Yunus Arslan: Yerli ve millî bir romancı: Tarık Buğra

Yerli ve millî bir romancı: Tarık Buğra
Giriş Tarihi: 25.11.2018 13:12 Son Güncelleme: 26.11.2018 10:47
"İstemesini iyi bilirim. Lakin kaybolmasın diye çırpınacağım, kaybolacak diye kişiliğimden anlayışımdan tavizler vereceğim şeyi istemem ben. Bir ödül için kendisini satan adam yazar olamaz, hatta insan bile olamaz. İnsan olunmadan da yazar olunmaz"

Türk romancılığının en önemli isimlerinden biri, tarihçi olmamasına rağmen tarihimizi en iyi anlatan eserler ortaya koymayı başaran Tarık Buğra'ydı. Osmancık romanıyla Osmanlı Devleti'ni, Küçük Ağa ile Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş günlerini ve yaşanan yenilikleri çarpıcı şekilde ele alan Buğra, hayatı boyunca memleketin değerlerine sahip çıkmış, bir kalıba sokularak saradanlaştırılmayı kabul etmemiş, maddi olan karşısında eğilip bükülmeyi reddetmeiştir. Düşünce Atlası'nda doğumunun 100. yılında Tarık Buğra'nın romancılığını, hep anılmak istediği tiyatro yazarlığını ve hikâyeciliğini araştırmacı Âlim Kahraman ile konuştuk.

Tarık Buğra ile tanışmanızdan bahsedelim ilk olarak isterseniz?

Tanışmamız hayatının son yıllarında, ayaküstü, kısa bir görüşme şeklinde gerçekleşti. Onun dışında ikili bir yakınlığımız olmadı. Ancak daha lise yıllarından itibaren keşfettiğim bir yazardı Tarık Buğra. Önce, o yıllarda köşe yazarlığı yaptığı Tercümangazetesindeki yazılarıyla ilgimi çekti. İstanbul'a geldikten sonra hikâyelerini bulup okudum. Bir tarihten sonra romanları televizyon dizisi olarak Yücel Çakmaklı ve ekibi tarafından çekilmeye başlandı. Çekim ve yapım ekibine yakın bir çevre içindeydim. Ahmet Bayazıt ve arkadaşlarınca kurulan Ajans 1400, edebiyatçıların da uğrak yerlerinden biriydi. Rahmetli Cahit Zarifoğlu'yla da orada buluşurduk zaman zaman.

Tarık Buğra, 1985 yılında, Osmancık romanıyla Türkiye Milli Kültür Vakfı (TMKV) roman ödülünü almıştı. Ödül törenine Cahit Zarifoğlu'yla beraber gittik. O gün, Buğra kısa, içten ve etkili bir konuşma yaptı. Altı-yedi yıl kadar sonra, sözünü ettiğim yapımcı ekibin bir televizyon kanalı kurması söz konusu olmuştu. Lüks otellerden birinin salonunda yapılan o toplantıda Tarık Buğra'yı bir kere daha konuşurken dinlemek kısmet oldu. Hayatının son yıllarıydı. Aynı içtenlik, canlılık ve etki o konuşmada da vardı. Sonrasında yanına yaklaşıp kendimi tanıttım. Konuşması için teşekkür ve tebriklerimi ilettim.

Bir yazınızda Tarık Buğra'nın "mizaç tekliği" tabirini kullandığını ve ona çok uyduğunu belirtiyorsunuz. Buğra'da mizaç tekliği neydi?

Tarık Buğra, mizaç tekliği ifadesini, Necip Fazıl için yazdığı "Tek" başlıklı yazısında kullanmıştı. O ifadenin Tarık Buğra'ya da yakıştığını yazdım bahsettiğiniz yazıda. Mizaç tekliği, daha çok kişinin başkalarına benzemeyen, orijinal taraflarını ifade ediyor. Bu orijinallik, o kişinin sanatına da yansıyor. Mizaç tekliği sanatçının yapısındaki bireyselliğe, içe dönüklüğe, buralardan giderek bir yalnızlığın ifadesine kadar uzanır. Bugünkü eleştiri, mizaç tekliği yerine "biricik" ifadesini tercih ediyor.

Tarık Buğra da bu anlamda, "tek"likle ifade edilebilecek bir mizacın sahibiydi. Onun içe dönük bir tarafı olduğu gibi sanat bakımından eskilerin "sanat sanat içindir" diye ifadelendirdikleri bir anlayışın sahibidir. Tarihî ve toplumsal olayları işleyişinde de bireysel hayatları gözden kaçırmayan bir tutum içindedir. Sanat eserinin ortaya çıkış sürecinde mutlak bir yalnızlığa ihtiyaç olduğunu söylemiştir.

Tarık Buğra'nın Osmanlı'ya, Cumhuriyet'e ve Türkiye'ye bakışını nasıl açıklarsınız?

İsterseniz bu soruyu cevaplamaya Küçük Ağa 'daki Çolak Salih'ten başlayalım. Çolak Salih, romanda, yazarın Küçük Ağa'dan bile daha çok sevdiği bir kişidir. Bir kolunu kaybetmiş, perişan durumda bir eski askerdir. O, Buğra'nın da belirttiği gibi Osmanlı'yı temsil etmektedir. İçinde bulunduğu olumsuz şartları aşarak yeniden doğar, yeni bir varoluş mücadelesinde önemli roller üstlenir.

Tarık Buğra, aynı çizgi üzerinde devamlılığını sürdüren milletin hayatını, iki kritik noktasından ele alarak romanlaştırmıştır: Osmancık ve Küçük Ağa . Bunlardan ikisi de iki ayrı kuruluş ve atılım dönemini ifade eder. İlki Osmanlı'nın, ikincisi Türkiye Cumhuriyeti'nin… Ancak yazar, tarihe bir tarihçi gibi değil bir romancı gibi bakar. Belli bir tarih tezine bağlı olarak sonucu belli olayların hikâyesini anlatmaz. İnsan üzerinden, kişiler üzerinden hareketle insani duygu ve hâlleri işleyerek bir roman ortaya koyar. Tarihî perspektiften baktığımızda belgeleri objektif bir gözle değerlendirir. Kendisinin de belirttiği gibi sübjektif kaldığı yön "Tarihin en uzun ömürlü, en büyük devletinin kesinlikle bir kaba kuvvet eseri olamayacağına inanmış" olmasıdır çünkü bazı çevreler Osmanlı'yı sadece kılıç üstünlüğüne dayalı bir devlet olarak görmektedirler. Bütün bunlara bakarak Tarık Buğra'nın bakış açısını bulmak mümkündür.

İnsana ve topluma bakış açısı nasıldı?

Bir konuşmasında, insanın kötülükleri, aldanışları, "domuzlukları" olduğunu belirtir. Sonra da ekler "Ama insan aslında güzel mahlûktur. Eşref-i mahlûkat lafı kabule değer." İnsanı sever Tarık Buğra, insancıl bir yönü vardır. Hiçbir insanın tümüyle kötü olmayacağı görüşünü benimsemiştir. O kin ve hırsın adamı değildir. Hayatı boyunca elden bırakmadığı bir alçak gönüllülüğün sahibi olmuştur.
Tarık Buğra insanın hürlüğüne, tekliğine, kalıba dökülemeyeceğine inanır. Bu insan, üstün yeteneklerini bağımsız bir toplumsal ortamda koruyup geliştirebilir. Toplumun insan için böyle bir anlamı vardır. Bağımsız toplumsal ortam için de hür düzeni gerekli görür.

Tarık Buğra'nın sanat anlayışı nasıldı?

Tarık Buğra'nın sanat için sanat anlayışına bağlı olduğunu belirtmiştik. Bir sanat eserinin önce kendi şartlarını gerçekleştirmesi gerektiğine inanır. Bu sebeple sanatta konudan önce gelen şeyin konunun işlenişi olduğunu belirtir.

Hikâyeci özelliği ve hatta tiyatro yazarı olma hayali vardı Buğra'nın değil mi?

Evet, bu da önemli bir soru Buğra için. Sanat hayatının başlangıcından sonuna kadar bitmeyen bir tiyatro aşkına sahip olmuştur. Oyunlar da yazmıştır. Fakat bu konuda istediği zirve noktasına ulaşmaya, uğraşmak zorunda kaldığı diğer işleri fırsat vermez. Tiyatro eseri bilindiği gibi okunmak için değil sahnelenmek içindir. O konuda yaşadığı şanssızlıklar da çalışma şevkini kıran temel sebepler arasındadır.

Hikâyeciliğine gelince… Özel bir yeri vardır hayatında. Yayın işine hikâyeyle başlar, hikâyeleriyle tanınır önce. Dergi ve gazetelerden gelen siparişlerle bir döneminde art arda hikâyeler yazar. Ancak sonradan romanı yazı hayatının odağına oturtur. Yazdığı hikâyelerin sayısı, bundan da önemlisi o hikâyelerin metin değeri, Türk edebiyatının önemli hikâyecileri arasına sokar Buğra'yı. Kaldı ki hikâyede de orijinal bir üslup sahibidir yazar.

İç dünyası nasıldı? İç ve dış dünyası ne kadar uyum hâlindeydi?

Bir iç dünyanın sahibi olmak şair ve yazarlar (sanatçılar) için önem taşır. Tarık Buğra, coşkun, dalgalı ve atılımlı bir iç dünyanın sahibiydi diyebiliriz. Sanatçı yıllar içinde bu iç dünyasını işler, geliştirir, zenginleştirir. Başyapıt niteliğindeki büyük eserler oradan doğar ve adeta bir basınçla fışkırır.

Bireysel psikolojisi bakımından ele alırsak, Tarık Buğra'nın sahip olduğu iç dünya değerlerinin dışarısıyla çoğu zaman uyuşmadığını, çatıştığını söyleyebiliriz. Naif ve kırılgan bir tarafı da vardır. Çabuk kırılır, böylesi bir çatışmada kendi bağımsızlığına sahip çıkarak oradan kolayca uzaklaşır. O, hayatı boyunca iç değerlerine sahip çıkmış, bir kalıba sokularak sıradanlaştırılmayı kabul etmemiş, maddi olan karşısında eğilip bükülmeyi reddetmiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi olması ona neler kazandırdı?

Tarık Buğra'nın yükseköğrenim hayatı, çalkantılar içinde sürmüştür. Birkaç fakülteye devam ederse de hiçbirini bitiremez. Son girdiği bölüm Edebiyat Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı bölümüdür. O sırada, normal öğrencilik yaşının çok üzerindedir. Burada hocaları olan Mehmet Kaplan ve A. Hamdi Tanpınar gibi isimlerle hoca-talebeliğin ötesinde arkadaşça bir ilişkisi olur. Mehmet Kaplan'la yaşıttılar zaten. Kaplan, onu hem teşvik etmiş hem de yeri gelince eleştirmiştir. Edebiyat dünyasına doğmasına sebep olan "Oğlumuz" hikâyesi böyle bir eleştiri sonrasında, bir başarma hırsıyla ortaya çıkmıştır. Yani o eleştiri Buğra için olumlu sonuçlara sebep olmuştur. Hatırımda kaldığına göre, galiba bir romanını mezuniyet tezi kabul eden M. Kaplan fakülte bitirme diplomasını almasını sağlar.

Tarık Buğra her şeyin yanında bir de gazeteciydi. Gazetecilik yönü hakkında neler söylersiniz?

Gazetecilik onun ekmek parasını kazandığı işidir. Hayata oradan tutunmuştur. İnsanların iyi ve güzel tarafları kadar hırsları, kinleri, ayak kaydırıcı taraflarıyla da bu ortamlarda tanışır. Yazıları, konuşmaları bunların acı örnekleriyle doludur. Gazetecilikten rızkını çıkarmıştır, bu doğru. Fakat asıl işi kabul ettiği yazarlığına yaptığı olumsuz etkileri de söylemekten geri durmamıştır. Bu yönüyle gazete, bir yazarın enerjisini tüketen bir özelliğe sahiptir.

Son olarak edebiyat hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Edebiyat hayatım üzerinde okuduğum birçok yazarın etkisi söz konusudur. Tarık Buğra'yı, daha lise yıllarımda okumaya başladığımı söylemiştim. Gazete yazılarında edebiyata ait konulara da yer verirdi, kendi deneyimlerinden söz ederdi. Yazma hevesleri içinde olan birisi olarak tüm bunlar üzerimde yapıcı etkiler bırakıyordu. Onun kendisi için geçerliliğini belirttiği bazı kurallar beni düşündürüyor, kendime bazı paylar çıkarmama yol açıyordu. Gazete yazısı yazdığı halde dilindeki edebîlik de beni etkilemiş olmalı. Daha sonra hikâyelerini okudum. Bir tarz ve üslup sahibiydi, lirik ve içten ateşleyici bir anlatımı vardı.


Tarık Buğra kimdir?

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli yazarlarından roman, hikaye, tiyatro yazarı ve gazeteci Tağrık Buğra, 1918 yılında Akşehir'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra aynı üniversitenin hukuk fakültesine geçti. Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçiren Buğra, üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan ayrıldı ve askere gitti. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. Milliyet, Vatan, Yeni İstanbul, Nasreddin Hoca gibi çeşitli gazetelerde çalıştı; edebiyat tenkitleri ve denemeler kaleme aldı. Gazetecilik mesleğinin yanında yazarlığı hiçbir zaman bırakmayan Buğra 29 Şubat 1994'te hayatını kaybetti.

Eserleri:

Hikâye; Oğlumuz(1949), Yarın Dİye Bir Şey Yoktur(1952), İki Uyku Arasında(1954), Hikâyeler(1964, yeni ilavelerle1969)

Tiyatro; Ayakta Durmak İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı(1979)

Gezi Yazıları; Gagaringrad(Moskova notları) (1962)

Fıkra ve Deneme; Gençlik türküsü(1964), Düşman Kazanmak Sanatı(1979), Politika Dışı(1992), Bu Çağın Adı(1990)

Roman; Siyah Kehribar(1955), Küçük Ağa(1954), Küçük ağa Ankara'da(1966), İbiş'in Rüyası(1970), Dönemeçte(1980), Yalnızlar(1981), Yağmur Beklerken(1981), Osmancık(1973), Dünyanın En Pis Sokağı(1989)

Senaryo ve Oyun; Sıfırdan Doruğa-Patron(1994)

BİZE ULAŞIN