İyi ki yazmış
Marcel Proust'un 9 milyon 609 bin harften oluşan (Fransızca orijinali) şahane romanı Kayıp Zamanın İzinde'si en uzun roman.
Keşke yazmasaymış
Her şeyi bilen Umberto Eco'ya göre; Augusto Monterroso'un yedi harflik El Dinosaurio'su en kısa roman. Türkçesi beş harf: "Uyandığında, dinozor hâlâ oradaydı."
Yanlış soru:
"Yazar olabilir miyim?"
Doğrusu bunun için çok ama çok çalışmayı göze alabilir miyim? Celil Oker, Bilgi Üniversitesi'nde, masal bilimci Joseph Campbell'ın teorileriyle desteklediği enteresan bir yazma dersi veriyor yıllardır. Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabında, en sıradan görünen insanın hayatının bile bir yolculuk olduğunu ve herkesin kendi yolculuğunda "kahraman olma" potansiyeli taşıdığını anlatır. Yeter ki dostlarla ya da düşmanlarla karşılaştığı, engellere takıldığı, beklemediği darbeler yediği ve yine beklemediği yardımlar aldığı ama engellerle mücadele ederken bile büyüdüğü, öğrendiği bu yolculuğun sonunda "iksiri" bulup getirebilsin. İksir, kahramanın deneyimlerinden öğrendiklerini başkalarına da aktarabilmesinin simgesi aslında. "Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri" için Kutsal Kâse, "Külkedisi" masalındaki prens için ise âşık olduğu genç kızın ayakkabısının kayıp teki olabiliyor. Çok daha başka şekillerde de çıkabiliyor karşımıza.
Celil Oker de atölye çalışmalarında bu kuramı roman sanatına uyarlayarak, Campbell'ın ayak izlerini takip ediyor bir bakıma. Birtakım temel ilkeleri var; "Yaratıcılık doğuştan gelen bir yetenek ya da armağan değildir, öğrenilir, yani çalışarak elde edilir" diyor mesela. "Acaba ben de bir gün yazar olabilir miyim?" sorusunu zihnimize çakanların insanlığın başından beri yaptığımız bir eylem konusunda kendimizi yetersiz hissetmemize sebep olduklarını söylüyor.
Ve bir yol haritası tutuşturuyor okurunun eline. O haritada, kurmacanın olay örgüsü, karakter yaratmak, çatışma, diyalog ve üslup gibi temel öğeleri somut örneklerle anlatılıyor, hikâye sanatının incelikleri gösteriliyor, işin püf noktalarına ve bu alanda sık yapılan yanlışlara dikkat çekiliyor. Genç Yazarlar İçin Hikâye Anlatıcılığı Kılavuzu okuyanı yazar yapar mı bilemem ama yararlı olacağına, cesaret vereceğine şüphem yok.
Genç Yazarlar İçin
Hikâye Anlatıcılığı Kılavuzu
Celil Oker
Altın Kitaplar
Renkli kitaplar
Kütüphanemde renklerle ilgili kitapların yeri ayrı. Victoria Finlay'in Renkler: Boya Kutusunda Yolculuklar ve Michel Pasotureau'nun Mavi: Bir Rengin Tarihi adlı kitapları ilk aklıma gelenlerden. Ama açıkçası en sevdiğim, John Harvey'nin Siyah Giyen Adamlar'ı herhalde. O korkunç bilimkurgu serisiyle alakası yok; siyah rengin ortaçağdan bu yana erkek giyiminde gittikçe artan önemini inceleyen ve bu rengin nasıl olup da 19'uncu yüzyıldan sonra gözde hale geldiğini ele alan bir kitap bu. Okurken çok şaşırmıştım çünkü eskiden insanların nasıl da festival havasında rengarenk giyindiklerini bilmiyordum. Hem de neredeyse her toplumda... Wittgenstein'ın Renkler Üzerine Notlar ve Goethe'nin Renk Öğretisi kitapları da hep elimin altında duranlardan.
Siyah Giyen Adamlar
John Harvey
Yapı Kredi Yayınları
Bir renge âşık olmak
Mavibent, anlatılmaz güzellikte bir küçük kitap. Simone Weil, Cezanne, Leonard Cohen, Joni Mitchell ve Billie Holiday'le beraber yürüyen nevi şahsına münhasır bir yazarın nesir formunda kaleme aldığı 240 şiirden oluşuyor, ama şiir kitabı değil. Fragmanlar halinde yazılmış bir roman daha çok. Bir renge, maviye aşk ilanı desem, o da yalan olmaz. Zaten yazar doğrudan böyle giriyor konuya ve büyülenmesinin çeşitli safhalarıyla devam ediyor. Alkol ve cinsellik eşliğinde, ıstırap, melankoli, inanç, arzu ve kaybediş dile geliyor ve biz özetle, mavi rengi geçmişte ve günümüzde, hayatta ve ölümde, sanatta ve felsefede takip eden Maggie Nelson'un tuhaf bir dansı andıran arayışını okuyoruz. Zaten kitabın orijinal adı, bir dans türüne gönderme yapan bir kelime oyunu; Bluets. Bu arada çevirmen Selin Siral'ın genel olarak çok iyi bir iş başardığını söylemek gerek. Yazdığı enteresan sonsözü okumak da eğlenceli. Tavsiye ederim.
Mavibent
MaggIe Nelson
Kolektif Kitap
Uzun roman yazılmasın mı yani?
Uzun romanları okumayı sevmediğimi epeydir söylüyorum. Yarı yarıya şaka aslında çünkü binlerce sayfa boyunca akıp giden upuzun romanlar var, elimden bırakmadan okuduğum. Mesela sabırsızlıkla beklediğim Kavgam ciltleri... Knausgaard'ınkiler tabii, öteki değil!
Ama n'apalım ki birazcık da ciddiyim. Tolstoylar, Dostoyevskiler, Melvillelerle aynı çağda yaşamıyoruz. İlgimizi dağıtacak, zihnimizi meşgul edecek o kadar çok şey oluyor ki ne kadar şikâyet edersek edelim, biz de o akışa kapılıp gidiyoruz farkına varmadan ve kitap okumamıza mani pek çok şey çıkıyor yolumuza. Saymayayım tek tek; sinemadan, televizyondan başlar, Instagram'a kadar uzanır bu liste.
Aslında uzun romana itirazımın vakit bulamamamla alakası yok. Romanın roman olduğu dönemlerin büyük ustaları kadar yetenekli olmayan birçok günümüz yazarının 150 sayfada bitecek bir hikâyeyi 500 sayfaya çıkarmalarına sinir oluyorum daha ziyade. Güzel güzel başlasalar bile, zamane romanları bir noktadan sonra yazarlarının "Offf, yazacak öyle çok şeyim var ki" hırsıyla berbat hale geliyor. Eh, o zaman da üslup gevşiyor, kurgu sarkıyor ve benim içimdeki okuma hevesi bir anda sönüyor.
Neyse ki yalnız olmadığımı öğrendim. Mesela iflah olmaz bir "novella-sever" olan Ian McEwan, kendi romanları dahil yeni romanların çoğunun gereğinden uzun olduğunu düşünüyor, okurken; "Ah elimde bir kalem olsa da şu kitabı bir güzel kısaltsam" duygusuyla parmaklarının kaşındığını söylüyor. Keşke başkalarının da parmakları kaşınsa biraz. Çünkü muhtemelen 18 ve 19'uncu yüzyıllarda romanların fasikül fasikül yayınlanmasının ortak kültürel hafızamızdaki yerinin etkisiyle "Kalın roman, iyi romandır" algısı oluşmuş durumda. Bilhassa Amerikalı okurlar tuğla romanlara çok meraklı.
"Fazla uzatmasın, kısa yazsınlar" dediğimi ileri sürerek beni tefe koyabilecekleri düşünerek ürperiyorum ama 1976 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow'la aynı saftayız. Bellow'un, yazarların niçin olabildiğince "kısa" kesmeleri gerektiğini anlattığı bir makalesi bile var. Bir edebiyat devinden alıntıyla destekliyor teorisini. Rus oyun yazarı ve öykücü Çehov, "Okuduğum hiçbir şey bana yeterince kısa gelmiyor" demiş bir vakitler.
Bize gelince; bir kitapçı zincirinde yönetici olan arkadaşım, popüler edebiyat okurlarının kalın kitapları sevdiğini söylüyor. "Örnek ver" diyorum; Fi diyor. Pi diyor. Çi diyor. Harem kadınlarının biyografilerini söylüyor. Gayet mantıklı. Ardından Çin'de yazarlara kelime sayısı üzerinden telif ödenmesi meselesini konuşuyoruz. Daha fazla para kazanabilmek için, uzattıkça uzatıyorlarmış.
Bitirirken, eğlenceli bir yorum alayım... The Atlantic dergisinin ünlü eleştirmeni Jack Beatty, 800 küsur sayfalık bir kitap için yazdığı eleştiriyi şu cümlelerle noktalamış: "Bana sorarsanız bunu okumayın! Haydi okudunuz diyelim, sakın ola ayağınıza falan düşürmeyin, bitersiniz!"
Ne dersiniz; Çinli yayıncılarla 1200 sayfalık 4 3 2 1 atağıyla herkesi şaşırtan Paul Auster'a cevap hakkı doğmuş mudur?
4321
Paul Auster
Can Yayınları