Lacivert Yazı İşleri: Aşk kaybolmaya direnen bir duygudur

Aşk kaybolmaya direnen bir duygudur
Giriş Tarihi: 6.07.2015 17:28 Son Güncelleme: 13.08.2015 15:34
Lacivert Yazı İşleri SAYI:15Temmuz-Ağustos 2015
Biyoloji mezunu, fizyoloji doktoru, sinirbilim sevdalısı Sinan Canan'la aşk üzerine konuştuk... Biyoloji mezunu, fizyoloji doktoru, sinirbilim sevdalısı, bilgiye ve hikmete dair her öğrendiğini herkese anlatma takıntısı olan, hayatın tek bir işle uğraşmak için fazla uzun, insanın ise tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğunu söyleyen Sinan Canan'la 'aşk' üzerine konuştuk… Aşkın beyinde mi kalpte mi gerçekleştiğini, aşk acısının sebebini ve daha pek çok şeyi sorduğumuz Canan, aşk hakkında doğru bildiğimiz yanlışlardan da bahsetti.

"Bilim aşkı çözmüş olsaydı eğer, dünyanın en mutlu insanları bilim adamları olurdu." diyorsunuz. Peki, aşk nedir hocam?

Aşk, kuvvetli bağlılıkla kendini gösteren bir duygulanımın adı. Fakat bilimsel olarak çözebildiğimiz kısmının çok ötesinde bileşenleri, ruhsal, sosyolojik ve psikolojik kısımları da var.

Aşk beyinde mi başlıyor kalpte mi peki?

Aslında bugün bildiğimiz kadarıyla tüm duygularımızın kaynağı beynimiz; aşk da oradaki değerlendirme devrelerinde başlıyor, fakat bedenimizde özellikle göğüs bölgesinde kendini hissettiren bazı reaksiyonlara, mesela kalp atışı değişimlerine neden olduğu için, kalbimizde algılıyoruz. Zira beyinde olan bitenleri pek hissetmeyiz.

Âşık olduğumuzda beynimizin işleyişinde ne gibi farklılıklar oluyor?

Aşk hissi bir zihni işgal ettiğinde, beynin çalışma sistemi hem beyin görüntüleme yöntemleri ile kolayca tespit edilebilecek, hem de ortaya konan davranışlardan kolayca fark edilebilecek şekilde değişikliğe uğrar. Öncelikle, insan beyni 'romantik aşkın' etkisi altında iken aktif hale gelen beyin bölgelerinin listesine bakmakta fayda var. Beyin tarama (işlevsel manyetik rezonans görüntülemesi; fMRI) sırasında, deneklerin aşık oldukları kişilerin resimlerini gördükleri, yahut onlarla ilgili düşündükleri sırada aktivitesi artan beyin bölgeleri şunlar:

Insula bölgesinin iç kısımları (medial insula), Singüler korteksin ön bölümü (anterior cingulate cortex), Hippokampus, Bazal gangliyonlara ait stiratum bölgesinin bazı bölümleri, Akkumbens çekirdeği (nuc. accumbence).

Bu bölgelerden ilk üç tanesi beynimizin 'korteks' dediğimiz kabuk bölümüne aittir ve aşkın istemli davranışlarımız üzerine olan etkilerinden bu bölgeler sorumludur. Âşık olunan kişiden başka bir şey düşünememe, her olay ve düşünceyi olabildiğince mantıksız bir şekilde maşukla ilişkilendirme, yemeden içmeden kesilme, sürekli bir heyecan ve içi içine sığmama hali (öfori) ve aşka dair diğer bildiğimiz hallerden işte bu bölgelerin aşırı faaliyetleri sorumludur. Listede adı geçen son iki bölge; yani stiratum ve akkumbens çekirdeği ise, beyin yarıkürelerimizin iç kısmında yer alan, bilinç dışı (korteks altı) sistemlere aittir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda da aktifleşen ve aktif hale geldiklerinde kişiye 'ödüllendirilmişlik' duygusu veren 'ödül sistemi'nin en önemli parçalarıdır. Âşık olma durumunda, âşık olunan kişi ve o kişiyle ilgili hemen her şeyin sürekli zihni işgal etmesi ve zihnin her vesile ile âşık olunan kişi ile uğraşması, maşuku düşünme sırasında bu merkezler tarafından sağlanan 'ödüllendirilme' hissi ile doğrudan ilişkilidir. İnsan, aşkını düşündükçe, kendisini ödüllendirilmiş hisseder, daha mutlu olur ve gittikçe onu daha fazla düşünmeye başlar. Dünyanın en tatlı kısır döngülerinden birisi, herhalde budur!

Aşk ayrıca beyinde birçok kimyasal maddenin miktarının ve salgılanmasının değişmesini de beraberinde getirir.

Nedir mesela bu maddeler?

Dopamin: Aşk duygusunun beyinde meydana getirdiği biyokimyasal değişiklikler hakkında oldukça fazla bilgimiz var. En iyi bildiklerimizin başında dopamin maddesinin artışı geliyor. Dopamin, yukarıda bahsettiğimiz 'ödüllendirilme' merkezlerinin kullandığı bir kimyasal iletişim aracıdır ve bu sistemi uyaran her türlü hissi durum gibi, aşk da dopamin düzeylerini artırır. Aynen madde bağımlılarında olduğu gibi, dopaminin artışı, insanın zihnini gittikçe şiddetlenen bir şekilde âşık olduğu kişiye bağlar ve ona bağımlı hale getirir.

Serotonin: Bir diğer madde, tokluk, ruh durumunun düzenliliği ve mutluluk düzeyimizle yakından ilgili olan serotonin (5-hidroksi triptamin) adlı kimyasal maddedir. Serotonin, aşkın ilk safhalarında seviyesi belirgin şekilde azalan bir maddedir. Normalde, serotonin azlığı insanlarda depresyona eğilimi artırır ve depresyonun en yaygın tedavi yöntemlerinden birisi de serotonin seviyesini artıran ilaçlardır. Âşık bir beyinde genellikle hâkim olan 'bulutlu hava' hissi de muhtemelen bu serotonin eksikliğinden kaynaklanır ve bu 'eksiklik', âşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamamlanmak üzere, kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini maşukuna yöneltmesini sağlar.

NGF: Özellikle taze âşıklarda miktarının arttığını bildiğimiz bir başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (Neuro growth factor) adlı maddedir. Bu maddenin romantik duyguların ortaya çıkmasında çok önemli bir aracı olduğu konusunda geniş bir görüş birliği mevcut. NGF normal bir beyinde sinir gelişimini uyaran ve sinir sisteminin arızalarının giderilmesini kolaylaştıran etkilere de sahiptir. Dolayısıyla 'aşkın insana iyi geldiğini' en azından NGF artışı bağlamında, biyolojik bir nedene bağlamak mümkün gözüküyor… Bu arada, aşksız cinsel dürtülerin hâkim olduğu durumlarda NGF artışı gözlenmiyor, onu da belirtelim.

Oksitosin: Bir insan âşık olduğunda, onu maşukuna bağlayan çok kuvvetli hisler yaşadığını; ondan bir an bile ayrı kalmak istemediğini biliriz. İnsanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hormonlardan bir tanesi, beynimizin hipotalamus bölgesinden salgılanan oksitosin adlı hormondur. Oksitosinin en bilinen özelliği, cinsel birleşme sonrasında, doğumda ve doğum sonrası annenin süt salgılamasında çok önemli fizyolojik roller üstlendiğidir. Ama oksitosinin etkileri sadece bununla sınırlı değil. Birbirlerine sarılarak selamlaşan, hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitosin düzeylerinin arttığını biliyoruz. Yani oksitosin, sadece cinsel duygular açısından değil, insanların diğer iletişim yolları açısından da birbirlerine bağlanmasını sağlayan bir kimyasal sinyal olarak iş görüyor. Annenin bebeğine olan düşkünlüğünün büyük oranda oksitosine bağlı olduğunu; oksitosin eksikliğinde bu duyguların doğru dürüst yaşanamadığını da biliyoruz. İşte aşk söz konusu olduğunda oksitosin hormonunun salgılanma miktarının artışı da o yüzden bizleri şaşırtmamalı. Gerçekten de âşık beyinde oksitosin, normal bir beyinden kat be kat fazla salınarak, kişinin maşukuna bağlanmasını sağlayan en önemli kimyasal altyapıyı oluşturuyor.

Vazopressin: Yaygın olarak bilinen fizyolojik işlevi açısından 'vücuttan idrarla atılacak olan su miktarını kontrol eden' vazopressin hormonu, âşık beyinden fazla salgılanan bir diğer madde. Vazopressin sadece idrarla ilgili işler görmüyor; özellikle erkeklerde saldırganlık davranışı ile doğrudan bir ilişkisi var. Saldırganlık sergileyen hayvanlarda vazopressin miktarının arttığını biliyoruz. Muhtemelen âşık bir beyinden fazlaca salgılanan vazopressin 'aşkı için her şeyi yapmayı göze alan' âşıkları ortaya çıkartan önemli kimyasal sinyallerden birisi.

Peki bu maddeler kadın-erkek beyni arasında farklılık gösteriyorlar mı?

Erkekler, hem üremede aktif rol oynamak açısından hem de dişilerin seçici işlevlerine yönelik olarak öne çıkmaları gerektiğinden, aşkın tutkulu aşamasını daha şiddetli yaşarlar. Fakat erkek beyninde bu tutkulu aşamayı takip eden bağlanma kısmı daha çabuk sönüme uğrar. Erkek beyni için tutkulu aşk birkaç aylık bir sürece sahipken, kadınlarda bu süreç daha uzundur ve aşkın tutkulu aşamaları kadınlarda daha kontrollü iken, bağlanma safhası daha belirgindir. Bu da aile kurmak ve bebeğin bakımını devam ettirmek için gerekli bir dürtüdür.

Her şey bu kadar bilimsel ise 30 ya da 40 yaşında bir birey âşık olduğunda geçmiş tecrübelerin kalp kırıklıklarının etkisi nasıl açıklanabilir? Yani tecrübe aslında bu biyolojik etkileşime hiç etki etmiyor mu?

Her şey bu kadar bilimsel değil! Aslında bilimsel kısım aşkla ilgili bize çok az şey anlatıyor. Yine hangi yaşta olursa olsun, aşk ve tutku insanın gözlerini kör ediyor ve onu maşukundan başka bir şey düşünemez hale getirebiliyor. Sebebi ise yine beyinde aktive olan garip devreler.

Âşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmalarının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan birisi, beynin ön (frontal) bölgelerinde yer alan 'akıl yürütme' ve 'planlama' ile ilişkili bölgelerde izlenebilen baskılanma. Gerçekten de âşık bir beyinde, akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkmakta. Bu bölgelerin baskılanması, âşık bir insanda bize çok tanıdık gelen birkaç olayın açıklanmasını da kolaylaştırıyor aslında: Âşık olan insan, hepimizin gayet iyi bildiği gibi, maşukunun kusurlarını görmeme, iyilik ve güzelliklerini ise alabildiğine abartma eğilimindedir. Kritik düşünme yetisi zihnini çoktan terk etmiş olduğu için, aslında gayet normal bir insan olan maşukunun her hareketinde bir hikmet aramaya, her halinden güzellikler devşirmeye başlar. Âşık zihin, böylece adeta maşukunu güzellemeye adanmış bir çalışma sistemine döner. Ayrıca, 'sakar âşık' kalıbını bilirsiniz; âşık olan kişi, özellikle âşık olduğu insanla karşılaştığında kimi zaman eli ayağı birbirine dolanır, normalde yapmayacağı bir sürü saçma hareketi ardı ardına sergilemeye başlar. İşte bu 'hareket koordinasyonsuzluğu' da muhtemelen, bazı âşıklarda, beynin ön kısmındaki baskılamanın çok geniş olması nedeniyle, vücut hareketlerini planlayan frontal bölgeleri de etkisi altına almasından kaynaklanıyor olabilir.

Âşık bir beynin mantıklı düşünme bölgelerinin baskılanmasıyla ilgili ilginç bir bulgu daha var: Âşık insanlardaki bu akıl tutulması, sadece âşık olunan kişi söz konusu olduğunda geçerli. Âşık kişiler, meslekleri veya hayatın diğer alanlarıyla ilgili kararlar alırken akılcılıklarından pek bir şey kaybetmiyor. Yani âşık insanın aklını başından sadece maşuku alabiliyor!

Hatta bu aklını başından alma bazen öyle bir hal alıyor ki cinayet işlemeye kadar varabiliyor iş. Âşık olduğunu iddia eden kişinin sevdiği kadını/adamı öldürmesi de gerçekten sandığı gibi aşkın bir yansıması mıdır?

Bu tip durumlar aslında davranış bozuklukları. Beynin cesaret ve tutku devrelerinin aşırı çalışması, eğer bir kişilik bozukluğu da varsa, bu tip olaylar için uygun bir altyapı oluşturabiliyor. Yoksa aşk her zaman cinayet işletecek diye bir sonuç çıkartamayız buradan.

Âşık beyinde faaliyetlerinin baskılandığını bildiğimiz bir başka bölge de 'amigdala' adlı korteks altı bir bölgedir. Amigdala, hislerimize yön veren 'limbik sistem' adlı sistemin önemli bir parçasıdır. Latince 'badem' anlamına gelen ismini, beynin şakak (temporal) lobların içine gömülmüş badem biçimli yuvarlak bir bölge olmasından alır. Amigdala, özellikle korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duyguların hafızalarını depolayan ve bu duygularla ilişkili davranış kalıplarını yöneten en önemli bölgelerden birisidir. Âşık beyinde amigdala bölgesinin faaliyetinin baskılanması, özellikle korku duygusunun azalmasını, kişinin normalde girmeyeceği risklere görmesini sağlar. Bu sayede 'gözü pek âşık' modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, beyinde kendiliğinden ortaya çıkıverir.

Âşık olan bir beyin, hayatın diğer alanlarında karar alırken rasyonel karar verme hususunda herhangi bir engele maruz kalır mı?

Genellikle hayatın diğer kısımları pek etkilenmiyor; fakat tutkuyla bağlı olduğu kişi ve onunla ilgili değerlendirmeler söz konusu olduğunda, mantığın çok iyi çalıştığını söyleyemiyoruz.

Uzun süreli ilişkilerde aşkın bittiği iddiasıyla çiftlerin birlikteliklerini bitirdiğine tanık oluyoruz. Aşk gerçekten ölüyor mu yoksa süreç içinde bir dönüşüme mi uğruyor? Ve aslında bu dönüşümle gelen normalleşme insanlarda 'aşk bitti' yanılsamasına mı neden oluyor?

Aşkın ilk başta gözlenen ateşli safhaları, aradaki muhtelif engellerin aşılarak maşukla bir olunmasını sağlayacak gücü insana vermesi bakımından elbette önemli. Fakat şu da bir gerçek ki, bu tip kuvvetli duyguların bir ömür boyu insanları etki altına alması, biyolojimiz açısından pek faydalı bir durum olmayacaktır. Âşık olan insan, âşık olduğu kişi ile kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cinsel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan sonra, aşkın dönüşmeye başladığını görüyoruz. Uzun süre devam eden birlikteliklerde ve başarılı evliliklerde, yukarıda saydığımız 'âşık beyin' bulgularından birçoğunu bulamıyoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri olmadan yaşamaya dair bir hareket tarzı ortaya koyamıyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları olarak davranmaya başlıyorlar. Kısacası, aşk ölmüyor ama 'dönüşüyor'. İlk dönemlerde hislerin ve duyguların etkisi, yani, limbik sistemin komutları altında gerçekleşen 'aşkın bacayı sardığı' dönemler, yıllar içinde beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı-insani-üst seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor. Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda 'aşkımız bitti' gibi gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebiliyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun maşukuna değil; aşkın o ilk safhalarındaki heyecana aşık olmaları. Aynen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların önemli bir kısmı da, beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konusunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o 'liseli aşk heyecanı' diyebileceğimiz heyecanı aramaktan kendilerini alıkoyamıyorlar. Kısacası, insanın zihni, yukarıda da belirttiğimiz gibi, her zaman maşukunun peşinden gidiyor ve onu kaybetmeye kolay kolay dayanamıyor.

Biten aşklarımızı unutamasaydık bu bir yerde felaketimiz olmaz mıydı? Bu noktada unutmak çok büyük bir nimet gibi değil mi? Beyin unutmayı nasıl başarıyor?

Aşkı unutmak diye bir şeyin olduğunu düşünmüyorum; ama beynimiz durumlar değiştikçe öncelikleri değiştirebilme özelliğine sahip. Bu da hayatta kalmamızın önemli mekanizmalarından birisi. Uzun süre karşılık bulmayan yahut ulaşılamayan aşk da bu şekilde bazı biçimlerde 'dönüşür' ve yerini başka duygulanımlara bırakır. Gerçek aşk, ki bu devirde çok fazla rastladığımızı söyleyemeyeceğim, sır ile birlikte, kaybolmaya direnen bir duygudur.

Tür dışı olan bağlılıkları da aşk olarak tanımlayabilir miyiz? Örneğin insan-para, insan-mevki vs. gibi?

Bizim medeniyetimizde böyle tanımlamalar yapılır. Gerçekten de bu tip nesnelere aşkla bağlanmak mümkün görünüyor. Bunların beyin mekanizmaları hakkında ise yeterli bilgimiz yok ama benzer devrelerin iş gördüğünü söylemek mümkün.

Aşk bir insanın karakterinde ve kişiliğinde herhangi bir değişikliğe yol açar mı? Eğer yol açıyorsa bu değişiklikler ne kadar kalıcı olur? İnsan gerçekten aşk için değişebilir mi?

İnsan her an değişir; özellikle aşk gibi şiddetli duygulanımlar insanı ileri derecede değiştirebilme potansiyeli taşırlar. Bunu bilmek için sinirbilimci olmaya bile gerek yoktur aslında. Fakat aşk ile 'cinsel tutku'yu yine ayırmak lazım. Tutku, geçicidir ve onun sağladığı değişiklikler de öyle. Fakat daha derin, daha insani, daha şiirsel olan o gerçek aşk, belki de insan ruhunu değiştiren ve dönüştüren yegâne güçtür.

Aşkın farklı kişiler üzerinde farklı etkileri olması neden kaynaklanıyor? Aşk herkeste beynin farklı yerlerini mi etkiliyor? Neyi nasıl etkileyebileceği öngörülebilir mi mesela?

Aşk bir bağımlılık ve takıntı gibi görülebilir sinirbilimsel açıdan. Hal böyle olunca, bu tip rahatsızlıklara bireysel olarak nasıl farklı tepkiler üretiyorsak, aşkta da durum aynıdır. Mesela beynimizde oksitosin reseptörü sayısı, bizim eşimize ne kadar bağlı olacağımızı belirleyen unsurlardan birisi gibi gözüküyor. Oksitosin reseptörümüz fazlaysa, bağlanma hormonu olarak bilinen oksitosinin beynimiz üzerindeki etkisi daha fazla olacak ve biz 'gözü dışarıda' bir insan olmayacağız muhtemelen. Fakat bu reseptörlerin yoğunluğu azsa, çok eşlilik eğiliminin arttığını biliyoruz. Bunun gibi yapısal nedenler de önemli. Fakat daha da önemlisi, insanın yetiştiği çevre, yaşamın ilk yıllarındaki psikolojik ortam gibi faktörlerdir. Özellikle bağlanma kuramlarının anlattığı gibi, yaşamın ilk iki yılındaki psikolojik ortam, sonraki ilişkilerimizde ileri düzeyde belirleyici gibi gözüküyor.

"Organlarımızın, beyin dâhil, yüksek düzeyde kaotik çalıştığı zaman sağlıklı olduğu; düzenli ve tahmin edilebilir şekilde çalışmaya başlamasının ise 'hastalık belirtisi' olabileceğine dair yaygın bir kanı var" diyorsunuz. Aşkı bu bağlamda değerlendirecek olursanız, nasıl bir sonuç çıkar? Yani sağlıklı aşkın inişli-çıkışlı mı olması gerekiyor doğası gereği?

Böyle bir sonuca sıçramak pek doğru olmaz, zira burada sadece beynin çalışmasını değil, birçok bilinmeyeni içeren bir denklem söz konusu. Fakat sağlıklı her doğal hadisenin bir 'kaotik' ritmi vardır, bu doğru. Dolayısıyla, insanoğlunun stabil, durağan ve huzurlu bir ortamda çok uzun süre mutlu olmayacağı da bu bağlamda bir gerçektir. Yani biraz iniş-çıkış, biraz kaotik dalgalanmalar, aslında bizim normal yaşam ritmimizin yansımaları olabilir.

Âşık bir insanın beyninde, düşüncelerinde, hal ve hareketlerinde meydana gelen değişimleri göz önüne aldığınızda, sizce aşk insanın hayatında genel olarak olumlu mu yoksa olumsuz mu bir etkiye sahip?

Bu da tamamen vaka merkezli cevaplanması gereken bir soru. Genel olarak 'aşksız' bir yaşamın anlamsız olduğunu düşünenlerdenim. Kimi maşukunu sever, kimi aşkın bizzat kendisini. Dolayısıyla neye bağlandığınız, ne amaçla bağlandığınız, bu sorunun cevabını çok değiştiriyor. Bana soracak olursanız, tüm hayvanlarda var olan bu mekanizmanın insanlarda da bulunması, onun insani tarafını bulmamız, onu yüksek derecelere çıkmak için nasıl bir basamak olarak kullanabileceğimizi keşfetmemiz gerektiğini gösteriyor. Elbette bu benim yorumum; fakat bu yorumu oldukça ciddiye aldığımı söyleyebilirim.

Yaşı ilerlemiş insanlar bu durumla baş etmeyi kendilerince öğrenmişlerdir ama genç arkadaşlarımıza aşk ve aşk acısı adına bir şeyler söylemek isterseniz ne söylemek isterdiniz?

Genelde şöyle derim: Acı çekmek, hayatta olduğunuzun işaretidir. Kıymetini biliniz. :)

Teşekkürler. :)

DOÇ. DR. SİNAN CANAN KİMDİR?

1972 yılında Ankara'da doğan Sinan Canan ilk, orta ve lise öğrenimini yine Ankara'da bitirdikten sonra 1995 yılında Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı'nda tamamladı. 1998 yılında yine Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı'nda doktora öğrenimine başladı. 2004 yılında doktorasını tamamladıktan sonra aynı yıl Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde doktor olarak göreve başladı. 2010 yılında Fizyoloji doçenti olan Sinan Canan, şu anda Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde eğitim görevlisi olarak çalışmaktadır. Bilimsel araştırmalarını son yıllarda sinir sisteminde kaotik ve fraktal özellikler konularında yoğunlaştıran Sinan Canan, aynı zamanda kaos teorisi, fraktal geometri, doğadaki biçimler, öğrenme, lisan ve afazi, zihin ve beyin gibi konularda ülke çapında genel dinleyiciye yönelik konferans ve programlar da düzenlemektedir. Evli ve üç çocuk babası olan Canan'ın; Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler ve Fraktal Düşünceler adlı iki kitabı bulunmaktadır.
BİZE ULAŞIN