Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman'la modernitenin ideal beden algısından toplumun insan bedeninde oluşturduğu baskılara kadar beden üzerine pek çok şeyi konuştuk.
Bedenin kutsanması ve bedene tapınma nedir? Bugün 'normal' kabul ettiğimiz beden algısı nasıl oluştu? Beden üzerine düşündüğümüzde, spor yapmayı, diyet yapmayı anlıyoruz daha çok. Başlı başına bedenin ele alınması, ona yüklenen anlamların tartışılması ise hep geri planda kalıyor. Hasan Bülent Kahraman'la beden üzerine konuştuk. Bedene müdahalenin ne olduğundan otoriter rejimlerin bedeni nasıl şekillendirdiğine, modernitenin ideal beden algısından toplumun insan bedeni üzerinde oluşturduğu baskılara kadar pek çok şeyi Kahraman'a sorduk.
İnsan kendi bedenine bakarak nasıl bir toplumda yaşadığını anlayabilir mi?
"İnsan bedenine bakarak toplumu kavrayabilir mi?" sorusu modernitenin en temel problemlerinden biri. Aslında insan yerleşik hayat düzenine geçtiğinden beri bedenle yönetim ve içinde yaşadığı toplum arasında bir ilişki var. Ve dolayısıyla evet, insan bedenine bakarak yaşadığı toplum ve iktidar arasında bir ilişki kurabilir ve biz de diyebiliriz ki bedenimiz bütün bu ilişkilerin bir göstergesidir.
Peki insan bunu nasıl kavrar?
Bu her şeyden evvel bir bilinç meselesidir. Geride bıraktığımız yüzyılda beden üzerindeki tasarruflara bakarak şunu söyleyebiliriz; modernitenin kendini bedenler üstünden var etmesi, tıpkı yapılar üzerinden, mimari üzerinden var etmesi gibidir. Bedenin siyasallaştırılması hatta yeni bir kavram üretelim, 'bedenin formatlanması' yönetimlerin en temel meselelerinden olagelmiştir. Yönetimler bunu yapar ama bizlerin bedenlerimizin formatlandığını kavrayabilmemiz bambaşka bir bilinç meselesidir. Zaten modern toplumların temel çelişkilerinden birisi budur. Çünkü aydınlanmadan beri modern toplum, aklın en ileri derecede insana hâkim olması ve insan tarafından içselleştirilmesi diye tarif edilir. Çelişki ise tam da bu noktada karşımıza çıkar. Bir yandan aklın zirvesinde gezerken bir yandan da bu slogan altında insan bedenini rasyonaliteden koparıp daha 'mistik' ve 'mitik' düzeye taşır. Modern bedenlerin oluşturulması aslında o 'mistik, mitik, metafizik' alanın işidir. Bu zihinsel meseleyi anlayabilmek ise başlı başına bir iştir. Dolayısıyla teorik bir önerme olarak, insan bedenine bakarak içinde yaşadığı toplumdan ziyade içinde yaşadığı iktidarı, iktidarın pozisyonunu, niteliğini anlayıp kavrayabilir. Fakat bir yandan da böyle söylenmesine rağmen rasyonalite ile ilişki kuramadığı için bu zor bir kavrayış olur.
Modernite kendine mistik ve metafizik bir alan açıyor da dinlerin, kutsal inançların beden üzerindeki tasarrufları nerede duruyor?
Zaten işte sorun tam da modernitenin kendine mistik ve metafizik alan yaratma arzusunda… Üstelik bu alan, dinin getirdiği metafizik alana bir çelişki olarak tarif ediliyor. Zira modernite, yine Fransız devrimi ve aydınlanma sonrası dinî metafiziğe karşı aklın metafiziğini kurma süreci olduğu için ve ana maksadı da dinin alanını geriletmek olduğu için insan aslında yaratılan çelişkinin bulanık alanında kalmıştır. Hâlbuki tamamen bir akıl yürütme olarak şöyle söyleyeyim, hangi din insanın kendi bedeni ile olan ilişkisi dışında tarif edilmiştir? Hıristiyanlık, bütün metafiziğini İsa'nın bedeni üzerinden tarif eder. İslamiyet'te insanın abdest alması mesela, insanın dinsel metafiziğini bedeni üzerinden tarif etmesi değil midir? Moderniteye gelince, bütün rasyonel akıl iddiasına rağmen o da kendi metafiziğini kurmak istedi ve bu elbette bir çelişkiye sebep oldu.
Yani dinlerin bedeni kutsal kabul etmesi gibi modernite de bedeni kutsuyor. İdeal beden algısı oluşturuyor, yaşlanmaktan korkuyor… Spor yapıp, diyet yaparak kendimize bakıyoruz. Aslında bir noktadan sonra bu beden algısı araçsallaşıyor. Nasıl oluyor bu?
Tarihsel olarak modernitenin kurduğu Faşizm, Sosyalizm gibi yönetim biçimlerine bakalım. Leni Riefenstahl'ın 1933 Nazi Partisi kongresini filmleştirdiği Triumph of the Will yapıtına bakalım mesela. Çelik gibi bedenler, güçlü sıhhatli bir toplum. Kemalizm'de de böyledir. Babam 1925 doğumluydu, aynen böyle yaşadı. Spor yapmak, sağlıklı ve zinde olmak, sağlam kafanın sağlam bedende bulunacağına inanmak…
Elif Akşit 'Kızların Sessizliği' kitabında anlatır; köy enstitülerinde kar yağardı, camları açar uyurduk diye.
Tabii, tabii aynen. Babam her sabah soğuk su ile yıkandı ölene kadar. Spor yapmak, üşümemek, kuvvetli yemek, ama aynı zamanda kuvvetli beden hareketliliği içinde olmak… Sosyalizme bakıyorsunuz aşağı yukarı aynı şey. Stalin dönemi posterlerine bakalım; alkole hayır, sebze meyve yemek, aynı şekilde spor yapmak övülür. Sosyalizm Batı dünyası ile mücadelesini genellikle bedenleri ile performans yapan sporcularının başarısı ile var etmeye çalıştı. Aynı düzeyde ressam ve müzisyen yetiştirdi diyemeyiz. Kemalizm'e dönüp bakalım, geçenlerde bir kitap yayınlandı, Yavuz Gürbüz'ün Evlatlar kitabı, İletişim Yayınları'ndan çıktı, sizin de bahsettiğiniz, köy enstitüleri, halk evleri tarihi ve 19 Mayıs'ın gençlik ve spor bayramı olmasını anlatıyor. Düşünsenize, bir ülkede spor bayramı diye bir şey ilan ediliyor. Ne demek spor bayramı? Bedenle birebir ilişkim var demek. O dönemlerde Selim Sırrı Tarcan'ın İsveç tarzı jimnastiği getirmesi, kadınlar ve erkekler arasında hızla yayılması... Bu hareketliliğin iktidarın bedene karşı tutumu ile yakın ilişkisi var. 1968'deki kırılma dünyada 'özgürleşme' bağlamında ele alındı hep. Ama bedenle de çok yakından ilişkisi vardı. Mesela doğum kontrol hapının bulunması, insanın bedenle olan ilişkisini yeniden tarif etti. Arzunun keşfi, cinselliğin çocuk yapmak maksadı ile kullanılmaması, kürtajın doğması…
90'lara gelince diyet, spor meselesinin altında başka bir şey var, müthiş bir narsistik dönemin sonucu. Arkasında başka psikolojiler var. İnsanoğlu bambaşka bir dönemece sürüklendi.
İnsanlık ne oldu da böyle bir kırılma yaşadı ve narsistik bir döngü içine sürüklendi? Nedir bu narsisizm?
Freud, 1900'leri depresyon dönemi olarak gösteriyordu. Bu depresyonun uzantısı olarak ardından narsistik bir sürece gelindi. Narsisizm zaten insanın kendi 'ben'i ile problemli bir ilişkidir. Burada başka bir kategori var, estetik kategorisi. Doğru veya yanlış formuyla bir estetizasyon meselesi var. Kendi 'hüsn ü ân'ına âşık olmak… Kendi bedenine âşık olmak, kendi bedeninde ideali aramak… Peki, kendi bedenini neye göre güzel veya çirkin buluyor? Bunun tarifini ise kendisi yapmıyor, bedeninde başka bir güzellik algısının tarifini aramaya çıkıyor. Genellikle bu algının kaynağı da Antik Yunan'dır. Antik Yunan'ın ana meselesi, Praksiteles'in altın orana göre yaptığı heykelin, ki ona 'müheykel' denirdi eskiden, bedeninin metafiziğini oluşturmaktı. İnsan bu müheykel bedeni kendi nefsinde gerçekleştirmeye gayret ederdi. Bugün bu gerçekleştirme çabası müthiş bir tüketim kültüründen de besleniyor.
Antik Yunan'da müheykel olan erkek bedeni, kapitalist beden olarak ne durumda bugün?
Bugün erkek bedeni de en az kadın bedeni kadar kontrol altında. Abide erkekler var her yerde; hem iyi baba, hem iyi eş, hem de fiziksel olarak nefis gözüken erkekler.
"Türkiye'de modernlik görselliği kurmadı, görsellik modernliği kurdu", diyorsunuz. Hatta bunun sonucu olarak da erkeklerin kurduğu cumhuriyetin kadınlarının da aslında erkeklere benzediğinden bahsediyorsunuz.
Bütün otoriter rejimlerde bu böyledir. Nazi estetiği diye bir kavram vardır. Nazizm, aslında muazzam bir eril estetik kurmuştur, etkilenmemek mümkün değil. Bedenler pırıl pırıl, jilet gibi üniformalar, deri çizmeler, deri çantalar, kemerler, tabanca muhafazaları… O dönemin kadınlarına bakın, giyim kuşamları, saçlarının başlarının tanzimi ile o eril estetik arasında daima bir ilişki vardır.
Döpiyes giymek gibi… Kadını çok net bir şekilde erkekten ayıran ama kadınsılık da taşımayan bir kıyafet. Erkekler arasında var olmak isteyen kadınların kıyafeti.
Unutmayalım yalnız, o günlerde döpiyesle başlayan süreç kendini tek tük ifade eden bir süreçken bugün başlı başına temel bir yaşama biçimi haline geldi. Bugün Amerika'da sigara içen, spor yapmayan, göbekli bir adamın veya bir kadının -Amerikan obezitesi bunun dışında ki, onların kendi ikonik bir pozisyonu var- kapitalist sistemin büyük kurumlarında yukarlarda yer alması mümkün değil. Bence içinde yaşadığımız bu yeni dönem bütün bu koşulları ile birlikte yeni bir otoriterlik tarifi içeriyor. Aslında bu konuyu yeterince yazmadım, üzerinde düşünüyorum ve şöyle diyorum; içinde yaşadığımız dönemin daha evvelki otoriterliklerden farkı şu: Diğer otoriter sistemler bu egzersizi çok açıktan ve yukarıdan yapıyordu. Şimdi hayatımızı esir alan bu yeni 'gizli otoriterlik' bu egzersizi sosyal kodlarla yapıyor. Bireyin ve toplumun zihnine amaçsal, gayet manidar mesajlar yerleştirerek yapıyor.
Yani kutsanan estetik ve görsellik standartlarına uyup uymadığımız sürekli gizli bir el tarafından test ediliyor. Toplum 'big brother' olarak sürekli bizi gözetliyor. Toplumun olmadığı noktalarda bu baskı ve kontrol sistemini kendimiz kuruyoruz. Ne yedin, ne kadar yedin, kötü mü beslendin, sağlıklı mı beslendin gibi…
Evet, sürekli bir baskı oluşturuyor. Benim bulunduğum meclislerde, sofralarda bu konuların konuşulmasını istemiyorum. Ne yazık ki, bugün gidin bir meclise oturun, bir süre sonra şu cümleleri duyacaksınız: "Ben şundan yemiyorum, tuzu kestim, kırmızı et yasak, Karatay diyeti yaptım, Dukan diyetine başladım, sen plates yapıyor musun, ben yogaya devam ediyorum, haftada üç gün jimnastik salonundayım, sabahları koşuyorum, sen de şunu yap, bunu yap, bunu iç, bunu dene, vegan oldum, kahveyi kestim… Bunlar tamamen bir 'toplumsal bakış' oluşturuyor, o yüzden benim bulunduğum meclislerde konuşulmasını doğru bulmuyorum.
Ve bu bakış açısı bizi sonsuza kadar esir alan bir bakış açısı. Sürekli takip ediliyoruz. Bedene tapınma bir ibadet halini aldı ve sürekli kontrol altındayız.
Daha kötüsü, doğallığımızı kaybettik. Napolyon Josephine'e mektup yazıyor bir seferden dönerken, artık dönüyorum, yıkanmayı kes diyor. İnsanların kendi bedenleri, kokuları, doğallıkları, bunları bile kaybettik. Sabah kalkıp duş alacaksın, akşam eve dönünce duş alacaksın, parfüm süreceksin, o şampuan, bu şampuan. Bu çok garip bir durum, sanki bedenin doğallığından sizi sıyırmak üzerine kurulmuş bir beden bilinci bu. Bu kadar spor yapmakla doğallık olabilir mi? Etrafıma bakıyorum, bunlar kendi bedenleri ile takıntılı hale gelmiş, kendi bedenlerinden başka bir şey düşünmeyen, hayatı bedenlerinin çelişkiler zindanı haline getirmiş insanlar…
Bunlar artık emanet olan bedene bakmaktan ziyade büyük öteki için yaptığımız şeyler…
Evet, nedir buradaki hadise, amacımız ne? Mesela insan bu kadar spor yapıp güçlü olmak mı istiyor? Peki, bu neyin gücü? Neye karşı güçlü olmak? Bundan 200 sene evvel yaşıyor olsaydık, bedenlerimizin bugünkünden daha güçlü olması gerekirdi, bugün yaşanan artık bedene iyi bakmak filan değil. İnsanın sağlığını gözetmesi, yürümesi, belli bir ölçüde hareket etmesi, iyi beslenmesi başka şey, doğal olandan bu derece uzaklaşmak başka bir şey. O kadar spor yapmanın, bu kadar bedenle uğraşmanın doğal bir yanı olabilir mi? Başta söylediğimiz narsisizmin bir belirtisi ve aslında bu depresyonun da sebebidir. Narsisizm doğrudan doğruya depresyondur ve buradan çıkamaz. Müthiş bir izolasyona da sebep olur. Aslında bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan şey, toplum terapisi. Ama gerçek bir toplum terapisi… Dünyanın da buna ihtiyacı var. Maalesef bugün toplum terapisi adı altında insanlar çıldırtılıyor. Dünyanın çok ilginç ve problemli bir döneminde olduğumuzu bilmek ve bunun dışına çıkmak gerekiyor. Bu yaşadığımız çağın hakikati.
Bedenin kullanımından beden teşhiri meselesine gelelim. Lafı uzatmadan soracağım, çıplaklık özgürleşme midir?
Şimdi bu söylediğin ile başka bir metafizik tartışma açıyorsun. Özgürlük, en basit hali ile Sartre'ın dediği gibi bağlanmak mıdır yoksa her tür angajmanın reddedildiği anarşik bir durum mudur? Bu konuya böyle bakmak lazım. Yani çıplaklığın bu kadar sergilenebilir olması, genel kamusal planda bir özgürlük müdür ona hemen kestirmeden evet ya da hayır diyemem ama çıplaklığın özgürlük ile bir ilişkisi var, bunu diyebilirim. Ama nasıl bir özgürlük? Bence orada özgürlük ile kurulan ilişki bireyin kendine ait alanın, öznenin ve duruşun toplumsal alanla belli temaslar yolu ile ifade edilmesidir.
Galiba biz burada özgürlüğü 'görünürlük' üzerinden tanımlıyoruz. Hâlbuki özgürlük, 'görünmezlik' üzerinden de tanımlanabilir. Görünür oldukça özgürleşmek neden? Giyim kuşam olduğu zaman veya örtünme olduğunda bu özgürleşme yaşanamıyor mu?
Sen, Foucault'un 'Las Meninas' analizini çok iyi okumuşsun, tabii, burada bir detayı ihmal etmeyelim ama bedenin çıplaklaşarak, soyunarak özgürleşmesi ile giyim kuşam bağlamında özgürleşmesi, yani görünmez olması birbirinden farklı. Özetle, görünürlük görünmezlik bedenin çıplaklığı ile ilgili bir şey değil. Orada başka bir durum var. Giyim kuşam, toplumsal ilişkilerin başka bir alanı ile irtibatlı, bunun en önemlisi statü, ikincisi kodlar. Roland Barthes'in bir sistem olarak modayı tarif ettiği analitik kitabı o açıdan önemliydi. Giyim kuşam, bedenin çıplaklığının dinî gerekçelerle veya başka bir nedenle örtünmesinden daha farklı bir şeydir. Mesela benim buraya gelirken kravat takmam, ama şimdilerde Syriza'nın başındaki adamın kravatını çıkartmak suretiyle yeni bir dil oluşturması, bunlar kodlarla ilgili. Bu kodların bedeni örtmesi veya açması, 'çıplanarak', -rahmetli Yaşar Kemal öyle derdi- özgürleşmesinden farklı. Toplumsal statüde pay elde etmek, pozisyon almak, kabul görmek gibi kavramlarla ilgili.
Hocam, müsaade ederseniz bu söylediğinize katılmıyorum, giyim kuşama bir tek statü ve kod olarak bakamayız, çıplaklığın kontrol altına alınması olarak da bakabiliriz.
Burada elbette bir kontrol var. Ama sosyal bir yanı da var. Etik veya ahlak dediğimiz hadisenin sosyal boyutu olduğu gibi giyinmenin de sosyal bir boyutu var. Mesela yeryüzünde tek başına yaşayan bir insan ahlaki norm açısından belki sadece şunu söyleyebilir: "Öldürmek, hayatta kalmak ve karnımızı doyurmak için mübah olabilir"… Onun dışında kendimize yeryüzünde yaşayan tek insan olarak başka hangi ahlak kodu koyabilirdik ki? Ama iki kişi olduktan sonra bir sürü başka kod çıkıyor karşımıza.
Hatta bu sebeple giyimin sınırları var. Hiçbir ahlaki değer yargım yok diyen insanlar neden çıplak gezmiyor, toplum bu sınırları neye göre koyuyor, bu sınırlar nerede başlıyor?
İşte maalesef hukukun en büyük çelişkilerinden birisi bu. Sosyal normlar meselesi. Daima çoğunluğa göre çiziyor. Başka bir izahı yok. O çoğunluğun getirdiği karar ikinci veya daha başka bir çoğunluğun getirdiği kararla çeliştiği zaman da meşruiyet sorunu ortaya çıkıyor.
Ama Türkiye'den örnek verirsek, mesela hukuk hiçbir zaman hukuk kurallarını çoğunluğa göre çizmedi, yeni konu açmak için demiyorum ama, öyle olsa başörtüsü yasağı diye bir şey olmazdı.
O konuda haklısın, üst iradenin kendini toplum adına karar verme yetkisinde görmesi durumudur bu. Carl Schmitt'in 'state of exception' istisna hali dediğimiz durumdur bu dediğin.
Bu konuya girmek istemem, zaten çok konuşuldu. Baştaki tartışmamıza dönelim istiyorum. Yönetimlerin, iktidarların bedene müdahalesini konuştuk. Mesela bir tuz tartışması var. Devletler restoranlarda masalardaki tuzlukların kaldırılması yönünde irade göstermek istiyor. Yemek masasındaki tuza müdahale ediyor. Birisi çıkıp 'ben kendi bedenime zarar veriyorum, devlete ne?' dediği zaman da 'ama ben de sosyal devletim ve sana bakmak zorundayım, dolayısıyla sağlığın beni ilgilendirir' diyor. Devlet müdahalesini hep çok olumsuzmuş gibi anlıyoruz, bu tarz müdahaleler hakkında ne demek istersiniz?
Alkol, sigara kullanımı, bunların üzerindeki tasarruflar, hepsi aynı minvalde. Bedene müdahalenin ötesinde burada 'habeas corpus' diyor, bu senin talebin aslında diyor zira devletin bedeni kaybetme hakkı yok… Senin aşılanman, ameliyat edilmen, idam edilmen, bunların hepsi beden üstünden bedenle iktidarın doğrudan ilişkisidir. İktidarın temel varoluş koşullarından birisi zaten beden üzerinde bu tarz tasarruflardır. 'İlkeller' dediğimiz -yanlış bir söz ama- düzeyde de devlet belki yok ama müdahale vardır. Orada da yine bedene müdahale üzerinden otorite kendisini var eder. İyi yönde müdahale meselesine gelince, bu bir kabul meselesi, burada da kabulün rölativitesi ile ilgili bir şeyi tartışırız. Bana göre tuzun az yenmesi, alkolün az içilmesi veya kontrollü içilmesi, sigaranın, esrarın yasaklanması iyi bir şey olabilir. Ama burada önemli bir noktaya az evvel temas ettin aslında 'bizde otoritenin giyim kuşamla ilişkisi çoğunluğun değil azınlıkta olanların talebi olarak' belirleniyor meselesi aslında hâlâ üzerinde uzun boylu tartışılması gereken bir husustur. Amerika'dan örneklerden gidelim. Amerika'da sivil toplum fevkalade bir yerde. Toplum pek çok alanda kendisini iç örgütlenmesi ile denetliyor. Hatta bu bizde çok tartışılan mahalle baskısının en üst düzeyde hissedildiği noktalara götürür toplumu. Mesela 'dry town' diye bir şey var. İçine alkol sokulmayan kasabalar. New York, aykırılıkların şehri olarak bilinir değil mi? Hâlbuki hiçbir barda, barmenin içtiğiniz içkiyi kontrol etmesine mani olamazsınız. Düzenin biraz dışına çıkmaya başlamışsanız, barmen, 'size içki vermiyorum' deme hakkına sahiptir. Şimdi bu kadar özgürlükçü bir toplumda bu kısıtlama nasıl oluyor? Hatta bahsettiğiniz tuz yasağı da oradan başladığına göre, dolayısıyla bunları olumlu olumsuz bir müdahalenin sınırları içinde değerlendirirken meselenin bu boyutunu da gözden kaçırmayalım.
Foucault bu baskıyı çok paradigmatik örnekler etrafında anlattı, hapishane, akıl hastanesi…
Evet, normal kavramının kabulü meselesi…
Ama hayatın içindeki bazı meseleler bu kadar pragmatik çözümlenemiyor. Beyin ölümü gerçekleşmiş insanların bir türlü fişini çekememek mesela, o da normal seyre müdahale…
O başlı başına bir hukuk konusu… İradesi olmayan bir kişinin yerine kendisini koyarak o iradi kararı kim verecek? Ötenazi denen hadise de budur. Ne zaman olacak, ne zaman olmayacak?
İntihar da öyle. Bir de şimdi canlı yayında intihar izliyoruz. Dünyanın çeşitli yerlerinde bir diğerini yiyen, yemeye çalışan insanları görüyoruz.
Tabii bunun dizisi de var biliyorsun, Hannibal. Adam kurbanlarından bir sezonda Fransız mutfağı yapıyor, bir diğer sezonda Japon mutfağı yapıyor, meselenin fantezi boyutunu bir kenara bırakıp intihar hadisesine bakarsak, buna ne söyleyebilirim diye düşünüyorum. Çünkü tam da bahsettiğin gibi değişik bir form var artık. Eskiden bir garibanın dünyadan daralıp kendisini götürüp denize atması ile son dönemin ortaya çıkardığı yeni durumlar ve psikolojiler arasında bir hayli fark var. Bu yeni etkileşim dönemi o kadar yabana atılacak bir durum değil. Sabahtan akşama kadar tüketim kültürünün nesneleri ile çıldırtılmış insanların arızalı davranışlarını bu düzeyde ortaya koymasının Fransız İhtilali'nde Marquis de Sade'nin yaptıkları gibi ele alınması gerekir. Yani Sade'nin bütün o sadik performansının altında Fransız İhtilali'nin getirdiği bedene müdahale, özgürlük anlayışı ne idi ise, bu, 21'inci yüzyılda içinde bulunduğumuz koşulların gene beden birey arasındaki ilişkileri bağlamında düşünülmesi gerekir. Birebir aynen benzeşme anlamında söylemiyorum, ama her dönemin bedenle insan ilişkisinin en aykırı biçimde ele alınmasını öneren tutumla arasında bir ilişki var. Neden Pier Paolo Pasolini 1970'lerde Sade'nin eseri Sadom'un 120 Günü'nü bir İtalyan komünisti olarak tekrar hatırladı ve sinemaya dönüştürmek ve gündeme getirmek istedi? Bunlar birbiri ile bağlantılı şeyler.
Beden üzerine bu derece aykırı müdahaleyi annem görse iman ve Allah korkusu eksikliği derdi.
Bir şey söyleyeyim mi, bu o kadar görmezden gelinecek bir açıklama değil. Ben Sartre ile büyümüş bir adam olarak, Sartre gibi varoluşçu olmadım hiçbir zaman tabii ama onu çok etkilenerek okudum, bütün o varoluş edebiyatını, bu dinî angajman meselesine benim kuşağımın yaklaşımından biraz daha farklı bakmaktayım. İman, çok kuvvetli bir kavram ve tarif eden bir kavramdır ve aynı zamanda çözümleyen bir kavramdır. Çünkü her tarif eden çözümleyen, her çözümleyen tarif eden demek değildir. Bu ikisini birlikte görmek lazım.
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim hocam…
HASAN BÜLENT KAHRAMAN KİMDİR?
1 Eylül 1957'de Kars'ta doğdu. Doğduğu şehirde başlayan ilköğrenim hayatını Ankara'da tamamladı. 1980 yılında Gazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Hacettepe Üniversitesi'nde ekonomi alanında yüksek lisans yaptı ve aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştı. Yüksek lisans sonrası akademik çalışmalarını ABD'de Columbia ve New York Üniversitelerinde sürdüren Kahraman, Bilkent Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi alanında doktorasını tamamladı. Sırasıyla ODTÜ, Bilkent, Sabancı Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1991-1995 yılları arasında Kültür Bakanlığı'nda baş danışmanlık yaptı. Uzun yıllar
Radikal gazetesinde yazdı. Başlıca akademik ilgi alanlarını; Politik Düşünce ve Kuram, Politik İdeolojiler, Sosyal Kuram, Kültürel Kuramlar, Sanat Kuramları, Görsel İdeolojiler ve Kuram, Çağdaş Türk Politikaları, Popüler Kültür, Türk Edebiyatı, Yapısalcı Sonrası Felsefe gibi konular oluşturmaktadır.
Postmodernite ile Modernite Arasında Türkiye,
Türkiye'de Görsel Bilincin Oluşumu,
Türkiye'de Yazınsal Bilincin Oluşumu, Cinsellik Görsellik Pornograf i, Cam Odada Oturmak gibi çok konuşulan kitaplar yazdı. 20'den fazla basılmış kitabı, birçok dergide yayımlanmış makaleleri, ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sunulmuş tebliğleri bulunan Kahraman, halen Kadir Has Üniversitesi'nde rektör yardımcılığı görevine devam etmekte ve
Sabah gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.