Milli tarih yazıcılığının en önemli isimlerinden birisi de şüphesiz Mehmed Niyazi'ydi. Gerek ilmi araştırmalarıyla gerekse de romanlarıyla halkın milli ve manevi değerlerini onlara yeniden hatırlatan Mehmed Niyazi, tarihe yerli ve milli bakış açısını getiren bir düşünce adamı olarak yaşadı. 11 Mayıs 2018'de kaybettiğimiz Mehmed Niyazi'nin tarihe bakış açısını, gençlerle olan muhabbetini, kütüphanelerle olan özel bağını, ilmi disiplinini, çalışkanlığını ve daha birçok konuyu onun en yakınlarından biri olan Sabah Gazetesi Okur Temsilcisi İbrahim Altay ile konuştuk.
Mehmed Niyazi'nin nasıl bir insan olduğuyla başlayalım isterseniz?
Bir şahsiyet abidesiydi. Kamil bir insandı. İnsanları severdi, onlara değer verirdi. İyi niyetliydi. Sabırlıydı. Mütevazıydı. Bunca yıllık tanışıklığımız sırasında tek bir canlıyı dahi incittiğine şahit olmadım.
Mevzu kendisi olduğunda son derece mahcuptu. Çevresinde bir dediğini iki etmeyecek onca insan olmasına rağmen kimseden kendi adına hiçbir şey istemedi ömrü boyunca.
Asil ve vakur bir insandı. Her durumda nazik hatta zarif kalmayı başarırdı. Ömrünün son demleri hastalıklarla boğuşarak geçti. Bir defasında Yedikule'de yattı bir ay kadar. Ağır bir ameliyat geçirdi. Bazı geceler yanında refakatçi kalıyordum. Ciddi ağrılar çekmesine rağmen nezaketinden asla ödün vermiyordu. Mesela kendisine bakan doktorları, hemşireleri üzecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından. Hocanın seveni de çok olduğundan hastane ziyaretçi akınına uğrardı. Çektiği acı yüzüne yansımasına rağmen gelen her ziyaretçiyi inceliğinden ödün vermeden karşıladı, uğurladı. Bir kez dahi "öf" dediğini duymadım.
Mehmed Niyazi sadece büyük bir yazar değil, aynı zamanda güzel, çok güzel bir insandı. Allah rahmet eylesin.
Sizin Mehmed Niyazi ile tanışıklığınız nasıl olmuştu?
Lise öğrencisi iken tanıdım kendisini. Bir cuma akşamıydı. Sultanahmet tarafında bir arkadaşım ile buluşacaktım. Arkadaşım gecikti ve zaten gelmedi. O gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu İstanbul'da. Buluşacağımız yerin yakınlarındaki tarihi bir yapıya sığınmıştım. Sığındığım yerde Abdülhamid'in türbesinin, Ziya Gökalp ve Şeyh Bedrettin gibi önemli isimlerin kabirlerinin olduğunu fark ettim. Kabirleri ziyaret ettiğim esnada duvarda asılı olan bir program afişi dikkatimi çekti. Afişte, Osmanlı'nın yıkılışının sebepleri üzerine bir söyleşi olduğu ve Mehmed Niyazi isimli bir yazarın da konuşmacı olarak programa katılacağı yazıyordu. Kendisini tanımıyordum ama hem yağmurdan korunmak hem de vaktimi değerlendirmek için programa katılmaya karar verdim ve boş bulduğum bir sandalyeye bıraktım kendimi. Bir süre sonra kıyafeti oldukça pejmürde bir adam gelip yanıma oturdu. Kim olduğunu bilmiyordum ama gayet samimi bir sohbet başlamıştı aramızda. Nerede okuduğumu filan sordu. Program başladığında, biraz önce benimle sohbet eden adamın Mehmed Niyazi olduğunu anladım.
Ne güzel bir tesadüf…
Evet, Mehmed Niyazi hocayla ilk tanışmamız bir tesadüf sonucu olmuştu. Program esnasında anlattıklarıyla, bilgisiyle beni kendisine hayran bırakmıştı hoca. Zira anlattıkları bizim okul kitaplarında hiç karşılaşmadığımız türden bilgilerdi.
Sonrasında nasıl gelişti Mehmed Niyazi ile olan ilişkiniz?
Hocayla tanıştığım yılın yazında İSAM Kütüphanesi'nde yarı zamanlı çalışmaya başlamıştım. Yavuz Argıt kütüphanesinin kayıt ve tasnifiyle meşguldük. Günlük çalışma süresinden artan vaktimi ise kütüphanede kitap okuyarak geçirmeye karar vermiştim. İSAM, bünyesinde barındırdığı 200 bine yakın kitapla dev bir kütüphaneydi ve bu benim için bulunmaz bir nimetti. Okumak için kitap aradığım sırada aklıma geçtiğimiz aylarda konuşmasını dinlediğim ve bilgisinden çok etkilendiğim Mehmed Niyazi gelmişti. Onu daha çok tanımak, fikirlerine aşina olmak hissi uyanmıştı birden içimde. Kütüphane raflarında hocanın kitaplarını aramaya başlamıştım ki, görevlilerden biri Mehmed Niyazi'nin zaten bu kütüphanede çalıştığını söyledi bana. Bunu duymamla soluğu hocanın yanında almam bir olmuştu. O günden sonra adeta öğrencisi gibi olmuştum. Zaman içinde de aileden bir fert gibi devam etti birlikteliğimiz.
Ömrünün son demlerine kadar çalışmaya devam eden bir isim olduğu söylenir Mehmed Niyazi'nin. Nasıl bir çalışma disiplini vardı peki?
Sabah kütüphaneye ilk gelenlerden biri, akşam da en son çıkanlardan biri olurdu, eğer bir konferansa filan davet edilmemişse. Çok çalışkandı, çok titizdi. Yüksek bir ilim ahlakına sahipti. Çalışacağı konuyu asla üstün körü ele almaz, konuyla ilgili bulabildiği bütün metinleri okumaya ve incelemeye özen gösterirdi. Bilmediği dilde yazılmış bir kitapla karşılaştığında ise para verip çevirisini yaptırırdı.
Hoca teori ile pratiği birleştirmişti. Ortaya koyduğu tarih felsefesi ve teorilerini, yazdığı romanlarla destekliyordu. Bibliyografyasını incelerseniz böyle bir sıralama görürsünüz zaten.
Mevzu çalışmak olduğunda onun kadar disiplinli bir insana rastlamadım diyebilirim.
Eserlerine de yansımıştı bu disiplini değil mi?
Elbette! Mesela meşhur Çanakkale Mahşeri kitabı, yedi yıllık bir emeğin mahsulüdür. Sadece hatıratları ve tarih kitaplarını okumuyor, savaşı adeta yaşıyor. Hadiselerin nasıl gerçekleştiğini anlamak için Çanakkale'deki siperler arasında dolaşıyor uzun süre. O tepelerin rüzgârı hayatını zorlaştırsa da bunu yapmış olmaktan hiçbir zaman pişman olmuyor.
Nasıl yani?
Bilenler bilir. Çanakkale'de siperlerin bulunduğu bölge tam boğazın kıyısındadır ve inanılmaz rüzgâr alır. Niyazi bey siperler arasında dolaşmaktan yüz felcine maruz kalıyor. Sonraki yıllarda ciğerlerinden muzdarip olmasının sebeplerinden biri de o şartlardır.
Çok enteresan. Hazır Çanakkale Mahşeri kitabından söz açmışken buradan devam edelim isterseniz. Nasıl bir kitaptı Çanakkale Mahşeri?
Adeta bir belgesel-roman tadında kaleme alınmış, içerisinde çok sayıda hatıratın, o güne kadar bulunmamış vesikaların ve günlüklerin yer aldığı bir kitaptı. Aslında akademik titizlikle yazılmış bir eser olmasına rağmen geniş kitlelerce okunabilmesini sağlamak adına kitabını roman türünde kaleme almıştı Mehmed Niyazi hoca. Hem tarihi gerçeklere dayanan bir roman hem de Çanakkale hakkında yanlış bilinen gerçekleri ortaya çıkaran ilk kitap diyebiliriz Çanakkale Mahşeri için.
Bildiğim kadarıyla Türkiye genelinde büyük ses getirmişti bu kitap.
Kesinlikle çok büyük etki bıraktı insanlar üzerinde. Bir kurucu kitaptı. Çanakkale meselesinin gündeme gelmesinde ve sahiplenilmesinde mühim bir rol oynadı. Hocanın bu kitabı yazdığı yıllarda oraya Anzaklardan başka giden yoktu desek yeridir. Şimdi öyle mi? Çanakkale'yi ziyaret eden insan sayısında ciddi bir artış oldu. Edebiyatımıza da yansıdı. Çanakkale Mahşeri, Çanakkale kitapları furyası başlattı.
Böylesine önemli bir çalışmanın neden sinemaya aktarılmadığını düşünmüşümdür hep.
Aslında kitabı filme uyarlamak isteyenler oldu. Mesela o zamanlar Genelkurmay Başkanlığı'nda görevli üst düzey bir yetkili hocaya gelip; "Üstadım! Çok güzel bir kitap yazmışsınız. Tarihi gerçeklere uygun fakat sanki Atatürk'e biraz az yer ayırmışsınız. O kısımları biraz daha ön plana çıkaran bir senaryo yazarsanız filmini yaptırmak istiyoruz" minvalinde konuşmuştu. Niyazi bey istifini bozmadan şöyle demişti: "Kuzum! Çanakkale'de Atatürk'ün rütbesi şu idi, şu muharebelere katıldı. Filanca kişilerin rütbeleri Atatürk'ten yüksek olmasına, daha çok muharebeye katılmalarına rağmen ben onlardan bir kez, Mustafa Kemal'den ise tam üç kez söz ettim. Zaten ön plana çıkardım onu."
Sinemaya uyarlanmadı diyemeyiz aslında. Dizi yapımcıları, film yapımcıları, orasından burasından tırtıklayarak kitaptaki karakter ya da olayların bir kısmını perdeye ya da ekrana aktardılar. Kınalı Kuzular hikâyesi onundur mesela. En az üç farklı yapımda gördüm.
Tarihi romanlar yazmaktaki maksadı neydi?
Resmi tarih adı verilen tarihçilik anlayışının sorunlu olduğunu düşünüyordu. Gençlere, yakın tarihimizde gerçekleşen olayları anlatmak ve onlarda doğru bir tarih şuuru oluşturmak gibi bir derdi vardı hocanın. Bu minvalde yayımladığı kitaplarının ilki Yazılamamış Destanlar'dır. Garbi Trakya Hükümeti'nin kuruluşunu anlatır. Sonrasında Çanakkale Mahşeri, Yemen! Ah! Yemen!, Plevne kitapları gelir.
Hoca bahsettiği bu tarih şuu-runu sadece yazdıklarıyla değil verdiği konferanslarla da oluşturmaya çalışırdı. Verdiği konferanslarda salonlar dolup taşardı. Samimi bir insan olduğu için iyi de bir hatipti. Hastalıklar elini kolunu bağlayana dek gezgin bir vaiz gibi memleketi dolaştı. Hiçbir maddi çıkar beklentisi olmadan.
Millet ve Türk Milliyetçiliği, Türk Devlet Felsefesi gibi eserlerinde devlete, millete dair birçok meseleyi kritik ettiğini biliyoruz Mehmed Niyazi'nin. Özellikle millet ve devlet konularına bakışını merak ediyorum açıkçası?
Bu çok uzun bir konu aslında... Milliyetçi ekolde bu kavramlar çeşitli dönemlerde farklı anlamlar kazanır. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör gibi isimler arasında ciddi görüş farklılıkları mevcuttur. Mehmed Niyazi bu geleneği sürdürmüş ve kavramları yeniden tanımlamıştır. Nasıl yapmıştır bunu diye soracak olursanız kısaca şöyle söyleyebilirim: Niyazi bey her manada yerli bir isimdi. Bugün yerlilik ve millilik adı verilen anlayışın banilerinden biriydi.
Mehmed Niyazi'den bahsedip de onun kütüphaneleri kendine mesken tutmasından bahsetmeden olmaz değil mi?
Elbette. Bu konuda yaşadığım ilginç bir anımı paylaşayım sizinle. Eski arkadaşlarından biri bana; "Niyazi'yi görüyor musun" diye sormuş, ben de gördüğümü söylemiştim. Bunun üzerine o büyüğümüz, "Kütüphane sandalyelerinde oturmaktan uzuvları sandalye şeklini almış diyorlar, doğru mu" diye sormuştu. Böyle latif insanlardı.
Kütüphanelerde bu kadar çok vakit geçirmesinin sebebini nasıl açıklıyordu peki?
Almanya'ya okumaya gittiği günlerde bir Müslüman ve Türk olarak diğer herkesten daha fazla çalışmasının lüzumunu idrak etmişti. Kütüphanedeki ya da üniversitedeki en çalışkan kişiyi gözüne kestiriyor. Ondan önce gelip ondan sonra gitmeye ihtimam gösteriyor.
Türkiye'ye döndükten sonra da kütüphaneler evi oluyor. Tüm hayatını İSAM, Beyazıt, Süleymaniye gibi büyük kütüphaneler çevresinde geçiriyor. Uzun yıllar hocanın yanında bulunmuş biri olarak söylüyorum. Bürokrasiden, siyasetten birçok kişi geldi ve birçok görev teklif ettiler hocaya fakat o, kütüphanede çalışmayı bütün tekliflerin üstünde görüyordu.
Gittiği kütüphanelerde çevresinde bir çekim merkezi oluşturduğu da söylenir kimilerince?
Tabii, hocanın devam ettiği kütüphaneyi duyanlar da o kütüphaneye gitmeye başlardı. Hem oranın müdavimleri hem de hoca için gelenlerle adeta bir ilim merkezine dönüşürdü kütüphane. Kibarlığı ve yüce gönüllülüğüyle etrafına birçok insan çekmeyi başarıyordu hoca. Çevresinde toplanan insanlarla sohbet etmeyi çok seven bir yönü de vardı. Bu sohbetler esnasında fark ettiğim bir özelliği de, kimi zaman bir fıkrayla kimi zamansa bir hatırayla en çetrefilli meseleleri çözümleyiverirdi. Uzun nutuklar atmadan, karşısındaki insanı sıkmadan çok değerli bilgiler aktarırdı. Gençler de bu sohbetlere kulak misafiri olur ve bir süre sonra hocanın fahri öğrencileri haline gelirlerdi.
Yeri gelmişken sorayım. Gençlerle ilişkisi nasıldı hocanın?
Mehmed Niyazi'nin insanlarla çok sıcak bir ilişki kurduğundan bahsettik. Aynı durum gençler söz konusu olduğunda da geçerliydi. Çevresinde sayısız genç bulunurdu hocanın. Günümüzde adı sanı duyulmamış, sadece bir iki kitap yazmış isimler, kibir budalası davranışlar sergilerken Mehmed Niyazi ile 40 yıllık ahbap gibi sohbet edebilirdiniz. Kâğıt kalem kullanarak yazdığı kitapları dahi fotokopi yoluyla çoğaltıp biz gençlerle tartışmaktan, yayımlamadan evvel bizlere okutup eleştirilerimizi dinlemekten hiç çekinmezdi. Hatta kitapta bulunan hataları bulmamızı isterdi. Biz de okur, notlar alırdık. Sonra kitabın nüshalarını verdiği gençleri yanına çağırırdı ve bizimle kitabı baştan sona sabırla tekrardan okurdu. Biz heyecanla kitapta bulduğumuzu sandığımız bazı hataları söylerdik hocaya. Söz konusu hatalar, ufak imla yanlışlarından ibaret olurdu tabii. Hoca da, çoğu zaman bizim gönlümüzü yapmak için önerdiğimiz bazı değişiklikleri yapardı.
Az evvel kitaplarını kâğıt kalemle yazdığını söylediniz Mehmed Niyazi'nin. Daktilo yahut bilgisayar kullanmıyor muydu?
Hayır kullanmazdı, hep eliyle yazardı hoca. Hatta bazı kitaplarını altı, bazılarını ise yedi kez yazdığı olurdu. Her yazışında aldığı notları yeni nüshaya ekler ve son nüshayı bir öğrencisinin yardımıyla bilgisayara geçirirdi. Sonra da filanca Fransız ya da Rus yazar kitaplarını dokuz kez, falanca da 15 kez yazıyormuş; biz onlar kadar çalışamıyoruz diye hayıflanırdı.
Mehmed Niyazi Kimdir?
Tarihçi yazar, yayıncı ve düşünce adamı olan Mehmed Niyazi Özdemir, 8 Nisan 1942 yılında Adapazarı'nda dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1964 yılında mezun oldu. Hukuk bölümündeki başarısından dolayı isteği üzerine felsefe bölümünden sertifika aldı. Moxburg Üniversitesi'nde Prof. Dr. Ditrich Pirson'un yanında "Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler" konulu doktorasını tamamladı. 1988 yılında Türkiye'ye döndükten sonra Nizam-ı Âlem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergilerde makaleleri yayımlandı. Ötüken Yayınevi'nin kurucuları arasında yer aldı. Hayatı boyunca birçok tarihi roman ve araştırma kitapları yayımladı. Kitaplarında genellikle Mehmed Niyazi ismini kullandı.
Eserleri
Varolmak Kavgası (1969), Bayram Hediyesi (1971), Çağımızın Âşıkları (1977, İki Dünya Arasında adıyla 1992), Millet ve Milliyetçilik (1980), Ölüm Daha Güzeldi (1982) (Milli Kültür Vakfı Ödülü), İslam Devlet Felsefesi (1988), Türk Devlet Felsefesi (1989), Yazılmamış Destanlar (1989), Medeniyet Ülkesini Arıyor (1991), Türkiye'nin Meseleleri-1 Kültür (1992), Türkiye'nin Meseleleri-2 Devlet (1992), Çanakkale Mahşeri (1998) (Yazarlar Birliği Ödülü), Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği (2000), Millet ve Türk Milliyetçiliği(2000), Dâhiler ve Deliler (2001), Mütareke ve Kurtuluş Savaşının Başlangıç Döneminde Türk Demir Yolları: Yapısal ve Ekonomik Sorunlar: 1918-1920 (2003), Yemen! Ah! Yemen! (2004), Daha Dün Yaşadılar (2006), Türk Tarih Felsefesi (2008), Doğunun Ölümsüz Çocuğu (2008), Plevne (2011), Kanije (2014)