Biraz derine doğru kurcalayınca şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz. Sanki her kuşağın, hatta herkesin kendine göre bir Osmanlı duygusu ve kavrayışı var. Kimisininki bir inkâr, kimisininki bir iddia, kimisi antika bir süsten söz eder gibi… Sizinki nasıl?
Biliyoruz ki, cumhuriyetin ilk kuşakları için Osmanlı çok sıcak bir realiteydi. Bir yandan hâlâ iç ısıtıyor, bir yandan da elini fazla yakınına uzatan yanıyordu. Rejim hızla uygulamaya koyduğu 'inkilab'lar ve eğitim müfredatıyla ateşi söndürme, toplumun içinde yaşamayı sürdüren Osmanlı'yı öldürme yolunu seçti. Dramatik bir hikâye. Evet! Bir cinayet hikâyesi! Ama tam da bu yüzden onlar için Osmanlı'nın hatırası canlı, duygusu güçlüydü. Kâbuslarında sürekli Osmanlı'yı görüyorlardı.
Benim gibi 1960 Darbesi'nden hemen sonra ilk ve orta öğrenimini yapanlar içinse, durum farklıdır. Şöyle anlatayım: Bir şeye karşı olmak, reddetmek, itmek, kakmak için bile önce varlığından ciddi biçimde haberdar olmak gerekir. Bizim haberdar olmamız bile önlenmişti. O sıralar aydınlar, öğretmenler, gazeteler 'feodalizm' diye sakızı uzattıkça uzatıyor; Osmanlı dâhil bütün geçmişin üstünü örtüyordu. Tabii canı sıkılanın TV'de Osmanlı üzerine tartıştığı bir dönemde bu söylediklerim size inandırıcı gelmeyebilir ama öyle! Osmanlı denince okul kitaplarında yalan yanlış anlatılan padişahlar, savaşlar, isyanlar bir yana, bir nevi 'tarih öncesi' gibi bir dönem tasavvur ediyorduk. Zaten kapitalizmden öncesinin ne önemi vardı? Kapitalizm olacak ki, sosyalizm çarçabuk mümkün olsun! Ah, o da ne yazık ki, çarpıktı, yamuktu, üç beş kompradorun işiydi. O patırtı içinde Osmanlı'ya dönüp bakmaya vakit bulamadık! Velhasıl kendime göre bir Osmanlı tasavvuruna ulaşmam çok uzun sürdü fakat bugün bana "sizin için Osmanlı ne anlam ifade ediyor?" derseniz, hiç duraksamadan "hasret" derim. Osmanlıcı değilim. Geçti artık o devir. Ama hasret, hasrettir ve içinizi sızlatır.
Tabii bu anlattıklarınız Atatürkçü veya sosyalist ama mutlak biçimde seküler çevrelerin zihinsel tarihine dair... Oysa bir yandan da aynı tarihlerde Müslüman aydınlar ve muhafazakâr siyaset içinde Osmanlı yavaş yavaş canlanıyordu. O kesimden etkilendiniz mi?
Etkilenmemek mümkün mü? Fakat iki kesimle de içli dışlı bir kişisel tarihim olduğundan bir noktanın altını çizmek isterim. Özellikle 70'lerin ikinci yarısında Osmanlı fikri ve geleneği yeniden kıpırdanmaya başlayıp siyaset alanında kendine yer bulmaya başladı fakat aynı zaman dilimi içinde ya doğrudan selefi kaynaklara dönen ya da 'medeniyet' fikri çerçevesinde Endülüs'e, Abbasilere vurgu yapmaya başlayan güçlü bir İslamcı entelijansiya oluşmaya başladı. Tartışmalar merakımızı yine başka bir yöne kaydırdı; Osmanlı'nın 624 yılı yine güme gitti! Peki ne oldu da, 90'lardan sonra hızla Osmanlı'ya döndük, hatırasını kucakladık ve onu anlamaya çalıştık?.. Burada halkın irfanını ve iddiasını tek geçerim. Dümdüz, en yalın haliyle o güzelim halktan söz ediyorum. Siyaseti ve aydınları zorladılar. Tabii son 20-25 yıl içinde tarihçiliğimizin gelişmesinin ve Osmanlı'ya dair bilgimizin zenginleşmesinin de payı büyük.
Cumhuriyet Osmanlı'yı öldürdü, basbayağı bir cinayet işlendi dediniz. Yaşayan ne peki?
Mustafa Kemal'in son yıllarını Dolmabahçe Sarayı'nda geçirmesine bakın, birçok şeyi anlarsınız. Devletin yeniden Osmanlı'nın devamı olarak tesis edilme ihtimalini önlemek için başkenti İstanbul'a taşımayan lider, ömrünü sürekli Boğaz'a, Sarayburnu'na, Üsküdar'a bakarak tamamladı. Bazı tarihçiler bunu aynı zamanda Ankara'da devletin tepesindeki kliklerden kaçış olarak da tanımlar. Bir Osmanlı subayıydı nihayetinde ve belki içi sıkıldığında Osmanlı başkentine sığınmaktan başka yol bulamamıştı… Osmanlı İmparatorluğu'nu ve kültürel devamlılığını, yani bir tarihsel 'bedeni' öldürdük. Babayı yani. Babamızı. Bitti! Ama 'ruhu'yla temasımız sürüyor. Öyle sanıyorum. Bu hasret duygusu sadece kuru bir tarih bilgisi veya siyasete dayanıyor olamaz.