Ses getiren romanlar ve divan edebiyatı üzerine yapmış olduğu araştırmalarla tanıdığımız İskender Pala ile ‘Hz. Peygamber aşkı’ üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Ses getiren romanlar ve divan edebiyatı üzerine yapmış olduğu araştırmalarla tanıdığımız İskender Pala ile 'Hz. Peygamber aşkı' üzerine kâh keyiflendiğimiz, kâh hüzünlendiğimiz bir sohbet gerçekleştirdik. Sevmenin yolunun evvela sevgiliyi bilmekten, tanımaktan geçtiğini söyleyen Pala'ya göre bugün birçoğumuz aslında Hz. Peygamber'i hakkıyla tanımadan sevdiğimizi iddia ediyoruz. Bu bilmezliğin getirmiş olduğu kopukluktan ötürü de O'nun mesajını ve ahlakını içinde yaşadığımız çağa ve kendi hayatlarımıza aktarmakta zorlanıyoruz.
Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Bu sayımızın konusu 'aşk'. Size de bundan bahsedince, siz 'Peygamber Aşkı'ndan bahsetmezsek bir şeylerin eksik kalacağını söylediniz. Buradan yola çıkarak öncelikle Hz. Peygamber ve onun aşkından konuşacak olursak nasıl bir karakter çıkıyor karşımıza, aklımıza ne geliyor ya da ne gelmeli?
Belki de şöyle; Hz. Peygamber'in bu çağda bilinmesi ve örnek alınması gereken kişiliği iyi biliniyor mu? Biz onun nelerini hayatımızda öncelemeliyiz? Sünnetinden ve hadislerinden ne kadarıyla ve nasıl bir hayat yaşamalıyız? Evet, her birimizin kendimize sormamız gereken sorular bunlar. Son yazdığım kitap (Bülbülün Kırk Şarkısı) Hz. Peygamber'in hayatıyla alakalı olduğu için üzerinde sık düşündüğüm sorular bunlar. Okuduğum pek çok siyer kitabında Hz. Peygamber pek çok farklı yönlerden anlatılmış. Kimisi Hz. Peygamber'in hayatını genel çerçevede anlatmış, kimisi hadislerden yola çıkmış, kimisi Kuran'ı merkeze almış. Şüphesiz tarihten intikal eden genel siyer bilgileri hepsinde var. Ama sormak lazım, bu çağda insanlara Peygamber'i hangi yönleri ile anlatmalıyız? Mesela Peygamber Efendimizin bütün ömrü boyunca savaşlarla geçirdiği toplam süre altı ay kadardır. 63 yıllık bir ömürde sadece altı ayı merkeze alıp Hz. Peygamber'i anlatabilirsiniz. Bir mücadele insanı bir savaş kahramanıdır o. Ama Hz. Peygamber'i bu şekilde mi anlatmalıyız? Mesela Çağrı filmindeki gibi baştan sona savaşlarla dolu bir Peygamber filmi mi çekmeliyiz? Yoksa bir baba, bir dost, bir lider, bir iş adamı, bir eş olan Hz. Peygamber'i mi anlatmalıyız? İnsanların onun hangi yönlerine daha çok ihtiyaçları var? Bu soru merkeze alındığında onun örnek hayatını öğrenerek aslında çağımızın bütün sancılarını dindirebilecek reçeteler üretilebilir. Bu da ancak Hz. Peygamber'i sevmek, sevgisini çağın ihtiyaçlarına göre yorumlamakla mümkündür. Çünkü bizler Hz. Peygamber'i nasıl yorumluyorsak öyle seviyoruz. Mesela, onun hayatından bilmekle yükümlü olduklarım nelerdir, uymam gereken sünnetinin değeri nedir gibi sorular hatırımıza gelmiyor. Bir Müslüman'ın kendisine sorması lazım gelen sorular bunlar. Çağın ihtiyacı nedir? Çağın ihtiyacına göre biz Peygamber'in hayatından neyi öne çıkarıp yaşamalıyız? Mesela 'gülümsemeyi, merhameti, şefkati, kul hakkına girmemeyi' öne çıkarabiliriz. Hz. Peygamber'in hayatında işini iyi yapmak diye bir şey vardır. Bence bu dönemde örnek alınması gereken en önemli husus budur. Cihat kelimesi sadece eline kılıç alınıp savaşmak değildir. Cihat ile cehd aynı kelimedir ve gayretli çalışmanın bir cihat olduğunu bilmek gerekir. Hangi iş olursa olsun onu iyi yapmak gerekir. Gazeteciyseniz bunun en iyisini yapmalısınız. Kunduracıysanız da en iyisini yapmalısınız. Bunun adı profesyonelliktir, İslam terminolojisine göre sünnete uymaktır. Yani işimizi profesyonel şekilde yapmayı öğrendiğimizde Hz. Peygamber'i sevmeye başladık demektir. Hz. Peygamber'in içimizdeki sevgisi bizi onu taklit etmeye sevk eder. Madem ki o yaşayan Kuran-ı Kerim'dir, o halde bizim hayatımızın her safhasında mevcut olmalıdır. Bu yüzden Hz. Peygamber'in hayatını çocuklarımıza sık sık okutmalıyız.
Sizce yeterince tanıyor muyuz Hz. Peygamber'i?
Biz Müslüman bir toplumda yaşıyoruz ama Peygamberimizin hayatını bir kere bile baştan sona okumamışız. Ama sırası geldiğinde onu çok sevdiğimizden bahsediyoruz. Sevmek için önce öğrenmek lazım değil mi? Hz. Peygamber'in her çağa göre hayatından mercek altına alınıp uygulanması gereken sünneti olduğunu ve o sünnet doğrultusunda doğru şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum ben. Buna aşk da dahildir. Çünkü aşk kalbimize yanlızca insanları nasıl seveceğimizi değil, Hz. Peygamber'i de nasıl sevmemiz gerektiğini telkin eder. "Hz. Peygamber'i nasıl sevmeliyiz?" O herhangi bir insan değil, atalarımızın ona karşı aşk derecesindeki sevgileri şimdi kayıp mı oldu, nerelere gitti? Eğer onu aşk derecesinde seviyor olsak sünnetini yerine getirirdik. Bir âşık, sevgilisinin kendisinden olmasını istediği şekilde olur ve bu ona mutluluk verir. Rasulullah (s.a.v) bizden hadisleriyle ve örnek hayatıyla birçok şey istedi ve biz şimdi hangisini yapıyoruz? O'nu sevdiğimizi söylüyoruz ama bir âşığın maşukuna gösterdiği bağlılığı gösteriyor muyuz? Hayatın gerçek anlamı, varoluşumuzun sebebi ve Allahu Teâla'ya kul olmanın yegâne rehberi olarak O'nun hayatımızda ne kadar yeri var? Bu soruyu sorduğumuzda onu nasıl sevmek gerektiğini anlarız. Tarihimizde O'nu seven ve âşık olanları gördükçe, okudukça, öğrendikçe bu zamanlar için hayıflanıyorum. Kucak açarak gidip ravzasında 'Muhammed' diye haykırarak can veren hacılar nerde şimdi? Hatırlarsınız, insanlar Peygamber Efendimizin adı anıldığında sağ ellerini göğüslerinin üzerine götürürler. Şimdilerde bu bir saygı ve hürmet ifadesi.
Peki, eskiden bunu ne için yaparlardı?
Hakiki âşık, sevgilinin adı anıldığında hemen gözünden yaş dökülen âşıktır. O kadar ki, başını öne eğer ve sevgilisinin yüzüne bakamaz. Bir zerre güneşe nasıl baksın! Ashabı da Resulullah'ın yüzüne bakamazdı... Baksalar gözleri kamaşırdı. Yani eski âşıkların 'Muhammed' adı anıldığında kalpleri yerinden fırlayacakmış gibi o derece çarpıyordu ki… Biz bugün sağ elimizi bastırıyoruz. O zamanlar onlar iki ellerini kalplerine bastırırlardı. Kalpleri yerinden fırlayıp çıkmasın diye… Bugün Hz. Peygamber'in adı anıldığında salavat getirmekten bile aciz toplum Hz. Peygamber'i sevdiğini söylüyor. Adı anıldığında kalbi yerinden çıkacakmış gibi olan âşıklar nerede şimdi?
Ben divan edebiyatçısıyım. Şiirin hasını bilirim. Yüzyıllar boyunca hangi şair ne derecede şiir söylemiş bunu da anlarım. Hatta bana bir şiir getirseniz ve şöyle sorsanız: Hocam bu şiirin şairini bulamadık derseniz, ben o şiirin üç aşağı beş yukarı falancanın şiirlerine benziyor diye size söyleyebilirim yahut da falanca yüzyılda yazılmıştır diye tahmin yürütebilirim. Ama şairini bildiğim halde bu şiir bu adamın mı diye beni hayrete düşüren tek şiir 'naat'tır. Naat biliyorsunuz, Hz. Peygamber için yazılan şiirlerin genel adıdır. Yüzyıllar boyunca bizim divan şairleri içerisinde öyle Hz. Peygamber âşıkları yaşamış ki… Gazel yazarken, kaside yazarken tanıyabildiğim, üçüncü derecede ikinci derecede birinci derecede standartlar biçtiğim adam 'Naat' yazarken, Hz. Peygamber için şiir yazarken bambaşka bir insan oluveriyor. Artık onu tanıyamıyorum. Çünkü o şiir, şairlik gücüyle değil aşkla yazılmış bir şiir oluyor ve diyorum ki; bu adam bunları nasıl söyler? Peygamber Efendimizi seven âşıklarının dillerinde O'nu anlatmak artık tamamen kelimelerden çıkıyor, bir ruha dönüşüyor ve o üçüncü derece şiir söyleyen adam birdenbire şiiri birinci derece de değil kendini ve çağını aşarak söylemeye başlıyor. Diyorum ki o zaman, İşte Hz. Peygamber'i sevmek böyle bir şey.
Siz anlatırken çok güzel bir yerden anlatıyorsunuz ama bu biraz da sizin Hz. Peygamber tahayyülünüzle oluşan bir sevgi. Hani siz de bahsettiniz O'nu nasıl anlarsanız öyle seversiniz diye… Peki, bu aşkı herkesten beklemek biraz yüksek bir beklenti değil mi sizce?
Hayır! Modern hayat, Hz. Peygamber'in sünnetini ikinci plana itemez. Bir Müslüman O'nun ümmetidir yahut da değildir. Bu kadar basit. Kuran-ı Kerim'in bir ayetine uyarsınız yahut uymazsınız. Hz. Peygamber'in sünnetini uygulamakta modern hayat içinde zorlanıyoruz demek, önceliklerimizi ve sıralamamızı değiştirmemiz gerektiğini gösterir.
Aslında itiraz olarak değil de, meseleye biraz algı boyutundan yaklaşmak istedim. İnsanların algılarının bu kadar dağınık ve parçalı olduğu, duygulardan bu kadar uzaklaşıldığı bir dönemde Hz. Peygamber'in aşkına ulaşma kaygısı gütmeyi bile aklına getiremeyecek büyük bir toplulukla karşı karşıyayız sanki.
Bunun sebebi sevgiliyi tanımamaktan geçiyor. Tanımadığınız bir sevgiliyi hangi yönüyle sevebilirsiniz ki? Hepimiz Hz. Peygamber'in hayatını bilmeliyiz, okumalıyız. Bize davranış kodlarımızı, reflekslerimizi onun sünneti içinden seçerek yaşamak düşüyor. Hayatımızın herhangi bir anında, herhangi bir sahnesinde, herhangi bir gününde karşılaştığımız bir hadiseye nasıl yaklaşacağımızı, bir kişi ile nasıl bir ilişki kuracağımızı Hz. Peygamber'in hayatını bilmiyorsak sünnete uygun yapabilir miyiz? Modern hayatın şartlarını bilerek, modern hayatın gerektirdiği şekilde yaşıyoruz. Bu doğru. Ama Hz. Peygamber'in hayatını bilirsek onun gerektirdiği şekilde de yaşayabiliriz. Kaldı ki, biz modern hayatı Hz. Peygamber'in hayatına uydurma durumundayız. Hz. Peygamber'in hayatını modern hayata uydurmak durumunda değiliz! Mademki Müslüman kimliğimiz var, o zaman bütün teknolojik gelişmeler, üretilmiş olan bütün külli akıl, geliştirilmiş olan bütün teoriler, sistemler… Hepsini biz öncelikle bir Müslüman kimliğiyle yaşamak zorundayız. Bizim Hz. Peygamber'in sünnetine uymamız bunları karşımıza almak gerektiği anlamına gelmez. Zaten Hz. Peygamber'in bizden istediği, bu çağda en gelişmiş aklı, en gelişmiş teknolojiyi kullanarak en zarif, en nazik insan olmamızdır. Müslümanlara bakalım… Hz. Peygamber ne kadar zarafet ve nezaket sahibiydi, bugünkü Müslümanlar ne kadar kaba ve yontulmamış? Hz. Peygamber işini ne kadar güzel ve iyi yapardı, Müslümanlar ne kadar tembel ve işlerini ne kadar kötü yapıyorlar?
Bunun altında ne var sizce?
Hz. Peygamber'i seviyor muyuz? Her şeyin altında bu soru yatıyor. Hz. Peygamber'i seviyorsak, o zaman Hz. Peygamber'in bizden olmamızı istediği gibi olacağız. Çünkü her âşık sevgilisinin formatlarına göre sevgilisinin kendisine biçtiği hayatı yaşamaktan mutlu olur. Belki konuyu dağıtıyoruz ama ben size başka bir hikâye anlatayım.
Lütfen buyurun…
Divan edebiyatında âşık maşukunun delisidir. Sevgili onu âşık etmek için çırpınmaz. Sevgili gelir ve ona vurulur. Sevgili âşığın akıldan sıyrıldığını görünce, -çünkü aşk aklı geri plana iter- kendisine âşık olanların sayısının gittikçe arttığını görünce onlar için bir 'bimarhane' kurar. Bimarhane, hastanenin karşılığıdır. Hastane bedensel hastalıkların tedavi edildiği yerdir ama bimarhane aşk hastalarının tedavi edildiği yerdir. Edirne'de bir şifahane var işte orası mesela bir bimarhanedir. Kayseri'deki Gevher Nesibe keza öyledir. İstanbul'da bunlardan 16 tane vardı hepsi kayboldu. Divan şiirinin sevgilisi âşıklarını kenara itivermez. Bunlar benim yüzümden akıldan çıktı, akıllarından vazgeçtiler, kendilerinden vazgeçtiler…
Sevgili için olmak, kendinden vazgeçmek demektir. Hakiki bir mümin Hz. Peygamber için olan kişidir. Çünkü hakiki bir müminin gerçek hayatı bu dünya hayatı değildir. O'nun sünnetine uygun ebedî hayatı kazanmaktır. Şimdi buradan geri dönüyorum. Yunan mitolojisinde bizim divan şiirinin sevgilisi ve âşıkları gibi Sirse diye bir kadın tanrıça vardır. Sirse o kadar güzel bir tanrıçadır ki kendisini gören herkes ona âşık olur. Sirse onlara görününce şöyle der: "Bana âşık mı oldun?" Evet Sirse, ölüyorum senin için. Sirse cevaben: "Ama bak hâlâ sevdiğini söyleyebiliyorsun, aklın başında demek ki. Peki, bu nasıl aşk böyle?" Yani aklın başındayken bana âşık olduğunu nasıl söylersin? Sirse, aşkını ispat etmesini ister. "Mesela benim için köpek olur musun?" Yok canım Sirse nereden çıktı şimdi bu? Sirse cevap verir; "Sen bana âşık değilsin, git" der. Ertesi gün bir başkası aşkını itiraf eder Sirse'ye. Sirse sorar: "Benim için aslan olmaya razı mısın?" Aşkını itiraf eden, hayır canım olur mu öyle şey diye reddeder aslan olmayı. Ama diğer âşıklarından bazıları Sirse'nin her istediğini kabul eder. Sirse, sen benden bir kurt, kuzu, ayı ne olarak yaşamamı istersen ben yaşarım diyenler çıkar âşıkların içinden. Değil mi ki sana aşığım, o zaman senin için bunlara katlanırım…
Sirse sonunda bizim divan şiirinin sevgilileri gibi bunlar için bir çiftlik kuruyor ve kendisine âşık olanları o çiftliğe atıyor, kimisi ceylan, kimisi aslan, kimisi kurt, kimisi sırtlan, kimisi tilki, kimisi köpek ve onlar da o çiftlikte sevgiliden bahsederek, sevgiliyle konuşarak, aralarında sadece sevgili konuşarak yaşıyorlar. Bir gün Zeus, Sirse'ye kızıyor, "Senin bu yaptığın çok alçakça, neden onları kılık değiştirip bu hallere soktun?" Sirse de diyor ki; "Yüce Zeus, bu soruyu bana sormaman lazım, git onlara sor. Benim çiftliğimde bir sırtlan olarak, bir aslan olarak yaşamayı mı tercih edecekler yoksa bensiz bir insan olarak yaşamayı mı tercih edecekler? Doğu kültürüne bakın ki o bimarhane açıyor, kimisi hayvan çiftliği açıyor...
Peki, biz ne yapıyoruz Hz. Peygamber için sorusu geliyor insanın aklına…
Hz. Peygamber nasıl sevilirmiş, ben size bir hikâye ile anlatayım:
Yıllardan 1596 diyelim. Tahtta III. Mehmet var, Ferhat Paşa sadrazam. Hakanî Mehmet Bey isminde bir saray kâtibi var, Hakanî deniliyor onlara. Haftada üç gün sarayda divan toplanıyor, bunlar da divan toplantısında perdenin arkasında oturup, divanda konuşulan her şeyi deftere geçiriyor. Bunlar altı yedi kişiler, divanda konuşulanların başını birisi yazıyor sonunu birisi yazıyor, böylece "öhö" bile deseniz, o bile kayda giriyor. Osmanlı arşivleri, dünyada en sağlam tutulmuş arşivlerdir bu bakımdan. Bunların üç günlük görevleri tüm divanı başından sonuna kadar kayda geçirmek. Kâtip oldukları için bilgili eğitimli insanlar. Bir kandil akşamında, diyelim bir mevlit kandilinde, "Ben Hazreti Peygamber'i seviyorum, onun doğumu şerifiyle bir şey yazayım" diye başlıyor bir şiire, Hilye kitabını yazıyor. Hilye, Hazreti Peygamber'in, ruhi, yüz ve beden güzelliklerini anlatan bir kitaptır. Sadece Türk edebiyatında vardır. Tıpkı mevlit gibi. Bizim Mehmet Bey bir şiire başlıyor, yazıyor, yazıyor… Kalemini tutamıyor. Hazreti Peygamber ya konu, kalbinden doğup geliyor her şey. Hiç öyle düşünmüyor, şurada vezin şurada kafiye şurada şu… Akıyor.
Bir gün divana giderken Ferhat Paşa, Mehmet Bey ile divandan önce karşılaşıyor. Sarayın girişinde Bab-ı Hümayun önünde. "Mehmet ne yapıyorsun son günlerde" diyor Paşa. O da "Şiir yazmaya çalışıyorum" diyor cevaben. "Hele var mı örnekleri göster" diyor. O da kuşağından, sarığından bir şeyler çıkarıyor, "Böyle şeyler işte" diyor. Paşa okumaya başlıyor ve "Mehmet Bey, bunlar bende kalsın" diyor. Tek nüsha, düşünsene, yani şimdiki gibi böyle bilgisayara yazdım, dosya hazır falan yok. Mehmet Bey'in içi gidiyor tabi ama ne desin... Neyse divana giriyorlar, herkes görevini yapıyor. Çıkışta veziri göremiyor. Ertesi hafta yani ertesi divan toplantısında heyecanla geliyor tabi geri alacak şiiri, devamını da yazıyor tabi. Divan toplanıyor, herkes görevini yapıyor, yazıyor çiziyorlar, Padişah kafesten izliyor tabi. Padişah meclise geliyor. Tabi bu olağanüstü bir durum. Ondan sonra perdenin arkasından sesleniyorlar: "Helâl Mehmet Bey huzura!". Mehmet Bey de "Eyvah! Padişah da divanda, huzura beni çağırıyorlar, acaba hangi hatayı yaptım?" diye düşünüyor, elleri titreyerek huzura geliyor. Padişah "Otur Mehmet" diyor. Mehmet Bey hemen oturup kalkıyor. Padişah makamında oturulmaz tabi. "Otur Mehmet Bey" diyor Padişah tekrar. Bir şilte gösteriyorlar. O gene oturup kalkıyor. En son "Otur ve kalkma" diyor. Böyle çömeliyor, yüzü düşüyor. Kim bilir nerede, nasıl iftira attılar falan... O sırada Padişah, Hakanî Mehmet Bey'in o tomarda yazdığı şiirlerden ezberinden okumaya başlıyor. On-on beş beyit okuyor, sonra Vezir-i Azam devam ediyor, o bırakıyor Kaptan-ı Derya başlıyor. Onlar sırayla bunları okurken, bizim Hakanî Mehmet Bey, üzüldükçe üzülüyor, üzüldükçe üzülüyor. Ne yapacağını bilemiyor. Diyor ki Padişah bitince: "Mehmet Bey, dile benden ne dilersen!" Mehmet Bey perişanlıkla: "Özür dilerim" diyor. Padişah bu cevabı duyunca bozuluyor ve kalkıp gidiyor. Kalkıp gidince tabi kraldan çok kralcı her çağda çoktur. Ötekiler, "Sen ne yaptın?" diyorlar, az evvel şiirini okudukları adama başlıyorlar giydirmeye. "Böyle mi söylenir, Padişah dile dediyse dilenir" falan. İçlerinden biri diyor ki "Bir sonraki divanda padişah sorar bize, ne verdiniz diye, bir şey dile" diyorlar. Hakanî Mehmet Efendi'nin verdiği cevap şu: "Kusura bakmayın, ben yazdığım şiir için bir şey dilemeyi ucuza satılma addederim."
Yani sevgilisine yazdığı şiire bu dünyalık bir değer biçmek sevgiliye de hakaret onun nezdinde…
Evet. Ama Hakanî Mehmet Bey bunu söyleyince, "Sen yine de göstermelik olarak bir şey iste" diyorlar. O da diyor ki, madem öyle, ben Edirnekapı'da oturuyorum, yaşım da ilerledi, Edirnekapı'dan Topkapı'ya gidip gelmek çok uzun sürüyor, benim şehir içinde hayvanla gidip gelmeme müsaade buyrulsun. Tamam, diyorlar, bir at bağışlıyorlar hemen. Bir sonraki toplantıda padişah soruyor, "Mehmet Bey'e ne hediye verdiniz?" diyor. Caize deniliyor ona. Caize, bütün Osmanlı sultanlarının Peygamber'e olan aşklarını, sevgilerini gösteren bir sünnet uygulamasıdır. Hz. Peygamber, güzel şiir okuyup yazdığı için Kab bin Züheyr'e sırtındaki hırkayı hediye etmişti. Onun için Osmanlı hükümdarları da Hz. Peygamber'in sünnetine uymak için, güzel bir şiir olunca ona hatırı sayılır bir hediye verirler. Hünkârım, bir at bağışladık, onunla gidip gelecek diyorlar. O sırada Bostancı Ağa, müsaadenizle hünkârım diyor, at ölsün töre bozulmasın. Şehir içerisinde hiç kimse at ile gidip gelemez. Ancak vezir olması lazım. Ulu orta birisi ata binmeye başlarsa töre bozulur. Bunun üzerine ikinci bir kriz çıkıyor. Yine Hakanî Mehmet Bey'e ne vereceğiz diye düşünülüyor. O sırada Cıgalazade Sinan Paşa, şimdiki Cağaloğlu dediğimiz semti kuruyor. Oralara hamam yaptırıyor, ev yaptırıyor falan. Diyorlar ki, madem bu adamın derdi uzağa gidip gelmek, şuradan bir ev verelim ona yakınlarda otursun. Israr ediyorlar ve kabul ettiriyorlar. Hakanî Mehmet Bey o evde sadece bir gece kalıyor. Ucuza satılmamak için, ertesi gün evi fakir fukaraya bağışlanmak üzere sattırıyor ve yine Edirnekapı'ya gidip gelmeye başlıyor. Yazdığı şiir karşılığında bir ev alırsa, caizeyi burada almış olacak. Ama o caizeyi öbür tarafta istiyor. Gidince Peygamber Efendimize, "Ben senin için bunu yaptım" diyecek. Aşk bu işte. Bu dünyayı aşıp ta oraya gideceğini bilmek…
Sonra, bizim Muallim Naci diye bir şairimiz vardır. Esami isimli bir biyografi kitabı vardır onun. Orada Hakanî Mehmet Bey'in de biyografisini yazmış. Muallim Naci orada şöyle bir hikâye anlatıyor. Hakanî Mehmet Bey, sekerat-ı mevt halindeyken, etrafındaki dostlarıyla otururken, şehadet getirdi, salavat getirdi, sonra da dedi ki; "Ey sefalı dostlar! Şu cennet bahçeleri ne güzel bahçeler imiş!" Son anda, gideceği yeri gördü, tekrar şehadet getirdi ve son nefesini verdi diyor, Muallim Naci böyle anlatıyor. Ben de şöyle diyorum: Hz. Peygamber'i sevmek işte böyledir. Hz. Peygamber'e karşı aşk, ancak bu demektir. Şimdi biz, O'nun ümmetinden olup olamamayı, O'nun sünnetinden olup olmamaya bağlayabiliriz. O'nun sünnetindensek, ümmetindeniz. Yoksa adı anılınca elini kalbine götürüp… Bir de riyaya giriyor biliyor musunuz? Kalbin yerinden çıkmıyor ama sen yine de kalbin yerinden çıkıyormuş gibi elini kalbine götürüyorsun. Bunun hakikatine erebilecek bir aşk nasip etsin Allah bize.
PROF. DR. İSKENDER PALA KİMDİR?
1958 yılında Uşak'ta dünyaya gelen İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. Divan edebiyatı alanında 1983 yılında doktorasını tamamlayan Pala, yaklaşık 15 yıl Deniz Kuvvetleri'nde öğretmen subay olarak görev aldı. Ordudaki görevi esnasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde deniz tarihi üzerine bilimsel çalışmalarda bulundu. 1993 yılında doçent, 1998 yılında profesör oldu. "Divan şiirini sevdiren adam" olarak da tanınan İskender Pala, divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirin ilhamından faydalanarak makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı. Yine divan edebiyatına dair vermiş olduğu seminer ve konferanslar halk tarafından büyük bir teveccüh gördü. Ortaokul ve lise öğrencileri için de edebiyat ve Türkçe ders kitapları hazırlayan Pala'nın Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk, Katre-i Matem, Şah ve Sultan, Aşkname, Od, Efsane, Mihmandar, Bülbülün Kırk Şarkısı gibi romanları onlarca baskı yaptı. 2013 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen yazar evli ve üç çocuk babasıdır. Halen Kültür Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmaktadır.