KENDİ SÖKÜĞÜNÜ DİKEMEYEN PSİKOLOGLAR DA TERAPİYE GİDİYOR
Liseyi birincilikle bitirmişsin. Ya sonrası… Burcu Uysal kimdir?
Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi gibi güzel bir liseden birincilikle mezun olmanın keyfine pek varabildiğimi hatırlamıyorum çünkü bu süreç ve sonrası itibarıyla hayatın gerçek anlamda telaşını, stresini yaşadığım bir dönem içindeydim. Üniversite sınavına başörtülü alınmadığımız için gelecekle ilgili belirsizlik ve kaygı yaşadığım bir dönemdi. Nitekim üniversite sınavına girdiğim ilk yıl da başörtülü olmam gerekçesiyle sınavım iptal edildi. Herkes puanına göre üniversite ve bölüm tercih ederken biz başörtüyle okuyabileceğimiz seçeneklerin arayışındaydık. Bu arayış beni bir yıl Kıbrıs'ta üniversite okumaya sürükledi. Oraya da sıçrayan başörtü yasağı ise Avusturya'ya gitmeme vesile oldu. Viyana Üniversitesi'nde psikoloji öğrenimi aldığım yıllar hayatımda bana birçok açıdan farklı tecrübeler kazandıran özel bir zaman dilimidir. Bir yandan yetişkin yaşta öğrendiğim Almanca gibi zengin bir dilde, psikoloji gibi dilin inceliklerini gerektiren bir bölüm okumanın zorlukları vardı. Diğer taraftan bambaşka bir kültürde, sınırlı maddi imkânlarla, kendi yaşam sorumluluklarını omuzlamanın getirdiği zorluklar. Aslında işte tüm bu zorluklara karşı tutumum bugünkü beni ben yapan temel karakter özelliklerimi pekiştiren tecrübeler oldu. Viyana Üniversitesi'nde yüksek lisans ve asistanlık sürecindeyken evlendim. Eşim o dönem Almanya'da öğrenci olduğu için yeni bir ülkeye geçmiş oldum. Sonraki dokuz yılımı geçirdiğim Almanya sürecinde ise önce eş,
sonra iki yavrunun annesi ve psikoloji alanında doktor oldum. İlk akademisyenlik ve profesyonel iş tecrübelerimi edindim. Yetişkinliğe ilk adımlarımı Avrupa gibi bireyselliğin, kendi ayakları üzerinde durmanın ön planda olduğu bir toplumda atmak oldukça sert bir geçiş oldu. İlk psikoterapi eğitimlerimi de Almanya'da aldım. Almanya'da psikoterapi eğitiminin zorunlu bir parçası olarak da "kendi kendini tecrübe etme" aşamasından geçtim. Bu iki senelik süreçte ise şahsiyetimi oluşturan temeller ve etkilere dair bolca düşünme fırsatı buldum. Psikoterapistliğin insana umut veren, kendini daha iyi tanımayı teşvik eden ve başka insanlara deva olan tarafına vuruldum. Annelik sürecinin başlaması ve akademik çalışmalardan dolayı ertelediğim psikoterapi eğitimlerimi daha sonra Türkiye'de devam ettirdim. Şimdi ise çok sevdiğim psikoterapistlik ve akademisyenlik mesleğini birlikte sürdürmekteyim.
Psikoloji alanında ihtisas yapan erkek ya da kadınların, sosyal ve aile içi iletişimlerine, ebeveynlik tutumlarına ilişkin mükemmel olmaları gerektiğiyle ilgili beklentiler var toplumda. Terzinin söküğü olur da psikoloğun olmaz mı?
Elbette olur ve aslında bir psikolog olarak mesleki kimliğimizden bağımsız bizlerin de paylaştığı kaygıları, dertleri yaşayan birer insan olduğumuzun göstergesidir mükemmel olmayışımız. Tabii burada mesleki süreçlerde edinilen hem teorik hem pratik tecrübelerin karşılaşılan problemlerle baş etmede önemli bir kolaylık sağladığı yadsınamaz. Yani psikologlar da düşüyor, dizleri sökülüyor, sadece o sökükleri nasıl dikeceğini biliyorlar çoğu kez. Bazen de kendi söküğünü dikemeyerek psikologlar da terapiye gidiyor. Diğer bir taraftan psikoterapistlik yapan psikologlar için psikoterapi tecrübesi çok daha büyük bir önem teşkil ediyor. Hatta psikoterapist adaylarının terapi eğitimlerinin vazgeçilmez bir parçası da terapist koltuğundan önce danışan koltuğuna oturmaları, yani kendilerinin psikoterapi almasıdır.
"Freelance" (serbest çalışma) ya da "home office" çalışma meselesini konuşmak istiyorum biraz. Kadınlar için özellikle "görünmez emek" olarak tanımlanan ev içi emeklerini de bu bağlamda tutup, post-modern dönemin zaman odaklı ve mekândan mümkün olduğunca muaf üretim tavırlarının Türkiye gibi ataerkil bir topluma uyarlanması mümkün mü sence?
Mümkün ama bu uyarlamanın belli bir uyum süreci gerektireceğini ve bu uyum süreci gerçekleşene kadar da çoğu zaman kadınlar için zorlayıcı olduğunu düşünüyorum. Yeni nesilde çalışan veya çalışmayan kadınların eşlerinin ev veya çocukla ilgili daha çok sorumluluk aldığını gözlemliyoruz. Ancak kadın da en az erkek kadar yoğun bir iş mesaisine sahip olsa da istisnai durumlar dışında ev içindeki sorumluluklar yine de asıl kadının sorumluluğu olarak görülüyor. Bu konudaki iyi senaryolarda genelde erkek, kadına "yardım ediyor", yani işin asıl sorumlusunu destekleyen bir konumda oluyor. Ama görünmez emeğin asıl sahibinin kadın olması bekleniyor. Burada dini, kültürel öğeler üzerinden işin doğrusunun ne olacağını tartışmanın benim uzmanlık alanım dışında olduğunu düşünüyorum. Ancak pratikte ele alınması gereken mesele kadınların ve dolayısıyla ailelerin bu konuya nasıl bir ortak çözüm getirdikleri oluyor. Ev işleri ve çocuk bakımıyla ilgili çalışan kadınların destek alması durumunda kadının görünmez emek yükü gerçek anlamda hafifleyebiliyor. Bizim de terapist olarak iş ve aile sorumluluklarına yetişmekte zorlanan kadınlara tavsiye ettiğimiz
en pratik çözüm de bu şekilde dışarıdan destek almak oluyor. Türkiye gibi ataerkil bir toplumda tam zamanlı çalışan, aşağı yukarı aynı mesai yüküne sahip çiftlerde ev ve çocuk sorumluluklarının kadının asli vazifesi değil, ortak bir aile sorumluluğu olarak görülmeye başlaması vakit alacak bir süreç. Çünkü burada pratikteki meselelerin çözüme kavuşturulmasından ziyade toplumsal bir kabul, bir algı meselesi söz konusu.
Küresel salgın hâlâ devam ediyor ve şimdiye kadar 5 milyondan fazla insanın öldüğü rapor edildi. Ölüleriyle vedalaşamayan milyonlarca insan demek oluyor bu aynı zamanda. Bunun topluma yansıyan psikopatolojik etkileri var mı sence?
Pandeminin başlarında biz de Covid-19 sebebiyle kayınvalidemi kaybettik. Tam da ifade ettiğin gibi, vedalaşamadan ne olduğunu anlamlandıramadan göçüp gitti aramızdan. Hayat dolu, dinç, sağlıklı bir hanımefendiydi. Minicik bir virüsün bir anda hayatla aramızdaki pamuk ipliği misali bağları nasıl da koparabildiğini gördük. Bir anda anlam verdiğimiz her şeyi ve anlam verdiğimiz şeylerin değerlerini sorgular olduk. Bu tabii kendi kişisel tecrübemle gözlemlediklerimdi. Bu durum kişisel boyutta yaşanan bir kayıptan ziyade, milyonlarca insanın ölümüne, ağır hastalık tecrübelerine yol açan küresel ölçekli bir problem haline geldi. En sevdiğimiz arkadaşlarımızla, akrabalarımızla bir araya gelemedik aylarca. Daha sonra bir araya geldiğimiz zamanlarda da eski samimi ve coşkulu kavuşmaları, kucaklaşmaları unutur olduk. Toplumsal olarak daha bireyselleşme yolunda adımlar atıldı. Pandeminin topluma yansıyan diğer bir etkisi ise her şeyin internet üzerinden de yapılabildiğini tecrübe etmemiz oldu. Terapi seanslarımız, toplantılarımız, derslerimiz uzun süre sadece internet üzerinden yürütüldü. Bu tecrübeler bizi biraz daha kendi kabuğumuza çekilmeye itti. Hemen ardından yeni dijital evrenler keşfedildi, metaverse gibi kavramlar gündemimize girdi. Bu dönüşüm etkileri uzun yıllar daha kendini hissettirecek ve muhtemelen yeni oluşumlara da zemin hazırlayacaktır.
Metaverse'de bizi ne bekliyor gerçek anlamda?
Kendimize ve yaşamımıza dair adeta baştan yaratılma imkânı verilmişçesine, birçok şeyi kontrol edebileceğimiz bir rüya âleminin cazibesinden söz ediyoruz. Bu sanal gerçekliğin karşısında ise, tüm stresi ve yaptırımlarıyla reel bir dünya var. Elbette kendi seçimlerimizle şekillenen ve yaptırımlar anlamında çok daha kontrolsüz, rahat bir âlemde olmak birçokgenci ve aslında genel anlamda birçok insanı çekiyor. Buradaki en temel potansiyel tehlike gerçek dünyadaki etkileşimlerin ve gerçek ilişkilerin ikinci plana itilmesi olacaktır diye düşünüyorum. Diğer taraftan yoğun bir şekilde içine çeken bu sanal âlem, kişinin gerçeklik algılarını da zayıflatacaktır. Gerçeklik algısından uzaklaşan insanlar sanal âlemlerde çok daha rahat ve cesur bir şekilde başkalarını incitecek, zarar verecek davranışlara yeltenebiliyorlar.
Bir diğer yandan sanal gerçeklik bazı konularda da psikolojiye hizmet edip işimizi kolaylaştırabiliyor. Sanal gerçekliğin sosyal kaygı ve fobi gibi bilhassa anksiyeteyle ilişkili bozuklukların terapisinde çok kolaylık sağladığını biliyoruz. Yine gerek fiziksel gerek psikolojik rahatsızlıkları sebebiyle dışarı çıkamayan veya sosyalleşemeyen insanlara da sanal âlemde de olsa sosyalleşmenin iyi gelebildiğini görüyoruz. Yani sanal gerçekliği psikolojik açıdan tamamen zararlı görmemekle beraber, potansiyel risklerin de bilincinde olmamız ve ona göre tedbirler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Kendi annen ile kurduğun bağ için geçmişine döndüğünde aklına gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarının seni hangi imgelerle hatırlamalarını istersin?
Bir insanın çocukluğu yaşam boyunca ona duygusal anlamda güç veren önemli bir kaynak potansiyeli taşıyabiliyor. Normal şartlarda kişinin hayatta kurduğu ilk ve en önemli bağ annesiyle ve babasıyla kurduğu bağdır. Psikolojideki sağlıklı bağlanma kavramının tüm gelişimsel süreçte kişiyi birçok alanda etkilediği bilinir. Duygusal ihtiyaçları gözetilerek büyütülen çocukların yetişkinlik rollerine uyum sağlamada daha az zorlandığı gözlemlenebilir. Kendi annemle kurduğum bağın hayattaki en otantik ve güvenli bağ olduğunu düşünüyorum. Gerçek anlamda koşulsuz sevildiğim, sahip çıkıldığım, merhamet gördüğüm, takdir edildiğim bir ilişkiyle hayata başlamamı sağlayan bir bağ. Bu bağa dair imgelere baktığımda anneme dair sabrı, kabulü, merhameti hatırlıyorum en çok. Çocuklarımın da beni sevgi dolu, onları kabullenen ve merhametli bir anne olarak hatırlamalarını ve tabii aslında böyle bir anne olmayı isterim. Çocuk eğitiminde kurallar ve sınır koymak vazgeçilmez kıstaslardır. Ancak bu çerçeve kapsamında sevgiyi, ilgiyi hissettirmeyi ihmal etmeden, çocuğun gözünde mekanik bir otorite figüründen ziyade gerçek anlamda "benim iyiliğimi en çok isteyen insan" imajını oturtabilmek önemli.
Dr. Bur cu Uysal kimdir ?
Psikoloji lisans eğitimini ve akabinde 2010'da yüksek lisansını Avusturya'da Viyana Üniversitesi'nde tamamlayan Uysal, yüksek lisansını klinik psikoloji ve çocuk-ergen psikolojisi alanlarında yaptı. Almanya'da resmi olarak tanınan bir psikoterapi enstitüsünde teorik terapi eğitimi alarak 2012'den itibaren Friedrich Alexander Üniversitesi Erlangen-Nürnberg psikoloji bölümünde araştırma görevlisi olarak devam etti ve doktorasını aynı üniversitede 2016 yılında tamamladı. 2017 yılından beri İbn Haldun Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Evli ve iki çocuk annesidir