Suavi Kemal Yazgıç: Kuyudan yükselen çığlık: Viva La Muer Te!

Kuyudan yükselen çığlık: Viva La Muer Te!
Giriş Tarihi: 15.01.2018 15:03 Son Güncelleme: 16.01.2018 11:51
Or’da kimse var mı?

1990'lı yıllarda yayınlandı Viva La Muerte. Or'da Kimse Var Mı? üst başlığı ile yayınlanacak olan serinin ilk kitabı oldu. Alev Alatlı'nın daha önce yayınladığı iki ince roman olan Yaseminler Tüter Mi Hâlâ? ve İşkenceci ile Yalçın Küçük'ün 1980'li yılların genç romancılarını eleştirdiği Küfür Romanları'na cevap niteliği taşıyan polemik kitabı Aydın Despotizmi'nden sonra yayınlanan Viva La Muerte, Alev Alatlı'nın asıl romancılık macerasının başladığı nokta oldu. Mehmet Narlı'nın tespitiyle; "Viva La Muerte'nin belki en dikkat çeken taraflarından biri, en azından kitabın çok okunmasının sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, okuyucunun, kendi sınıfını eleştiren, Türkiye'de yaşanan yalanlardan hareketle kılıcını bütün siyasi ve kültürel tabakalara sallayan bir aydınla karşılaşmasıdır." Bu kitaptan sonra hacimli ve oylumlu kitaplar yayınladı Alatlı. Bu yazının konusu olan Viva La Muerte'nin içinde bulunduğu Or'da Kimse Var mı? üst başlıklı serinin diğer dört kitabı: Nuke Türkiye, Valla Kurda Yedirdin Beni, Okey Musti Türkiye Tamamdır ve Beyaz Türkler Küstüler isimlerini taşıyor. Her ne kadar beş kitapta ortak kahramanlar ve birbiriyle irtibatlı olaylar ile kavramlar bulunsa da her eser kendi içinde bir bütünlüğe sahip.

Bir cenaze iki işlev

Bir cenaze namazı ile başlar Viva La Muerte, Alatlı, cenaze namazını iki işleviyle ön plana çıkarır. Birinci, katılanlarıyla ve katılmayanları "cenaze" bir "kariyer" meselesidir. Şimdilerde çoğu vefat etmiş pek çok isimle karşılaşırız cenazede. Bunların hepsi "müteveffa" ile tanış değillerdir elbette. Ancak bir cephede yer aldığını göstermek, kimlerle birlikte olduğunu bir kez daha deklare etmek gibi sebeplerle, insanlar Şişli Camii'nin avlusuna toplanmışlardır. Tabii cenazesi olduğu halde ismi hiç anılmayan şairin çevresi ile birlikte olmadığını deklare etmek istediği için de cenazeye katılmayanlar vardır elbette. Katılmayı ve katılmamayı sağlayan temel motivasyon, ölen kişinin kim olduğu değil bu cenazede yer alarak yahut yer almayarak altı çizilen aidiyetin sağladığı imkânlardır.

Cenazenin hikâye edilmesinin ikinci işlevi de, cenazenin yabancılaşmayı teşhis etmek için bir turnusol kâğıdı görevi görmesidir. Ölen kişi için camiye gelenler, avlunun duvarlarına çekilmiş ve cemaatin eda edecekleri cenaze namazını beklemektedir. Ne duygu ne de fikir olarak oradadırlar. Ne namaza ne de daha sonra kılınacak cenaze namazına iştirak etmeye niyetleri vardır. Taktıkları esef maskeleri zaman zaman kaymakta ve orada bulunmanın ajandadaki işlerinden biri olduğu, az sonra başka bir işe gidecekleri duygusuyla orada oldukları aşina olmaktadır. Burada sözü romanın başkahramanı Günay Rodoplu'ya bırakmak belki de en doğrusu. Günay Rodoplu, solun "din kültürü" dersinden sınıfta kalmasını şu örneklerle anlatır: "Cumhuriyet'in manşetini hatırlasana, 'Bu yıl hac mevsimi kurban bayramına rastladı.' Sonra o Şenay kızcağızın büyük keşfi(!) 'Alevilik' dizisi yazısı, kıvırcık saçlarını savura savura, 'biliyor musunuz, Alevilikte hırsızlık kınanır' gibisinden bilgi veriyordu hatırlasana. (…) Şöyle düşün bir din lazım ama İslamlık yakışık almıyor. Üstelik reform tutmuyor."

Kurbanın yardakçılaşması

Bütün bu anlattıklarım sadece bir başlangıçtan ibaret. Viva La Muerte asıl bundan sonra başlıyor. Zira Günay Rodoplu'nun Şafak Özden ile yaşadıkları bir "sol muhasebesidir." Şafak Özden'in evveli ve ahiri üzerinden anlatılanlar birçok sol politikacının hikâyesi ortak paydalar ve esintiler taşır. Günay Rodoplu'nun eşsiz olmasına rağmen hayat tecrübesinden mahrum kalmış olan entelektüel birikimi, Şafak Özden'in pratiğe ve pragmatizme yaslanan hayatında yeşil elma, tarçın ve kekik kokusu bulduğunu vehmeder. Hâlbuki bulduğu sadece sentetik bir aromadır. Bu yüzden de Günay Rodoplu, "iç sömürgeciliğin kurbanı" olarak tanımladığı Şafak Özden'in "iç sömürgeciliğin yardakçısı" olduğunu çok geç fark eder.

Romanda olaylar her ne kadar 1987 yılının mart ayı ortalarında başlayıp 1989 yılının kasım ayı ortalarında son bulsa da Şafak Özden'in babası Halis Özden'in 1948'de Pulur Köy Enstitüsü'nü bitirmesinden, 1970'li yılların kanlı siyasi kutuplaşmalarına ve 1980 askeri darbesi ve sonrasına uzanan pek çok geri dönüş ile olaylar ve şahısların evveliyatı temellendirilir.
Şişli Camii'nde bir şairin cenazesiyle başlayan roman, Levent Camii'nde Günay Rodoplu'nun cenazesiyle sona erer. Rodoplu, hırsı için "büyük yalan"ın bir parçası olan Şafak Özden'in kendi iktidar alanını inşa eden bir araca dönüşmüştür sonra da amacın gerçekleşmesiyle de bir kenara atılmıştır.

Nekrofilyanın sol kapısı

İspanyol faşistlerinin sloganı olan "Viva La Muerte"nin Türk solu ile alakası elbette bu yazının değinilmezse eksik kalacak olan kısmıdır. Alatlı'nın hemen her kitabında işlediği ve eleştirdiği temel kavramlardan biri de "nekrofili"dir. Alatlı, hayatın nefes alıp veren gerçeklerini hesaba katmadan soyut, mütehakkim ve gerçekleri kendi kural, çıkar ve ideolojilerine mecbur eden; bir nevi Prokrustes yatağı kurarak, sırf gelen geçeni yatağının ölçülerine uydurmak için kimi zaman ayağını kesip kimi zaman da mengeneyle germesi gibi gerçeğe ve insana zulmetmesini "nekrofil" olarak adlandırır. Prometheus olma azim ve kararlılığında olan solun p harfiyle başlayan başka bir mitolojik karakter olan Prokrustes'e dönüşmesi ise trajedi ile komedi arasındaki sınırı lağveden bir çelişkidir. Prometheus'tan Prokrustes'e savrulmanın arka planında ise bilgi sahibi olmaya talip olmak yerine malumat istifçiliği yapmakla yetinmek diye özetleyebileceğimiz nekrofilya vardır. Günay Rodoplu'nun bilgi ile malumat istifçiliği ayrımını yine Rodoplu'nun verdiği şu örnekte daha net görmek mümkündür: "Yıldız Kenter'in; 'Ben Anadolu' oyununa gel efendim. Anadolu medeniyetleri sergisinden, turizm posterlerine varıncaya kadar, bu topraklarda yaşayan yerlilerin gerçekliklerinin izi olmayan bir Anadolu söylemi geliştirilir. Sanki İstiklal Savaşı kötü Anadolu halkı için değil Anadolu toprakları için yapılmıştır."

Romanda Günay Rodoplu, bir medeniyet meselesi olarak tanımlar nekrofilyayı ve şunları söyler: "Nekrofilya, us'un yücelmesi, yapayın, soyutun, mekanik olanın çekiciliği, yaşama, insana duyulan ilginin 'şey'lerle ikame edilir olması, insanın eşyalaştırılması... Ölüsevici dikkatini, canlıdan cansıza, giderek eşyalara, dogmalara, kaydıran. Ritüellerde ve 'mutlak doğru'larda yoğunlaştıran... Şimdinin ya da olacağın değil, olmuş'un gerçekliğinde yaşayan... Hayatına hükmeden kurumlar, yasalar, gelenekler, sahip oldukları, 'bir zaman var olmuş' artık olmayan şeylerden oluşan..." Rodoplu için Mısır'dan Babil'e, oradan da Avrupa ve ABD'ye ulaşan çizgi nekrofilyayı temsil eder ve bunun karşısında da Türk, Hint, Çin ve İslam kültürünün yer aldığı biyofilya yer alır. Günay Rodoplu'nun trajedisi ise İsmail Alper Kumsal'ın da işaret ettiği gibi bu iki zıt dünyanın ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır.

"Yaşasın ölüm" anlamına gelen "Viva La Muerte" de işte tam da bu sebeple kitaba seçilebilecek en uygun isimdir zaten.

BİZE ULAŞIN