Selma Argon, dedesi istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u hiç görmemiş. Annesinden ve ablasından dinlediği kadarıyla dedesini tanıdığını ve ona hayran olarak yetiştiğini söyleyen Argon hanımefendi ile Akif'in aile hayatını, Özbekler Tekkesi'nden Millî Mücadele'ye destek vermek için nasıl silah kaçırdıklarını, Necid Çöllerinde Kuşçubaşı Eşref'le seyahat ederken dinç kalmak için Zenci Musa ile güreş tutmalarını, yazdığı çok konuşulan Kuran mealini, Mısır'a gidişini, Nasrullah Camii'ndeki efsane vaazını, Teşkilat-ı Mahsusa mensubiyetini... İstiklalimizin şairinin bilinmeyen yönlerini torunu ile konuştuk.
Mehmet Akif'i bir de sizden dinleyelim. Annenizden duyduğunuz kadarıyla nasıl bir baba yahut dedeymiş Mehmet Akif?
Dedem Mehmet Akif'in üç kız, iki oğlan olmak üzere beş çocuğu vardı. Annemin anlattıklarından biliyorum ki dedem, eşine ve çocuklarına çok düşkün bir babaymış. Mesela, anneannem astım hastasıymış, astım krizi tuttuğu zaman onu sırtında yemeğe indirirmiş, rahatsızlandığı zaman evde işleri o yaparmış. Çocuklarıyla ilişkisi de çok güzeldi. Evde olduğu dönemlerde çocuklarına ne öğretmesi gerekiyorsa öğretmiştir. Okumaları gereken kitapları okutup sonra birlikte o kitaplar hakkında tartışırlarmış. Çocuklarının hepsi çok iyi İngilizce ve Arapça bilirlerdi. İyi bir baba, iyi bir dost olmasının yanı sıra sözünü tutan da bir insandı Mehmet Akif. Kendi çocuklarıyla birlikte üç çocuk daha büyüttü dedem. Halkalı Ziraat Mektebi'nde okurken Hasan Tahsin Bey diye bir dostu varmış. Yaşadıkları dönem Osmanlı'nın çöküş dönemi, cephelerden kimsenin dönmediği, çok karmaşık bir dönem. Dedem ve Hasan Tahsin Bey birbirleriyle; "Olur da birimiz ölürse, ötekimiz onun çocuklarına baksın" diyerek sözleşmişler. Hasan Tahsin Bey okuldan mezun olduktan bir süre sonra vefat etmiş. Onun bir erkek, iki kız çocuğunu dedem yanına almış ve kendi çocukları gibi bakıp büyütmüş.
Mehmet Akif şüphesiz Millî Mücadele'nin kilit adamlarından biriydi. Bu dönemde insanlar Akif'in neyinden etkilendi?
Dedem, vatanını çok sevdiği için halktan uzak birisi değildi. Bilhassa Halkalı Ziraat Mektebi'nde okurken bütün köyleri gezmiş, dolaşmıştır. İnsanlara toprağı nasıl işleyeceklerini, hayvanlara nasıl bakacaklarını anlatırmış. Bunun için de fiili bir şeyler yapmak istedi değil mi?
1908'de Eşref Edip'le çıkarmaya başladıkları Sırat-ı Müstakim dergisiyle düşüncelerini yazıya dökmeye başlıyor. Bu dergi ülkenin en zor zamanında çıkmış bir dergi olmasına rağmen ilk baskısı 70 bin adet basılmıştır. Düşünebiliyor musunuz? Tarih, 1908. Tekrar tekrar basılmış, basmak için kâğıt bulamadıkları dönem olmuş. Basıldıktan sonra ülkenin her yerinde okunan bir dergi olmuş zamanla. Halktan gelen tepkiler ve istekler dedemlere daha da şevk veriyor. Aynı zamanda Sırat-ı Müstakim birçok İslam ülkesine de gidiyor; Pakistan'a, Hindistan'a hatta Rusya'ya. Dergi Sırat-ı Müstakim'den sonra Sebilürreşad adıyla çıktı. Aslında ikisinin de manası aynı; dosdoğru yol demek. Dedem Mısır'a gidene kadar birçok defa kapansa da, sansürlense de bir şekilde basıldı. Hatta bir dönem dergi Kastamonu'da çıkmaya başlamış. Dedemin vefatından sonra Eşref Edip yaşlanıp tek başına kalınca dergiyi kapatmak zorunda kalmış. Eşref Edip'in dergiyi daha sonra bıraktıkları yerden gençler devam ettirsin vasiyetini dikkate alarak 50 yıl sonra tekrar çıkartmaya başladık. Ve 110'uncu yılını idrak ettiğimiz bugünlerde Fatih Bayhan evladımın öncülüğünde yeni bir merkeze taşıdık.
Batı'ya hangi görevle gitmiş peki Akif?
Dedem bir grupla birlikte vazifeli olarak gitti Berlin'e. O grupta Şeyh Şerif Salih El Sunusi vardı. Orada mesela Hintli Müslümanlara vaaz vermiş bir camide. Dedem, vaazlarından arta kalan zamanlarda Almanya'nın bütün laboratuvarlarını gezmiş, onların nasıl çalıştıklarını yerinde görmüş. Hatta Almanlar demişler ki, "Grupta biri var, sürekli laboratuvarları geziyor. Casus mudur nedir." Orada atomu keşfettiklerini görmüş ve biz neden bu keşiflerden geride kaldık diye çok üzülmüş.
Milli Mücadele'ye dâhil oluşu nasıl oldu peki?
Milli Mücadele yıllarında önce İstanbul'daydı. Ancak Mustafa Kemal Paşa'nın daveti üzerine Ankara'ya geçmiş. Oradan da 12 vilayette Anadolu'nun uyanışı ve ittihadı için konuşmalar yapmış. Dostlarına yakın olmak için de devamlı taşınırmış. O zamanlar şimdiki gibi değil; sırtına eşyalarını alıyorlar, at arabasına çocuklarla birlikte binip gidiyorlar. En son Beylerbeyi'ne taşınmışlar. Orada bir gece kapı çalınıyor, kapıyı açtıklarında karşılarında sivil birini buluyorlar ama duruşundan asker olduğu belli. Misafiri içeri alıyorlar, genç adam yaklaşık 20 dakika durup gidiyor. Meğer Ankara'dan bir mektup getirmiş. Sonradan arşivden çıkan mektupta şunlar yazıyor: "Mehmet Akif ve Fatin Hoca gibi kişilerin bir an evvel Ankara'ya sevk edilmesi gerekir. Onlara burada ihtiyaç var." Bir irşat heyeti kurulmuş. Bu heyet, insanlara köy köy, kasaba kasaba dolaşıp Millî Mücadele'nin ne olduğunu anlatacak.
Bizzat Atatürk çağırıyor yani?
Evet. Mektubu aldıktan sonra dedem hemen en büyük teyzemin eşi Ömer Rıza enişteyi çağırıyor ve aileyi ona emanet ediyor. Eşref Edip'e de haber gönderiyor: "Sen de dergiyi toplayıp arkamdan gel" diye. Dedemler İstanbul'daki Özbekler Tekkesi'nde buluşurlarmış dostlarıyla. O tekkeden Anadolu'ya Millî Mücadele'ye katılacakları gönderirken aynı zamanda silah da gönderiyorlarmış onlarla birlikte. Öyle muazzam bir teşkilat kurmuşlar ki İngilizler yahut İtalyanlar mekânı bastıklarında sadece namaz kılan, ibadet eden insanlar buluyorlarmış. O tekkede Ali Şükrü Bey ile buluşuyorlar mesela. Dedem, Ali Şükrü Bey ve henüz 12 yaşındaki Emin dayım ertesi sabah erkenden yola çıkıyorlar. Yürüyerek başladıkları yolculuğa Geyve yakınlarında buluştukları Kuşçubaşı Eşref'in atlarıyla devam ediyorlar. 24 Nisan'da Ankara'ya varıyorlar. Millet Meclisi'nin önüne geldiklerinde Mustafa Kemal onları karşılıyor.
Peki, bu mücadelenin içinde ailesinin durumu nasıldı?
Millî Mücadele yıllarında dedem çoğu zaman ailesinin yanında olamıyordu. Anneannem İstanbul'da tek başına çocuklarına bakmak zorundaydı ama yemek yok, paraları yok, hiçbir şeyleri yok. Herkes gibi çile çekiyorlardı. Annem bize hep anlatırdı: "Eve bir ekmek geliyordu. Sıkıyorduk ekmeği, içinden su akıyordu, süpürge çöpü gibi bir şeyler çıkıyordu. Ne ekmeği belli değildi." O zamanlar dedemin zengin dostları da varmış. Beyaz ekmek, un, yumurta gönderirlermiş fakat anneannem hiçbir zaman yardımları kabul etmemiş. "Benim komşum sulu ekmek yerken ben nasıl beyaz ekmek yerim" dermiş. O dönemin kadınları hakikaten birer kahramandı. Atatürk bizzat çağırıyor dedemi ve "Sevr Anlaşması'nın boynumuza vurulacak ne tür bir bıçak olduğunu sizden başka halka bu kadar açık anlatan olmadı" diyor. İnsanlar o zaman Millî Mücadele'yi İttihat ve Terakki'nin bir oyunu olarak düşünüp inanmıyorlar bir türlü. Dedem bir Cuma günü Çankırı vaazında, "Uzun süre sonra ilk defa burada, sizinle Cuma namazını kılacağım çünkü İstanbul'da başka devletlerin bayrakları dalgalanırken Cuma namazı kılmak bize de halifeye de haramdır" diyor.
Halka etkisi büyük olmuştur sanırım.
Dedemin sözlerini dinleyenler namazdan çıktıklarında ağlayarak askere yazılmaya koşmuşlar. Kimi evindeki silahını, atını yani ne bulursa onu veriyor askeriyeye. Atlar o zamanlar savaş için çok önemliydi ve dedem de atlardan çok iyi anlardı. Bu sebeple mesela Anadolu'ya 5'inci Ordu'ya at seçimi için görevlendirilen heyette gitmiştir ilginç bir şekilde. Hakikaten dedem şairliğini, yazarlığını arkada bırakarak bir aksiyon adamı olarak Milli Mücadele'de nefer olarak çalışmıştır.
Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisi nasıldı? Kuşçubaşı Eşref'le çok yakın olduğunu biliyoruz.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir üyesiydi. Necid çöllerinde, Almanya'da birçok görev almıştır teşkilat içinde. Anadolu'daki birçok isyanı bastırmak için de vaazları vardır. Bilhassa Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği vaaz bütün cephelere askerin morali yükselsin diye dağıtılmıştır. Ayrıca o vaazlar Sebilürreşad dergisinde yayınlanmıştır. Bugün o vaazlar da basıldı nihayet. Evet, Kuşçubaşı ile çok mektuplaşırdı, çok severlerdi birbirlerini. Her şey düzelince, Kuşçubaşı Eşref'in Söke'deki çiftliğine yerleşmeyi düşünüyordu. Dedem yazmayı düşündüğü yazıları yazacak, o da hayali olan çiftçiliği yapacaktı. Az evvel bahsettiğim çöl seyahatlerinin birinde dönüş yolunda çok hastalanmış ve susuz kalmışlar. Kuşçubaşı'nın biliyorsunuz, Zenci Musa isimli bir yardımcısı vardır; o da yanlarında. Dedem hastalığa ve susuzluğa rağmen kuvvetini kaybetmemek için Zenci Musa ile güreş tutarmış. Çatalca'da Kıyıcalı adlı bir pehlivana okuma yazma öğretip ondan güreş öğrenmiş çünkü yıllar önce. Aynı zamanda Kuşçubaşı Eşref, Çanakkale Destanı şiirini ilk okuyan kişidir. Dedem şiiri bitirdiğinde ona; "Oku Eşref, artık ölebilirim" demiş.
Çanakkale şiirini nasıl yazdığı konusu da ayrı bir konu. Çanakkale'de hiç bulunmadan öyle bir şiiri yazması çok enteresan değil mi?
Çanakkale Destanı şiirini, Çanakkale zaferi gerçekleşmeden yazmıştır. Bunun en büyük sebebi ise savaşın kazanılacağına olan inancıydı. Enver Paşa'dan "Çanakkale geçilmedi" diye haber gelince Mehmet Akif'in coşkulu bir şekilde sevineceğini düşünen Kuşçubaşı, dedeme sarılır ve dedem hüngür hüngür ağlamaya başlar. "O andan itibaren hepimiz ağlamaya başladık" der Kuşçubaşı. Gece boyunca bir yere çekilir Mehmet Akif. Kuşçubaşı merak edip yanına gittiğinde dedemin secdede olduğunu görür. "Allah'ım bana bu şiiri yazmadan ölmeyi nasip etme" diye dua etmekteymiş o an. Secdeden kalktığında ise Kuşçubaşı'ya Çanakkale Destanı şiirini vermiştir. Mehmet Çelik hoca der ki; "Ben inanıyorum ki Mehmet Akif'in gönül gözü açıktı ama o zaman Allah büsbütün gönül gözünü açtı." Çanakkale Destanı şiiri Çanakkale'de değil çok uzak bir yerde yazılmıştır. Şüphesiz bu Mehmet Akif'in hakikaten inanmış bir Müslüman olduğunu gösterir. O günden sonra bir daha öyle şiir yazılmadı.
Mısır'a neden gönderildi peki?
Mısır'a Millî Mücadele'den çok sonra gidiyor, gönderilmiyor. Kendi tercihidir çünkü bazı görüş ayrılıkları başlıyor. Ülkede bütün işler yoluna girince bilhassa Birinci Meclis'teki insanların üzerinde büyük bir karalama kampanyası başladı. İkinci Meclis'te olmadı dedem Mehmet Akif. Hatta ona Birinci Meclis'te maarif vekilliği teklif edilir ama "Ben daha bir evi bile idare edemem. Koskoca maarifi nasıl idare edeceğim" diyerek reddeder; çok ısrar edilince de "Vekilliği de atarım" der. İkinci Meclis'te büyük bir muhalif kesim vardı. Ali Şükrü Bey'in öldürülmesinden sonra onun olduğu grupta dedem de gösterilmek istendi. Aslında dedem muhalif değildir; kabul etmediği bazı şeyler vardı sadece.
Nelerdi onlar?
Öncelikle verilen sözlerin tutulmaması. O zaman hilafetin kaldırılmayacağı söylenmiş, sembolik de olsa halife duracak denmiş fakat daha sonra verilen bu sözün tutulmaması sözünün eri biri olduğu için onu çok yaralamış. Ali Şükrü Bey'in öldürülmesi de çok incitmiştir dedemi. Annem, "Ali Şükrü Bey'den sonra bir hafta ağladı" derdi çünkü Millî Mücadele'ye beraber katıldığı, Ankara yollarında birlikte perişan olduğu kişiydi Ali Şükrü Bey. Ayrıca dedemin; "Siyasetten Allah'a sığınırım" dediği söylenir. Bu olaylardan sonra hakikaten büsbütün soğumuş siyasetten. Birinci Meclis'te yer alan dini bütün insanların üzerinde öyle bir muhalefet vardı ki dedemin ziraat müfettişliği, baytarlığı, üç dönem icra ettiği milletvekilliği, profesörlüğü gibi bir sürü vasfı olmasına rağmen kendisine maaş bağlanmadı.
Bir de Kuran tercümesi var. Bundan biraz bahseder misiniz?
Dedem İstanbul'a geldiğinde peşindeki hafiyeleri fark eder. Diyor ki; "Ben vatan haini olan memleketini satmış insanlar gibi muamele göremem, dönmemek üzere gidiyorum." Düşünün, istiklal mahkemelerinde Eşref Edip bile iki kere idamla yargılandı. Sebilürreşad bir daha basılmamak üzere kapatıldı, bir sürü insan yargılanıp idam edildi. Dedem kalsaydı belki o da tutuklanacaktı. Ona diyorlar ki; "Bak bir sürü dostun tutuklanıyor gitmezsen sen de tutuklanacaksın." "Ben nasıl vatanımı bırakıp giderim" diyor. "Ama sen tutuklanırsan, senin için bir hadise çıkarsa bir sürü masum insanın da başına kötü şeyler gelebilir" denince; "O zaman gideceğiz" diyor. Ailesiyle, dostlarıyla vedalaşıyor ve yine Abbas Halim'in daveti üzerine Mısır'a gidiyor. Gitmeden evvel kendisine Diyanet İşleri'nden bir davet geliyor ve Kuran tefsiri isteniyor. Tercüme lafını işittiği zaman dehşete kapılmış zaten. "Böyle bir vebal altına giremem" demiş. Daha sonra meal olması kaydıyla zorla kabul ettiriyorlar. Diyanet'le bir anlaşma yapıyor, biner lira avans veriliyor. Anlaşmanın metni var zaten. Orada geçirdiği on bir senenin yedi senesinde Kuran mealiyle meşgul oluyor. Arkadaşlarına yazdığı mektuplarda "Aruzu küstürdüm" galiba der.
O bastırmak istemedi ama bir kaç yıl önce bir kısmı basıldı?
İlk zamanlar anlaşması gereği tamamladığı kısmı Diyanet'e ve Ömer Rıza (Doğrul) enişteme gönderir, okunsun, eğer uygun görülürse beyaza çekeyim dermiş. Elde kalanları, Diyanet'ten mi aldılar bilmiyorum; evet, üslup benziyor. Tabii ben işittiğim zaman çok üzüldüm. Basan yayınevine de gittik. İsterdik ki keşke basılmasaydı çünkü sağlığında kendisinin istemediği bir şeyi, ölümünden kaç sene geçerse geçsin basmak bana doğru gelmedi. Nezaketen bari, bir haber verilseydi, torunu olarak izin verir misiniz diye sorulsaydı. O insan basılmasını istememiş bu kıymetli şeyin. Parayı da iade etmiş. Ölümünden evvel gittikleri gibi sonra da gitmişler aramışlar nerede diye. Hatta Ömer Rıza Bey, "Ben ailenin temsilcisiyim" diyerek Yozgatlı İhsan Efendi ile görüşmüş, ona bile verilmemiş. Yozgatlı'ya çok güvenirdi dedem, "Kale gibi bir yere teslim ettim meali" dermiş. Yozgatlı meali yakmaya kıyamamış, iki nüsha halinde çoğaltmış. Ölmeden önce oğlu Ekmeleddin Bey'e (İhsanoğlu); "Şu çekmecede iki tomar kâğıt var, bir tomarı üstadın bıraktığı, diğeri benim çoğalttığım. Onları yakın, vasiyeti buydu" diyor. 1992 senesinde İsmail Hakkı Şengüler bir röportajında açıkladı: "Beş arkadaş benim Abbasiye'deki müştemilatta toplandık ama Mısır'da soba yok nerede yakacağız bunu? Balkonda bakır bir leğen içinde o iki nüshayı birbirimizi kontrol ederek ve son derece üzülerek yaktık." O basılan kısım tahmin ederim ki Diyanet'in arşivinden çıktı yahut Ömer Rıza eniştemin sahaflara düşmüş dosyalarının içinden buldular. Okuyanlar mealin mükemmel olduğunu söylüyor ama dedem müsaade etmemiş sonuçta.
Meali teslim etmekten vazgeçince ısrar edilmiyor mu hiç?
Dedem Mısır Apartmanı'nda yatarken, Mustafa Kemal Paşa özel kalemini göndererek çeviriyi istiyor. "Paşa selamlarını gönderdi, kendi gelemedi, Kuran mealini istiyor" deyince dedem; "Bitince gönderirim" deyip kesiyor. Kemal Paşa üzülüyor, on beş gün sonra "Belki parayı az buldu" diye düşünerek 10 bin liraya çıkarıyor ve yeniden gönderiyor. Akif cevaben; "Bu para meselesi değil, bitirince göndereceğim" diyor tekrar. Paşa bu kez kızmış galiba, daha dedem vefat etmeden üçüncü kez gönderiyor, diyor ki özel kalemine; "20 bin liraya çıkardım, git al gel artık." O da, ailesinin yanında belki karşı gelemez, onlar da beni destekler umuduyla odada anneannem, teyzelerim, annem, eniştem varken isteği bildiriyor, çok kızıyor dedem. Anneannem diyor ki; "Sen hastasın, bizim de burada kalacak yerimiz yok, belki ihtiyacımız olur." Kadıncağız hissediyor, belli ki vefat edecek ve ihtiyaçları olacak o paraya. Dedem yatağında doğrulmuş; "Hanım karışma! Bu iş para meselesi değil, ben teslim etmekten vazgeçtim" diyor.
Selma Argon Kimdir?
1944 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Selma Argon Erenköy Kız Lisesi mezunudur. Bir süre ablası Ferda Hanım ile yaşamış ancak ablası vefat edince yaşantısını Ataşehir'de oğlu İlkay Türkozun ve gelini ile birlikte sürdürmüştür. Bugüne kadar Türkiye'nin birçok şehrinde Mehmet Akif'in çileli hayatını anlattığı 300 konferansta bulunmuştur. Selma Argon en son Dedem Mehmet Âkif: Zorluklarla Geçen Bir Ömrün Saklı Kalmış Hikâyesi isimli kitabı yazmıştır.