2004'ten bu yana gerçekleşen tüm seçimlerde AK Parti'nin seçim kampanyasını hazırlayan strateji ekiplerinde yer alan bir isim Mahir Ünal. 64'üncü hükümet döneminde Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yapmış bir siyaset insanı aynı zamanda. Şu anda ise AK Parti Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü görevini yürütüyor. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz röportajda; yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Türkiye'deki kültürel iktidar meselesinin geldiği noktaya, Ünal'ın gençlik yıllarında içerisinde bulunduğu kültürel havzaların ne olduğundan eğitim hayatı boyunca yaşadıklarına dair pek çok şeyi konuştuk.
MAHİR ÜNAL KİMDİR?
1966 yılında Kahramanmaraş'ın Elbistan İlçesi'nde doğan Mahir Ünal, ilk ve ortaokul öğrenimini Elbistan'da tamamladıktan sonra eğitim hayatına İstanbul'da devam etti. İstanbul Bahçelievler Koca Sinan Lisesi'nden mezun olduktan sonra lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde bitirdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Ana Bilim Dalı'nda yüksek lisansını tamamladı. Halen doktora çalışmalarına devam eden Ünal, 2003 yılında AK Parti Siyaset Akademisinde dersler vermeye başladı. AK Parti'nin seçim kampanyasını hazırlayan strateji ekiplerinde yer aldı. 64'üncü hükümet döneminde Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yapan Ünal, şu anda ise AK Parti Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü görevlerini yürütmektedir.
Kültür çevreleriyle daha lise yıllarından itibaren tanıştığınızı biliyorum. Oradan başlayalım, bu ilgi nasıl gelişti? İstanbul'da hangi muhitlerle yakınlık kurdunuz?
İstanbul, kültür hayatımızın rafine bir şekilde üretildiği yerdir. Bu sebeple İstanbul'un kültür hayatını bilmeden kültürümüze dair bir şey söylemek mümkün değil. Liseyi İstanbul'da okudum, o dönemde bir edebiyat hocamız vardı, şimdi Sakarya Üniversitesi'nde profesör olan Mehmet Ergüzel. Onun vesilesiyle Türk Edebiyatı Vakfı çevresiyle tanıştım. Aynı zamanda Firuzağa Camii'nde ve Sultanahmet Camii'nde hadis ve fıkıh sohbet halkalarına katılırdım. Tabii o çevrelerde tanıştığımız insanlar kadar nelerin konuşulduğu da çok önemliydi.
Edebiyata, kültüre, sanata olan merakınızda Kahramanmaraşlı olmanızın etkisi var mı? Yoksa tamamen İstanbul'da mı gelişti ilginiz?
Tabii Kahramanmaraş döneminde de ilgi vardı. Mesela ortaokulda iken düzenlenen bir şiir yarışmasında ödül almıştım. Zaten Kahramanmaraşlı olup da şiir yazmayan hemen hemen kimse yok gibidir. Dolayısıyla içinde bulunduğunuz kültür çevresinde nelerin konuşulduğu da çok belirleyicidir. Hele ki bir genç için bu çok daha önemli çünkü gençleri harekete geçiren sizin onlara ne anlattığınız değil sizin onlarda hangi duyguları oluşturduğunuzdur. Önemli olan o gençlere o iklimin ne kadar ilham verdiğidir.
Mesela Necip Fazıl, sıkça konuşulurdu o zamanlar. Sezai Bey'in (Karakoç) ortaya koyduğu bir medeniyet tasavvuru vardı. Cemil Meriç yoğun olarak konuşulurdu. Aynı zamanda Fethi Gemuhluoğlu'nun o kültür çevresinde etkisi çoktu. Fethi beyin Dostluk Üzerine adıyla kitaplaşan meşhur konuşmasını hatırlarsınız. Öyle bir çevrede zaten insanın ruhunu besleyen o dostluktur. Bununla birlikte tabii ki eğitim, bilgi ve öğrenme çok önemli ama bunların merkezinde hikmet vardır. Yunus'un dediği gibi: "İlim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen/bu nice okumaktır." İlim, hikmet, irfan ve edep feraseti doğurur. Bütün bunları birlikte düşünmek gerekir. Bu üçü bir olduğunda öğrenilen bilginin bir anlamı ve kıymeti olur. Bahsettiğimiz kavramlar ruhumuzu mayalayan, bizi bir kültüre, bir medeniyete ait kılan kavramlardır.
O günlerden bugüne baktığınızda değişen ne?
Önce şunu ifade etmek gerekir ki, "maya kavramlar" kültür erbabının dilinde bir anlam kazanır. Bunu yaşayan ve özümseyen hal ehli insanların yanında yani. Bizim kadim bir duamız vardır; "Allah tesirini hâlk etsin." O sözü eden kişinin hikmet, irfan ve edep sahibi olması gerekir ki sözleri kalbe nüfuz edebilsin. Bir çocuk gördüğünü taklit eder. Bu yüzden bir çocuğu anlamak için de ailesine bakmanız gerekir çünkü çocuk ve genç, aile düzenini, içinde yaşadığı kültürü yansıtır. Hâsılı İstanbul'da içinde bulunduğumuz kültür çevresinde nelerin bize ilham verdiğini, nelere meylettiğimiz, nelerin azmedilmeye değer olduğunu o iklim belirledi.
İlahiyat okumaya nasıl karar verdiniz, devam ettiğiniz kültür çevrelerinin etkisi oldu mu?
Aslında sosyoloji okumak istiyordum. Bu düşüncemi felsefe hocama açtığımda bana; "Bir kültürü anlayabilmen için o toplumun inanç kodlarını anlaman gerekir, bu sebeple önce ilahiyat oku sonra sosyolojiye yönelirsin" dedi. Ben de hocamın tavsiyesine uydum. Lise son sınıfta okurken Marmara İlahiyat Fakültesi'nden Raşit Küçük hocayı ziyaret ettim. O ziyaretten sonra ilahiyat okumaya karar vererek bu bölüme girdim ama bir lise öğrencisinin İlahiyat Fakültesi'ne gitmesinin nasıl olacağını gidince öğrendim çünkü Marmara İlahiyat'a Türkiye'nin en iyi imam hatiplerinden gençler geliyordu. Yedi yıl boyunca Arapça, Kuran, hadis, tefsir, kelam gibi dersleri okumuşlardı. Bizim dini terbiyemiz var, Kuran okumayı biliyoruz ama ne tecvit ne kıraat var. Bir hatıramı nakledeyim; İsmail Karaçam hocanın Kuran-ı Kerim dersiydi. Bana baktı ve "Sen yenisin herhalde, bir aşır oku bakayım" dedi, öylece kaldım, yanımdaki çocuk "Besmele çek bari" dedi ama nafile. Sonra hoca bana bakarak; "Bu sınıfı senin seviyene indiremem, senin seviyeni de bu sınıfın seviyesine çıkartamam, çık dışarı" dedi. Teneffüsü bile beklemeden çıkardı sınıftan. Öğrenci işlerine indim ve durumu anlattım. Beni Emin Işık hocanın dersine verdiler. Emin hocanın dersine girdiğimde hoca Nihat Sami Banarlı'nın Türkçenin Sırları kitabını anlatıyordu. Ben daha önce Banarlı'yı ve Türkçenin Sırları'nı okumuştum, hatta üzerine kelime kelime dahi konuşabilirdim. Emin hoca bana dönerek, "Türkçede kaç sesli harf vardır" diye sordu. Başka bir sınıftan çıkarılmış şaşkın halde "e,i,ü" diye saymaya başlamıştım ki, "Bir de üniversiteyi kazanıp geliyorsunuz Türkçede kaç sesli harf var bilmiyorsunuz, çık dışarı" dedi. Yeniden öğrenci işlerine inerken aklımdan geçenler şunlardı, ya bu okulu terk edecektim ya da bitirecektim.
Sonraki günlerde merhum Molla Yahya Pakiş hocanın ders halkasına katıldım ve dört yıl boyunca hafta sonu ve yaz tatili yapmadan medrese geleneğinde okutulan temel dersleri okudum. Ardından sosyolojiye döndüm ve bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1997'de yüksek lisans bitti. 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktorayı kazandım, ders dönemini ancak bitirebildim, siyasete girdikten sonra yarım kaldı.
Hayata ve siyasi meselelere bakış açınızı kazanmanızda ilahiyat mı yoksa sosyoloji mi etkili oldu?
Ne ilahiyat ne de sosyoloji bakış açıma tek başına etki etti diyemem. Siyaset tam anlamıyla bir şahsiyet sınavı. Siyasetin pratiği ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'la yol arkadaşlığı bugünkü bakış açımda çok etkili oldu. 2011'de milletvekili olduğumda daha vekil olduğumu anlamadan grup başkanvekili seçildim. Grup başkan vekili seçildiğimde aslında hiçbir şeyi bilmediğimi fark ettim çünkü ezberledikleriniz pratikte bir işe yaramıyor. Hani, "Geç anladım taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış" diyor ya şair onun gibi ne zaman taş kafanıza çarpar o zaman sert olduğunu anlarsınız. Dört yıllık grup başkanvekilliği dönemimde devlet, toplum, bürokrasi, anayasa, parlamento gibi temel alanların pratiğine nüfuz etme imkânı buldum. Bununla ilgili bir hikâye vardır; bir yüzme yarışmasında gençlerden biri boğulmak üzereyken kurtarılıyor, "Sen yüzme bilmiyorsun, neden yarışa katıldın" diye sorduklarında çocuk; "Ben yüzmeye dair her şeyi okumuştum" diyor. Öğrendiğim şeylerin anlamını ve karşılığını siyasette gördüm. Siyasette model olarak Cumhurbaşkanımızın ahlakı, samimiyeti, dürüstlüğünün etkisini mutlaka vurgulamalıyım.
Günümüz siyaset dilini kuran aktörlerden biri olarak bu dili nasıl görüyorsunuz?
Muhalefet, Arapça bir kelime biliyorsunuz, halef kökünden geliyor. Türkiye'de muhalefet siyasi kültürün bir parçası değil, bir dezenformasyonun parçası, bir karşıtlığın ve düşmanlığın parçası olarak konuşuyor. Mesela siyasette muhalefet olur ama milli meselelerde mutabakat olur. Milli meselelerde bırakın mutabakatı bir düşmanlıkla karşı karşıya kalıyorsunuz. Zeytin Dalı Harekâtı sırasında "Afrin'e girmeyin" diyen, FETÖ ağzı kullanan, terör örgütlerinin tamamı ile söylemsel işbirliğine giren bir muhalefetin simetrisi çukurdur ama muhalefete de cevap vermeniz gerekiyor yani size hakaret ediyor, iftirada bulunuyor. Mesela sen Türkiye'de faizle en çok mücadele etmiş iktidarsın. 2002'de her 100 liralık verginin 86 lirası faize giderken bugün bu oranı 12 liraya düşürüyorsun. 12 lira ile 86 lira arasındaki geliri devlet bütçesine ekleyip yatırıma dönüştürmüşsün ama adam ısrarla diyor ki siz tefecisiniz. Bununla da yetinmeyip Cumhurbaşkanımızın şahsına ve ailesine ağza alınmayacak hakaretler ediyor.
Peki, burada siyaset dilini kurarken, en azından bu iftira ve tezvirat karşısında nasıl bir konum alıyorsunuz?
Onların bütün yalanlarını deşifre ederken, asla savunmaya çekilmemeniz gerekiyor çünkü bu dilin stratejik amacı sizi rehin almaktır. Bunu bilinçli olarak yaparlar, dolayısıyla öncelikli olarak bu tuzaklara düşmeden, onları birer birer deşifre edip bir karşı atak gerçekleştirmeniz gerekiyor. Yani bu duruşun milli olmadığını, çözüm içermediğini, siyasetin bir çözüm sanatı olduğunu ama muhalefetin siyasetle bir ilgisi kalmadığını, muhalefetin tamamen terör örgütleri ile ortak bir dil ve işbirliği içerisinde davrandığını gerçeklere dayanarak dile getiriyorsunuz ve bunu yaparken de seviyenizi, üslubunuzu koruyorsunuz.
Siyaset dilini kurarken ana ekseniniz, ilk referansınız yerlilik ve millilik mi?
Yerli ve millilik önemli… Toplumların kaderinde güvenlikleri ile ilgili tehditler ortaya çıktığında öncelik birlik ve beraberliğe verilir. Birliği ve beraberliği oluşturan temel şey de aidiyettir. Neye aidiyet? Bir millete, bayrağa, vatana yani temel değer ve inançlara aidiyettir. O yüzden Cumhurbaşkanımız sürekli Rabia işaretini yapıyor. Bu aidiyet üzerinden de siz yerli ve milli bir duruş sergilersiniz ama o duruş ulusalcılık değildir; ulusalcılık başka bir şeydir. Ulusalcılığın başka bir ideolojisi, başka bir arka planı, başka bir dili vardır. Yerlilik ve millilik kişinin kendi kültürüne, medeniyetine ve iklimine aidiyeti içerir. Biz yerlilik ve millilik dediğimizde, bu topraklara ve bu coğrafyaya ait olmayı kastediyoruz. Millilik dediğimiz zaman bu insanları 1000 yıldan fazla zamandır millet yapan değerlere bağlılığı vurguluyoruz.
Erken seçimi de göz önünde tutarak soruyorum, AK Parti bu seçimde nasıl bir görüntü sergileyecek? Artık seçimlerde insanların algısı internet ve sosyal medya nedeniyle sürekli değişebiliyor. Mesela Afrin gibi hem siyasi hem askeri bir başarı kısa bir sürede rutinleşebilir. Böyle bir siyasal gündemde sizin tek bir bakış açısı üzerinden kampanya yönetmeniz mümkün değil. O yüzden önümüzdeki kampanyada bizim için üç kritik kelime var: Yerel, yerinden ve internet temelli bir kampanya. Bilgiyi yerinden ve yereldeki ihtiyaçlara uygun bir mesaja, siyasal dile dönüştüreceğiz ve bunları internet üzerinden sahaya anında yayacağız. Genel Başkan'dan mahalle başkanına, sandık yönetim kuruluna kadar aynı bilgi, aynı bakış açısı ve aynı pozisyon korunacak. Ortak siyasal dil, söylem ve pozisyonun konsolide edilmesi ile ortaya müthiş bir güç çıkacak. 2 milyon teşkilat üyemizi internet ağları üzerinden birbiri ile konuşur hale getirme sürecini tamamladık. Yani Genel Başkan isterse Şırnak İdil'de bir sandık yönetim kurul üyesi ile görüşebilir, doğrudan mahalle başkanına ulaşabilir, o mahalledeki sorunları anında öğrenebilir ve milyonlarca kişinin katılacağı internet mitingleri yapabiliriz. Şu anda bunun alt yapısını tamamlamış durumdayız. Önümüzdeki seçimler daha çok internet temelli olacak yani.
Kültür Bakanlığı yapmış bir siyasetçi olarak günümüz kültür tartışmalarını takip ediyor musunuz? Kültürel hegemonya yahut kültür iktidarı hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Eğer kültürel iktidardan anladığımız şey bir ideolojinin yahut bir kesimin yaşam biçiminin, sanatının, kültürünün hegemonik bir hale gelmesiyse Türkiye'de hâlâ hegemonik bir kültür olduğunu söyleyebiliriz. Bunun toplumdaki işareti şudur; şortlu bir kıza çirkin bir saldırı olduğunda altı ay boyunca ciddi bir tepki, gündem, tartışma oluyor ve televizyonlar, gazeteler, sosyal medya, her yerde bir gündem oluşturuluyor ama öbür taraftan başörtülü bir kadına yapılan saldırı hiçbir şekilde gündem olmuyorsa işte burada hegemonik kültürün ciddi bir izdüşümünü görüyoruz demektir. Yahut sanatçılar kendi ülkelerinin seçilmiş meşru Cumhurbaşkanıyla, milletin yüzde 52'sinin oy verdiği Cumhurbaşkanıyla bir sınır karakolunu ziyarete gidip orada Zeytin Dalı Harekâtı'nın zaferini kazanmış Mehmetçiklerle bir araya geldikleri için ana muhalefet partisi tarafından "rezil" diye nitelendiriliyor ve sosyal medyada azgın bir azınlık tarafından linç ediliyorlarsa evet burada da aynı şeyden bahsediyoruz demektir. Öbür taraftan aynı kişiler Mehmetçiğe saldıran, terörist cenazesine katılan, terör elebaşına şarkılar söyleyen kişilerle ilgili övücü ifadeler kullanıp o kişileri sempatik bir şekilde göstermeye çalışıyorlar. Bu da normal karşılanıyor. Evet, işte burada bir kültürel iktidar alanından bahsedebiliriz. Bizim dönemimizde, Cumhurbaşkanımızın da ifadesiyle; eğitim ve kültürde maalesef hedeflenen sonuçlara ulaşamadık.
Bu konuda aklınızda yeni bir mefkûre bulunuyor mu? "Medeniyet inşa edeceğiz" denildiği zaman bu bana çok komik geliyor. Kültür bir mühendislik işi değil; insana, hayata dair bir bakış açısının, bir kavrayışın, bir düşünme biçiminin bütünüdür neticede. Yani eğer biz bugün 15 Temmuz'u sinemanın diliyle anlatabiliyorsak, tiyatronun diliyle anlatabiliyorsak, eğer biz büyük bir hikâyecinin o gün yaşanmış bir hikâyeyi kaleme almasıyla duygulanabiliyorsak, bir şey oluyor demektir. Bu henüz oluşmadı. Mesela bugün bizim şehirlerimizi taşralaştıran temel şey; şehirlerimizin kültür ve sanat üretememesidir. O halde öncelikli olarak şehirlerimizi kültür ve sanat üreten merkezler haline getirmemiz gerekiyor. Tıpkı ekonomide teşvikler verdiğimiz gibi kültürde de teşviklerimizin olması gerekiyor. Mesela geçtiğimiz yıl Gençleri Destekleme Projesi (GENÇDES) kapsamında 50 milyon TL bütçe ayrıldı. Son derece faydalı oldu. Şiir, senaryo, sinema, tiyatro, kısa film ve ödüllü yarışmalarla oranın bir cazibe alanı haline getirilmesi gerekiyor. Sanat estetik bir kaygıdan doğar nihayetinde. Estetik kaygıyı konuşmaya başladığımız anda kaçınılmaz olarak nitelikli bir kültürü konuşmaya başlarız.
Nitelikli kültür meselesinden devam edelim, bunun somut bir temsili var mıdır?
Konya'da Mevlana Müzesi'ne gidip, aşhaneye girelim. Kapıdan girdiğimizde hemen sol tarafta bir yer vardır. Derviş olmak isteyen gelir oraya üç gün boyunca oturur. Aşhanedeki dervişleri izler. Üç gün sonra ayakkabısı ters çevrilirse bu şu anlama gelir; "Kusura bakma senden derviş olmaz." Eğer kabul edilirse 1001 gün çile çeker, sonra aşhanede pişer tabiri caizse. Orada da pişmek şöyle olur; mesela sofrada oturanlar öksürdüğünde bu su istiyorlar anlamına gelir. Kaşığı tutma biçimini düşünelim; kaşığın sağ kısmıyla çorba alınıp, sol kısmıyla ağza götürülür. Böylece ortak kaptan yenilen çorbaya herkesin ağzı değmemiş olur. İşte bu inceliktir. Kültür bu inceliğin bir ritüele, nezakete dönüşmesidir. Kültür dediğimiz şey tepeden tırnağa kadar simgeler, semboller ve ritüeller bütünüdür. Şimdi bir insan samimiyet diyor ama yaptığı patavatsızlık. İnsan tabii ki samimi olmalıdır ama samimiyeti patavatsızlıktan ayıran şey nezakettir, görgüdür, edeptir. Bunların hepsini beraber düşünürsün. Bütün bunların hepsini "terbiye" kavramıyla ifade ederiz biz. Şimdi "eğitim" kavramı bize çok yabancı bir kavram, bizde terbiye vardır. Terbiye Rabb sıfatından gelir. Rabb sıfatı bir şeyi tedrici olarak düzeltmek demektir. Terbiye de "hamdım, piştim, yandım" demektir. Oturup hadi kültürel etkinlik yapalım dediğiniz zaman kültür oluşmuyor. Hadi kültürü düşünelim dediğiniz zaman kültür oluşmuyor. Mesela Rönesans 15'inci yüzyılda yaşanmış fakat 19'uncu yüzyılda isimlendirilmiş. Rönesans insana bakış açısının değişmesidir. Bunu Michelangelo heykelle, Da Vinci resimle, Thomas Moore kalemle yani her biri sanatın farklı diliyle ifade ettiler. Modernleşmeyi, aydınlanmacı pozitivizmi ve daha birçok şeyi doğuran değişim süreci böyle ortaya çıktı. Her şey bakış açısının değişmesiyle ortaya çıkıyor. "Bizim bakış açımız ne kadar değişti" sorusunu tartışmak lazım.
İyi bir okur olduğunuzu biliyorum, bu aralar gündeminizde neler var daha çok?
Bir süredir daha çok makaleleri takip ediyorum. Son dönemde Robert Kaplan'ın "Avrupa'nın Yeni Ortaçağ Haritası" adlı makalesi, diğer yandan Immanuel Wallerstein'in 15 Eylül'de yayınlanan "Kaos ve Belirsizlik" kitabı da dikkatimi çekti. Arkadaşlarım da bu konuda takipleriyle beni besliyor ama son dönemde iyi eser bulmakta zorlanıyorum. Artık daha çok seçerek mi okumaya başladınız? Ben iyi bir roman okuyucusuyum ama mesela son dönemde Türkçede yayınlanan çok iyi bir roman var mı? Yani tartışırız. Hikâyede Mustafa Kutlu geleneğini severim. Ali Ayçil'in "Sur Kenti Hikâyeleri" son dönemde karşıma çıkan iyi kitaplardandı. Selahattin Yusuf'un "Masumiyetin Son Günleri"ni okudum mesela. Bu ara İbn-i Arabi'yi tekrar okuyorum. Ekrem Demirli'nin "İbn-i Arabi Metafiziği" isimli bir kitabı çıktı. Ekrem Hoca yeni bir bakış açısı getirdi İbn-i Arabi'ye.
O bakış açısını merak ettim açıkçası…
Biz İbn-i Arabi'yi yıllarca dindarlaşma için okuduk ama İbn-i Arabi İslam düşüncesini anlama açısından bakış açınızı değiştirebilir. Mesela Fusûsu'l Hikem'de şu beni çok çarptı (sonra Ekrem Hoca'yla da konuştuk): Şimdi biz Âdem ve Havva'yı bir ahlak, kültür, ilişki sisteminin içerisine doğmuşlar gibi düşünüyoruz çünkü biz bir ahlak sistemi içerisine doğduğumuzdan onları da kendimiz gibi tahayyül ediyoruz. Hâlbuki yaratılışın ilk nüvesi onlar. Yani ilk insan ilişkisi. Hâlbuki orada mucizevi bir şey var. Yaratılmış iki insanın birbirini ilk defa görmesi, tanışması yani varoluş coşkusu var orada. Bugünün bakış açısı üzerinden kaynakları bugünün ruhuna, ihtiyaçlarına cevap veren, bugüne dair bir düşünce ile değerlendirmek. Kaynaklarımızla ilgili bizim bir sorunumuz yok. Kuran'la, hadisle, sünnetle ilgili bir sorunumuz tabii ki yok, sapasağlam, yerli yerinde kaynaklarımız. Bütün bu kaynaklar bir gözlük gibi düşünülebilir. Gözümüze takıyoruz o kaynakların zaviyesinden bugüne bakıyoruz ama maalesef biz şu anda gözlüğü tartışıyoruz.