Vakit kaybetmeden soralım… Siz de "apartman çocuğu" musunuz? Bu sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Beş yaşıma kadar yaşadığımız köşk yavrusunun hafızamda kalan belli belirsiz izlerini bir yana bırakacak olursam, apartman çocuğuyum… Apartmanların Türkiye'nin çehresini değiştirmeye başladığı 60'larda ailecek bir apartman dairesine tıkıldık. Bu öyle espriyle geçiştirilecek bir şey de değildir. İnsanın yeniyetmeliğini bir apartmanın boşluğuna bakan ve her mevsimde loş kalan bir odada geçirmesinin nasıl bir ruh hali üretebileceğini sorsam mesela, ne dersiniz? Ya da hangi komşu ne kadar ve neden mutsuz, bunu bütün çıplaklığıyla bilerek büyümenin etkilerini sorsam…
Tabii artık apartmanlar da değişti. Benim apartman çocuğu olmam ile günümüzün apartman çocukları arasında büyük fark var. Biz küçücük kutular içinde büyüdük. Hele oturduğumuz farklı dairelerde annemin günün büyük bölümünü geçirdiği mutfakları hatırlıyorum da, inanamıyorum. O dönemin apartmanlarında mutfaklar önce unutulup son anda bir köşeye sıkıştırılmış gibi miniciktiler. Yine de herkes kutucuklarından hoşnuttu. Çünkü o dönemin alternatif mekânı gecekondulardı. Ninelerimizin müstakil evleri ise hızla eskiyor, kimse o evlerin suratına bakmıyor, küçük bahçelerini saran çalı çırpıyı temizleyecek tek bir kişi bile bulunamıyordu. Şimdiyse tanıdığım genç anne babalar; çocukları apartmanda büyümesin diye bahçeli bir dubleks villa almak için tonla borca giriyor, kredi yükü üstleniyorlar. Yani günümüzde apartman dairelerinin dişe dokunur alternatifleri var. Peki, çocuklar o bahçeleri kullanıyor mu? Orası tartışılır. Çarçabuk kırıp bir köşeye attıkları oyuncakları gibi bahçeyi de birkaç haftada tüketiyorlar. Sonra gelsin AVM gezileri!
Yazılarınızda zaman zaman ne kadar hoş olursa olsun bir eve yerleşmek ile insanın ruhuna bir "yuva" bulması arasındaki farka dikkat çekiyorsunuz. Bu fark gitgide büyüyor sanki… Neden o görünce bayıldığımız mimari yapılar bir süre sonra ruhumuzu boğmaya başlıyor?
Bunu anlamak için ille de derin ve hikmetli şeyler düşünmemiz gerekmiyor. Söylediğim şeyin gayet sade, alabildiğine insani bir yanı var. Bir kere bizim harcımızla karılmıyor evlerimizin harcı. Bu çok önemli bir şey! Modern insanın "bittiği yerler"den biri tam burasıdır! Evlerimizi tasarlamıyoruz, inşa etmiyoruz. Bir eve dair ihtiyaçlarımız bize sormadan hesaplanıp belirleniyor. Sonuçta, güzel yahut çirkin ama bütün evler bizi bir "hiza"ya sokuyor. Anlayacağınız, daha baştan evlerimize yabancıyız. Ömrümüzü ona kendimizi uydurup alışmaya çabalayarak geçiriyor, kıyısında köşesinde "bize ait" alanlar açmaya çalışıyoruz. Biliyor musunuz, bu konuda ilk yazımı, bir arkadaşımın "Gel yazı geçir" dediği iki katlı, dört odalı, dört banyolu, bir büyük salon ve mutfaklı, geniş bahçesi olan bir yazlığın merdiven altına atılmış küçük bir sedirine oturmuş kucağımdaki bilgisayarda yazmıştım. Çünkü o sedir günlerdir benim ruhuma yuva olmuştu. Kalkıp bahçeye çıkmak bile gelmiyordu içimden.
Şehirlerimizin her yanını yüksek kuleler ve onlarla rekabete giren bahçeli müstakil konut siteleri doldurmaya başladı. Ayrıca ister bir apartman dairesi, ister müstakil bir ev olsun, yaşamak için seçtiğimiz mekânların eskisine göre çok daha büyük olmasını istiyoruz. Bu işin sonu ne olacak dersiniz?
Avrupa'nın tarihsel şehir merkezlerini bir yana bırakırsak bütün dünyada gelişme bu yönde… Biz de onlara uyduk. İşin garip tarafı, oturduğumuz mekânların büyüklüğü katlanarak artarken mekân başına düşen insan sayısı azalıyor. Düşünebiliyor musunuz, kimi gelişmiş ülkelerdeki seçkin mahallelerde bir konutun ortalama büyüklüğü 420 metrekareye ulaşmış. Oysa aileler çekirdeğin de çekirdeği oldu. Avustralya ve Amerika'da müstakil evleri emlakçılar "büyük olan güzeldir; en azından dört arabalık garajınız olmalı" diyerek pazarlıyor... Bir kez "çarpık" yol seçilmeye görsün, dönüşü zordur. Tamam, biz daha işin başlarındayız. Belki bu yanlış yoldan dönebiliriz ama insanlara hayal edebilecekleri en çekici ve parlak şeyin kişisel zenginlik olduğunu aşılarsanız, insanlar bunu daha çocukken böyle kavrarlarsa, sonra "Bu kadar büyük evlerde at mı koşturacaksın" falan demenin anlamı yok! Her şeyden habersiz bir uzaylı gelip yeni kuşak İstanbullulara baksa, aklı almaz. Günümüzün üç dört saati yollarda geçiyor. Daha iyi evlerde oturmak uğruna tercih ettiğimiz şey daha kötü ulaşım, daha karmaşık şehir ve muazzam bir zaman israfı… İçinden nasıl çıkabiliriz bilmiyorum. Zaten bu medeniyetin(!) en büyük numarası da bu! Bizi bir çıkmazın içine hapsediyor, medya, eğlence ve benzeri sarhoşluklarla da bunu unutturuyor. Yani makineler şimdilik çalışıyor, gemi gidiyor diye herkes memnun ama kaptan köşkünde rotayı bilen hiç kimse yok!