim zırhlısı olduğunu biliyorlardı. Almanlar da bu gemileri gidip Sivastopol'daki Rus Karadeniz donanmasını batırması için yolladılar ve Birinci Dünya Savaşı'na da böylece girilmiş oldu. Fakat bu gemilerin ortaya çıkışı ve İstanbul'a gelişi, zaten Almanya ile yapılan anlaşmanın gizlice imzalanmasından sonradır.
Son olarak, bugünün dünyasında savaş propagandası nasıl yürüyor?
Yavuz Selim Karakışla: Artık internet zamanındayız, haber anlık olarak ekranlarda ve herkesin elinin altında. Twitter, Facebook, Youtube var. Dolayısıyla, artık 'naklen yayın savaşlar' yaşanıyor. Artık ajans gazetecilerine, savaş muhabirlerine filan ihtiyaç yok. Zaten savaşan askerler şu anda kendileri gazetecilik yapıyorlar, dediğim gibi naklen yayın savaşıyorlar. Ayrıca naklen yayın internet teknolojisinin, çeşitli silahlı gruplar, IŞİD de bunların içinde, çok etkili bir şekilde kullanıyorlar. Yani IŞİD diye bir şeyin varlığından bile hiç kimsenin haberi yoktu Amerika'da, üç tane Amerikalının kafasını keserken videosunu çekip internete yüklediler ve bütün Amerika IŞİD karşıtı olmuş oldu. Hâlbuki IŞİD'in ne olduğunu, ideallerinin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığını, niye Amerikan çıkarlarına karşı çıktığını bile bilmiyor Amerikalılar. Çok büyük bir 'video propaganda savaşı' var şu anda. Bunu sadece IŞİD de kullanmıyor. Amerikan toplumunu mobilize etmek için IŞİD'den gelen malzemeleri CNN'in ya da El-Cezire'nin de nasıl servis ettiğine bir bakın, hep aynı mantıkla çalışıyor. İnternet devrindeyiz, hiç kimse masum değil artık. Devletler uluslarını mobilize edebilmek için politikayı şu anda medya üzerinden götürüyorlar. Komisyona bağlanmış birtakım savaş muhabirleri var. Christina Amanpour mesela, 91'de meşhur oldu, 2003'de Irak savaşında pek meşhur oldu, şimdi de yine çok meşhur. Irak savaşlarından geriye kalan zamanlarda Christina Amanpour ne iş yapıyor bilmiyoruz. Amerikan savaş çabasını topluma mal etmek için çok gerekli bu komisyona bağlanmış savaş muhabirleri, çünkü savaş artık ekonomilerin savaşı. Amerika IŞİD üzerine yaptığı harekâtların yüzde 85-90'ını petrol rezervlerini ele geçirmek için yapıyor. Hâlbuki Amerika güya iki şey için savaşır hep: Demokrasi ve özgürlük…!
Çok teşekkür ederim hocam.
Yavuz Selim Karakışla Kimdir?
1 Mart 1961'de İzmit'te dünyaya geldi. Her zaman 'asi ve siyasi' bir öğrenci oldu. Kimya Mühendisliği Bölümü'nde başladığı Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğrencilik hayatını 1987 yılında Tarih Bölümü'nden mezun olarak bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde Yard. Doç. Dr. kadrosuyla ders veriyor. Derslerinin içeriğine ait 'ayrıntılı' bilgilere ve 'engin' hocalık meziyetlerine ilişkin çeşitli şehir efsanelerine, Facebook, Twitter ve Ekşi Sözlük gibi bazı sosyal paylaşım sitelerinde öğrencilerinin onun hakkında döktürdüklerinden ulaşmak mümkün. Osmanlı İmparatorluğu'nun 19'uncu yüzyıl ekonomik ve toplumsal tarihine ilişkin araştırma yazıları çeşitli dergilerde ve bazı seçkin makale derlemelerinde yayınlandı. Çok sayıda akademik tebliğ sundu, otuza yakın master ve doktora tezine danışmanlık yaptı. Yayınlanmış üç kitabı var: Women, War and Work in the Ottoman Empire: Society for the Employment of Ottoman Muslim Women, Eski İstanbul'un Delileri: Pazarola Hasan Bey ve Dersaâdet Telefon Anonim Şirket-i Osmâniyesi ve Müslüman Osmanlı Kadın Telefon Memureleri. Osmanlı Kadın Tarihi ve Osmanlı Emek Tarihi uzmanı olduğunu iddia eden Karakışla, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nün resmi internet sitesinde yayımlanan İngilizce akademik öz geçmişinde, kendi uzmanlık alanını 'history of losers in the Ottoman Empire' yani 'Osmanlı İmparatorluğu'nda kaybedenlerin tarihi' olarak betimlemiş. Ayrıca, 'ağır Fenerli' olmanın dayanılmaz kederinden fena halde muzdarip olan Yavuz Selim Karakışla; Özden Dilek Karakışla ile evli ve Eylül Yağmur Karakışla'nın babası.