Koku
Platformda metroyu bekliyorum. Göz alıcı ışıklarıyla karanlığı yararak yaklaşıyor. Her zamanki gibi homurtulu çığlığıyla beni olduğum yere mıhlıyor ve kapıları tam bir netlikle açılıyor. Bu daveti geri çevirmek mümkün mü? Hayatta en çok ihtiyaç duyduğum şey, netlik ve onu sadece metro kapılarının açılışında bulabiliyorum. Çaresizce boyun eğiyorum. Metroyla aramızdaki bu 'av-avcı' ilişkisini bozarsam bilmem şu monoton şehir hayatında beni heyecanlandıracak başka bir şey kalır mı?
Sanırım inenlere öncelik tanıyan bir tek benim. Bilhassa metroyu kullanırken sarılarla, kırmızılarla yazılıp son derece ilham verici çizimlerle desteklenen kurallara uymakta gösterdiğim bu hassasiyet belki de 'en şehirli benim' iddiasından başka bir şey değil. Bilmiyorum.
Kararsızım.
Kim bilir belki sahiden iyi bir insanımdır.
Levent'in plaza sakinleriyle birlikte içeriye adım atıyorum. Kompartımanın sağı da solu da bir hayli dolu olduğu halde tam karşımdaki kapının solundaki uzun koltukta üç kişilik boş yer var. Yolcular, kraliçelerinin gelişiyle ona yol açmak üzere sağa sola ayrılmış bir tebaa halindeler. Üzerime alınmak için henüz erken. Zaten koltuğa doğru ilk adımımı atınca mesele açıklığa kavuşuyor.
Koltuğun yanındaki kapının önünde anne-kız olduklarını düşündüğüm biri çocuk iki kişi ayakta duruyor. Tenleri koyu esmer. Gözleri parlak siyah. Eteklerinin ne deseni ne de rengi tişörtleriyle uyumlu. İkisinin de bakışlarında öfkeyle karışık bir mahcubiyet var sanki. Anne olduğunu düşündüğüm kadın yanındaki 10 yaşlarındaki kızı öyle bir kolunun altına almış ki sanırsınız onu parçalayacak bir aslan sürüsü var karşılılarında. Fakat aslında önleri bomboş. Her iki yanları da öyle. Çünkü kokuyorlar.
Evet, inkâr edilmesi güç bir koku yayılıyor bedenlerinden. Ve metronun şehirli sakinleri kendi bedenlerini kokunun kaynağından uzaklaştırmak suretiyle bu kokuyu hapsedecek bir halka yaratmış. Sanki kendi kendini imha etmesini bekledikleri bir akrep yakalamış gibi... Bilirsiniz toplum içinde herhangi bir şeyi parmak ile göstermek son derece uygunsuzdur; sadece şehirliler bilir, uygunsuz ilan ettikleri eylemleri en medeni biçimde icra etmeyi.
Gidip anne-kızın dahi oturmaya tenezzül etmediği tam yanlarındaki koltuğa oturuyorum. İnsan, kendini bir anda kahramanlaştıracak bu tür fırsatlara her zaman denk gelmiyor sonuçta. Hele ki epeyce sistematize edilmiş bir yaşama şekli sunan şehirlerde. Metro sakinlerine meydan okuyan bu oturma eylemiyle yetinmiyor bir de hemen yanımda oturağın demirlerinin ardında ayakta durmakta olan kız çocuğuyla da iletişime geçmeye çalışıyorum.
Küçük tırnaklarını süsleyen yıpranmış mavi renkli ojeleri dikkatimi çekiyor. "Ne güzellermiş" diyorum. Benden tarafa güvensiz hatta biraz öfkeli bakışlar atmakla yetiniyor. Yüzümdeki gülümsemeyi silmeden ona bakmaya devam ediyorum ama doğrusu içimde bir hayal kırıklığı baş gösteriyor: Niçin bu iyi niyetli iletişim kurma gayretime karşılık vermiyor ki? Ben ki onlara sırt çevirmiş bu metro sakinlerine baş kaldırarak kendimi onların yanında konumlandırmış yegane kişiyim! Bir tebessümü olsun hak etmiyor muyum?
Üzerine "yokluğu" ile abanmış toplumun üyesi olmaktan, sırıtkan bir iltifat marifetiyle bir anda çıkıvereceğime o kadar inanıyorum ki... Sadece o kompartımanın o köşesinde bulunmakla bir hayli büyük bir cürüm işlemiş, fakat bu cürümün ne olduğunu dahi kavrayamadan tecrit hükmü giymiş 10 yaşında ya var ya yok bir çocuğun benim "iyi niyet elçiliğimi" anlayamaması olacak şey mi, Allah'ım?
Yüzümde, silmemekte inat ettiğim iğreti gülümseme ile bir iki durak sonra inip yoluma devam ediyorum. Az önce yaşadığım tatsız anın beni bir an önce terk etmesi için adımlarımı hızlandırdıkça hızlandırıyorum. İstemeden bir cinayetin parçası olmuş gibiyim... Kaçamıyorum.
Birkaç gün sonra bu sefer iki kıtayı birbirine deniz altından birleştiren trenin ilk ve hem de son durağındayım. Bu durak yer üstünde olduğu için trenin yaklaşırken çıkardığı sesler gürültüden ibaret, farları ise soluk birer yıldız...
Tren platformda durayazdığı an camlı kapılarla neredeyse bir bütün olmuş yolcularla göz göze geliyorum. İnsanoğlunun yolculuk yapması hiç bu kadar kolay ve onur kırıcı olmuş muydu acaba?
Kapı açılıyor.
Bir köşede sakince insanların oksijenle tekrar buluştukları anda yüzlerinin alacağı ifadeyi izliyorum. Değişen pek bir şey olmuyor. Anlıyorum. Çünkü aceleleri var. Hepimizin acelesi var.
Nihayet geçiş serbestisi doğunca trene adım atıyorum ve adım atmamla birlikte bir duvara çarpmam bir oluyor. Nefes, ter, yellenmeden müteşekkil bir koku duvarı.
Kibarca tabiriyle havasızlıktan yaşanamaz bir hal almış olan bu trende az evvel yüzlerce kişinin dip dibe yolculuk ettiğini düşünürken gözümün önünden belli belirsiz bir hayal uçuşuyor: Metro kapısı önünde annesinin kolunun altından etrafında oluşturulan boşluğa öfkeli bakışlar atan o koyu esmer tenli, mavi ojeli 10 yaşlarındaki kız. Kokusunu hatırlamıyorum. İçinde bulunduğum kompartımanın kokusu diğer her şeyi bastırıyor, nefes alma arzumu bile.