BİZİM EVDE İKİ KAPTANLI BİR GEMİMİZ VAR
Âdet olduğu üzere aslında sana kim olduğunu sormam gerekiyor ama Sümeyye Ceylan'ı, dolayısıyla Usturlab'ı bilmeyen yok sanıyorum. O halde soruyu tersten sorayım, Sümeyye Ceylan kim değildir?
Hayatının yönünü siyasi, sosyal ya da aile içi ilişkiler üzerindeki günlük olaylarla belirleyen biri değilim. Yaşadığım olaylardan, ailevi ya da sosyal ilişki ve bağlarımdan bağımsız Allah'ın yarattığı bir kul, Sümeyye olarak bir gündemim var. Ben, "Allah'ın benden muradı ne?" sorusunun cevabını arayan ve onun için çalışan bir insanım. O yüzden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki gündelik şeylere tepki veren ve anlık, günlük ya da yıllık yaşayan biri değilim. İnsanlarla ilk kez bile olsa masaya oturduğumda, onlara karşı yüzde yüz güvenle otururum. Nefret duygusunu hissetmem, nefret duygusunun insanı yorduğunu düşünüyorum. Buğz ederim ama. Kalbimde soğukluk olur, arama mesafe koyarım. Sevgimin ise güzel olduğunu düşünüyorum. Mesela biriyle sohbet ederken, o bana bir bakış gönderir orada onun beni anladığını derin bir mutlulukla hissederim ve onu içimde taşır, JPEG dosyası gibi kaydederim. İhtiyaç duydukça da çıkarır bakarım. Büyük şeylerde değil de küçük şeylerde anlam yakalayan bir insanım. Medeniyet de bence kendini küçük şeylerde gösterir.
Evdeki Sümeyye'den bahsedebilir misin biraz? Kuantum fiziği, astronomi, nanoparçacık gibi şeyler dışında gündeminde neler var?
Türkiye'de kadınlar genellikle bütün evi çekip çevirirler. Sorumlulukların tümünü alıp her şeyi bir kahraman gibi yürütür ve aileyi kurtarırlar. Benim gördüğüm birçok ailede durum bu ve tanıdığım kadınların da çoğu böyle. Ben böyle değilim. Evin yönetimini paylaşmayı tercih ediyorum. Yetmediğimde bunu açıkça söyler ve destek isterim. Kendi sorumluluk alanımda olan şeyde bile yardım isterim. Bütün evin yükünü tek başına sırtlanıp, gemiyi tek başına yürütmenin adil olduğunu düşünmüyorum. Bizim evde iki kaptanlı bir gemimiz var. Geçenlerde bir tanıdığım bahsetti; "kılavuz kaptan" diye bir şey varmış gemilerde. Gemi normal seyrinde giderken ana kaptanı başında olurmuş ama gemi dar bir yola gireceği, zorlu bir kanaldan geçeceği zaman, yani riskli bir durumla karşılaşınca o zaman o kılavuz kaptan gelirmiş ve devralırmış gemiyi. Bizim geminin de kılavuz kaptanı eşimdir. Mesela ben söylenen bir anneyim. Gerçekçi olalım; bence çok azdır bağırmayan, söylenmeyen, her şeyde tatlı tatlı davranan anne ve babalar. Bunlar satsın diye ortaya atılan sloganik cümlelerdir. Hayatın içinde hepsi var; söylenme de var, "dır dır" da var, ilgisiz eş de var, duygusuzu da var. Bunların tek bir çözümü var o da açık iletişim.
"Bütün hayatımızı, aslında yapmaktan başka çaremiz olmayan şeyleri rızamızla seçmeyi öğrenmekle geçiriyoruz" diyor Ursula K. Le Guin Yerdeniz Büyücüsü kitabında. Usturlab'ın hikâyesi bana tam olarak bunu çağrıştırdı. Yapmaktan başka çaren olmayan bir girişim miydi sahiden Usturlab?
Ben tutku duymadığım hiçbir şeyi karşımdaki insana sunmuyorum. Yıllar önce henüz lisedeyken "İman 70 kattır. En alt seviyesi yerdeki taşı kaldırmaktır." şeklinde bir hadis-i şerif okumuştum. Bu beni çok etkilemişti. Sebebi şu; bir Müslüman olarak Kelime-i Şehadet getirdik ve başladık. Bu bizim imanımızın başladığı nokta. İmanın henüz sadece başladığı yerde bir taşı kaldırmak neden önemli olabilir? Demek ki engel var bir yerde ve ben bunu görüyorum, farkındayım. Onu kaldırmam ve eyleme geçmem gerekiyor. "Yerdeki taşı fark etmektir" demiyor, "kaldırmaktır" diyor. Yıllar sonra matematik okumuş, pedagoji yüksek lisansı yapmış biri olarak kucağımda 2 yaşında bir bebekle Türkiye'ye döndüğümde İstanbul'u anneyi ve çocuğunu dışlayan bir şekilde örgütlenmiş gibi hissetmiştim. Adeta nasıl çocuk düşmanı bir şehir yaparız diye düşünmüşlerdi sanki. O zaman, "tamam işte yerdeki taş bu benim için demek ki" dedim. O gün kariyer yapmamaya karar verdim ve bunu eşimle paylaştım. Devamındaki günlerde kısırlı, börekli arkadaş buluşmalarında dünyayı kurtarmaktan, eğitim girişimlerden dem vuruyorduk. Arkadaşlar da iştiyak ediyorlardı ama derken herkes birer ikişer kendisine birer yol buldu. Ortağım Zeynep'le ikimiz kaldık. Girişim fikrime "ben de varım" dedi ve sonuç olarak Usturlab'ı kurduk. Derdim neydi peki? Bilim. Ben bilimi iyi biliyordum kendimce. Benim yetkin olduğumu düşündüğüm alan matematikti. Üst düzey dünya çapında çalışmaları olan insanlardan eğitim aldım ve bu kültürü biliyordum. Sonrasında çok fazla çocuk ve gençlik çalışmalarında bulunmuştum. Bu alanda yüksek lisansımı da yapmıştım. Öğrenciyken bile vakıf ve dernek kuruluşlarında öncülük etmiştim. Bütün bunları bir araya getirince Usturlab çıktı. Amacım, insanlara "siz şusunuz hadi bunu yapın" demek olmadı hiç. Amacım insanların bilim dünyasına dair meraklarını, beni ya da Usturlab'ı kullanarak kendi ihtiyacı olan şeyi keşfetmelerini sağlamak. Türkiye'de bir yere geldi bu. Şimdi dünyada da bunu yapmak, ülkemizi yurt dışında toplum-bilim çalışmalarında temsil etmek istiyorum. Bununla ilgili çeşitli iş birlikleri kuruyorum. Müslüman bir kadın olarak o masada sözümüzün olmasını önemsiyorum. 10 yılda 200 binden fazla çocuk ve yüzden fazla kurum kuruluşla yaşadığımız bir tecrübemiz var. Bu tecrübeyi neden dünyaya aktarmayalım?
Bilim deyince aklımıza daha erkek merkezli bir şey geliyor hep. Hele günümüz dünyası için konuşacak olursak pozitif bilimlerde erkek oranları çok daha yüksek. Ne dersin, bu bir yargı mı yoksa gerçekten bilim erkeklerin tekelinde mi?
Bir kere bu mesele modern bir problem değil. Kadın emeğinin görünür olmaması binlerce yıllık bir mesele. İkincisi kadının eğitime erişiminin çok yeni olması. Benim mezun olduğum Viyana Üniversitesi'nin ilk kadın öğrencisinin girişi 1965. Bu sadece bizim sorunumuz değil, bu dünyanın problemi. Havalimanında "Modern Bilimin Öncüleri" diye bir sergimiz var. Mesela orada hiç kadın yok çünkü sergi belli bir dönemi işliyor ve o dönem içerisinde Batı'da da Doğu'da da pozitif bilim alanında öncü, çağ atlatacak bilimsel bir icadı olan kadın yok çünkü eğitim fırsatı sunulmuyordu kadına. Bunu bir eksiklik olarak görmüyorum, bununla kavgalı da değilim dolayısıyla. Oraya bir kadın çıkarmak için tarihi değiştiremem sonuçta. Tamam, belki birkaç figür var ama bir Biruni değiller. Gerçekçi olalım ben sırf kadın oldukları için Biruni'nin yanına koyamam onları. Şunun hakkını vermek gerek; daha 5-10 yıl önceye kadar Viyana Onur Avlusu'nun içinde bir tane bile kadın büstü yokken devasa bir kadın gölgesi var. O gölge bugüne kadar burada eğitim hakkı engellenmiş ve o yüzden burada Schrödinger'in, Sigmund Freud'un yanına heykellerini koyamadığımız kadınları simgeliyor. Bu her şeyi anlatıyor aslında…
"Anneliğin değişik keskin virajları var" dediğini okudum bir yerde. Devamı da vardı tabii ama ben bahsetmeyeyim iyisi mi, seni delirten o keskin virajlardan ve sükûnetle nasıl sıyrıldığından bahsedebilir misin?
Sükunetle sıyrılmıyorum bir kere. Bu benim tabiatıma aykırı. Evet, bazen delirerek sıyrılıyorum ama anlık oluyor bu. Hep söylerim, pedagojinin bittiği yerler vardır. Hayat çok bilinmeyenli bir denklem, katmanlı bir integral alıyorsun çoğu zaman. Fonksiyonun içinden fonksiyon çıkıyor. Mehmet Teber'in çok sevdiğim bir sözü var: "Bazenlerden bir sıkıntı olmaz." Nadiren olan bir şeyin sonrasında ne yaptığındır esasında önemli olan. Güzel ve ilişkisi iyi olan bir anneyseniz, travmatik olmayan, nadir yapılan hataları çocuklar hatırlamıyorlar. Hatırladıkları şey "o günün akşamı eve geldim annem, yavrum deyip beni sarıp sarmaladı" duygusu. Bir çocuk büyüdüğünde aklında kalacak olan küçük ama güzel anılar. Ben yaptığım hatalara odaklanıp "eyvah ne kötü anneyim" demeyerek -ki bu duyguları elbette yaşıyorum, yaşamayan anne yoktur bence- ve o duyguların beni esir almasına izin vermeyerek küçük ama güzel ve kalıcı anılar biriktirmeye gayret ediyorum.
Sıkı bir sinema takipçisi olduğunu duydum Sümeyye. Günümüz film üreticilerinin kadın anlatılarını nasıl buluyorsun? Mesela Netflix'in kadın anlatısını temsil eden, oldukça ses getirmiş, bol ödüllü filmi Marriage Story hakkında ne düşünüyorsun?
Ben bir eğitimcinin ana akım her şeyi takip etmesi gerektiğine inanıyorum. Beraber çalıştığım gençlerin çoğu Kore dizileri izliyor mesela. Normalde hiç ilgimi çekmez ama iki üç tane izledim hızlandırarak. Gençlerin o dizilerde ne gördüğünü görmek istedim ben de. Popüler film üreticilerini de takip ediyorum. Özellikle Türkiye'de ilk ona girmiş bir şeyse muhakkak. Her şeyi izlemeye elbette vaktim yetmez ama çok konuşulduysa, hızlandırarak, atlaya atlaya bakıyorum. Çünkü ben o mecrada olmasam bile çocuğum orada. Kadın anlatılarına gelince, Avrupa merkezli Hristiyan teolojisine karşı bir hikâye anlatısı var neredeyse tümünde. Ama işte bizi de kışkırtıyor bizi de vuruyor. Niye? Çünkü modern çağdaki Müslümanlar olarak kültürel hegemonyanın etkisi altındayız. Kendi söylemimiz yok. Marriage Story'yi izleyeli epey oldu. Filmdeki kadın başrolün avukatının anneliğin kutsanmasıyla ilgili tiradı var ya Hz. Meryem üzerinden anlattığı, o bölümü çok etkileyici buldum. Avukat, erkeklerin bir sürü hatalı eylemde bulunmasını, aldatma, çocuk bakımında hiç yer almama gibi örnek verirken, toplumda kimsenin onları taşlamamasını, lakin kadın erkeğin yaptıklarının onda birini, yüzde birini bile yapsa hemen berbat anne, kötü kadın yaftası yemesini ve bunu Hz. Meryem üzerinden değerlendirilen bir sahne. Annelerin en yücesi İsa'nın annesi olan Hz. Meryem. Ne denir, parametresi mükemmellik olan bir şeyle karşılaştırılıyoruz, diyordu. Kazanma şansın yok yani. Kaybetmek zorundasın, ne kadar mükemmel olsan bile Meryem olamayacaksın. Ama erkeklerde öyle bir şey yok. Bu mesela çok Batı, Avrupa merkezli bir bakış açısı fakat kültürel egemenliğe onlar sahip maalesef.
Kaldı ki, bizim toplumumuzun da gerçeği bu: Çok mükemmel olman gerekiyor anne olarak ve en ufak bir hatanı toplum affetmiyor. Çocuğun ayağına çorap giydirmemen bile mesele olabiliyor. Dünya kadınının derdini oldukça iyi anlatıyor yani film. Biz kendi problemlerimizi kendi değer yargılarımız üzerinden tartışmazsak başkası gelir ve kendi değer yargıları üzerinden işte böyle tartışır. Bunun suçlusu biziz üstelik. Çok mu üretken olduk, çok mu süper şeyler geliştirdik, oralara gidip ya işte bakın biz de varız mı dedik? Her yerden mi kovaladılar bizi? Oturduğumuz yerden yenilgiyi kabul etmiş bir şekilde, bizim sesimiz yok diyoruz.