Leyla İpekçi: BAŞIMIZA GELEN İÇİMİZDE OLANDIR

BAŞIMIZA GELEN İÇİMİZDE OLANDIR
Giriş Tarihi: 18.06.2025 14:56 Son Güncelleme: 18.06.2025 14:56
Hoca Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Niyazi-i Mısri gibi binlerce eren, Türkçeye hakikat elbisesi giydirdi ve bu dile “kuşdili” dediler. Yakın dönem sufilerinden Yakupzade Mustafa Efendi’nin “Kuşdilidir dilimiz her Süleyman anlamaz” dediği erenler dili, hakikati işaretlerle, mecazlarla ve remizlerle anlatageldi. Bu dilden aldığı ilhamla Kuşdili’ni kaleme alan Leyla İpekçi ve oyunu ustalıkla sahneye taşıyan Semih Kaplanoğlu’yla Kuşdili ekseninde erenler dilinin katmanlı yapısını, insanla âlem arasındaki iç-dış birlikteliğini, sanatın bu dilden nasıl beslenmesi gerektiğini ve anlamla kötü zan arasındaki ilişkiyi konuştuk.

Oyunda, romanlarınızda kullanmayı sevdiğiniz ve sizinle özdeşleşen imgelerle karşılaştık. Romanlarınızı oyunlaştırma sürecinden bahseder misiniz?

Leyla İpekçi: Bende de kendi romanlarımla muhatap oluyorum duygusu oluştu. Aslında bunu da bilerek yaptım çünkü büyük bir ilhamla oturdum yazmaya. Mehmet Baydur'un yazdığı, Semih'in sahneye taşıdığı Limon'u seyrederken gönlüme gelmişti. Limon'daki Oğuz Atay'vari üslup yani bir şey söylerken çok daha fazlasını kastetme hüneri benim zaten romanlarımın katmanlı dilinde yapmaya çalıştığım bir şeydi. Aslında özellikle ironi
üzerine giden bir yazar değilim ama Limon'u izlerken onun ironik dilinden müthiş bir ilham geldi bana ve oyundan çıktığımda hangi romanlarımdan esinlenerek nasıl katmanlı bir oyun yazacağımı hissetmiş ve hatta oyunun adını Kuşdili olarak koymuştum. Hemen sonrasında, tematik olarak olmasa
bile iç ses olarak birbirine çok yakın iki romanımdan, Başkası Olduğun Yer ve Dem Yüzü'nden hareketle oyunu kaleme aldım. Bu romanlarımda, insanın kendi içindeki savaşla dünyada yaşanan savaşlar arasında bir konumlama yapmıştım. "Başımıza gelen içimizde olandır" düsturuyla bu
ironiyi yakaladığımı hissediyorum. Romanlarımın imgelerini aldım hatta bazılarını birebir kullandım ama o sözler oyuna dönüşürken canlandı, kelimeler karaktere dönüştü. İmgeler farklı bağlamlarda yeniden doğdu çünkü kelimelerin aynı olması anlamın da aynı olacağı anlamına gelmiyor.

Oyun size edebiyatın dışında başka bir imkân vermiş görünüyor. Son romanınızda da karakterler, mekân, zaman birbirine geçiyor, değişip dönüşüyor fakat oyunda, Ayşe masa başına oturup oyununu yazmaya başlar başlamaz canlanan, bazen birbirine dönüşen hatta bazen "Beni yanlış yazmışsın, baştan yaz" diyen karakterler var.


L.İ.: Çok doğru, işte bu sebeple bana çok zevk verdi. Vidaları gevşettiğinde ortaya ne çıkacağını seyretmek çok keyifli. Bu yaklaşımla metni adı üstünde "oyun"laştırabiliyorsun. Ben tabii karakterlerden yola çıkmıyorum yazarken, daha derin bir noktadan yola çıkıyorum. O nokta da
iç ve dış ilişkisi. Evdeki karı-koca anlaşmazlığı, ekranlarda her gün şahit olduğumuz savaşlar, sokakta insanların birbirine girmesi gibi o genel çarpışma hali, her katmanda aynı noktanın açılımları gibi gelir bana. Romanlarımın da yapısal anlamda temel noktası budur.

Semih Bey; kuşdiline, arifler lisanına aşina olmayanların anlamakta zorlanacağı bir metni sahneye taşıdınız. Siz kuşdilini nasıl tarif edersiniz? Oyuna çalışırken ekibinize nasıl anlattınız?

Semih Kaplanoğlu: Kendime nasıl tarif edeceğimden ziyade oyunculara nasıl anlatacağım konusunda çok zorlandım. Elimdeki metin çok canlıydı,
diğer oyun metinlerinden aşina oldukları beylik hareketler ve jestler yoktu Kuşdili'nde, biraz tersine çalışıyordu. Onların alışık oldukları karakterlerden,
psikolojik arka planlardan ziyade bu oyunda önemli olan metnin ana karakter oluşuydu. O dilin, anlam dünyasının içinde yaşamadıkları için, pratikleri bu anlamda az olduğu için gündelik hayattaki iç-dış çift taraflılığını aktarmak oldukça zor oldu. Bertolt Brecht'in tiyatro kavramına getirdiği teorik ve pratik bir bakış açısı var. Oyuncular karakterleri, hangi sınıftan geldiyse o sınıfsallık ve Marksist teori üzerinden yorumlar, diyor. Yani sahnedeki her hareket içsel olmaktan ziyade sınıfsal bir temsil üzerinden gider. Öyle olunca aslında karakterler birkaç bilinci birden taşır yani oyuncu, hem oyuncu olarak emekçi olduğunu bilir hem de canlandırdığı karakterin sınıfsal karşılığını bilir, onun davranışlarını ve olaylara bakışını sınıfsal anlamda ele alır. Ben, oyunculara da ellerindeki metni belli bir mesafeden ve canlandırdıkları karakterlerle olan ilişkilerinde kendi gündelik hayatlarından da yola çıkarak bir şeyleri eklemeleri gerektiğini aktarmaya çalıştım.

Zannedildiğinin aksine çok özümseyerek değil bilinçli ve kontrollü oynamaları gerekiyordu. Çünkü o dili, o bilincin içerisinde ve ne söylediğinin alt
katmanlarını da bilerek aktarabilirler. Seslenişleri, vurguları, cümle içinde hangi kelimeleri nerede yükseltecekleri, nerede virgül koyacakları, nerede
hızlanıp nerede yavaşlayacakları gibi iç ve dış ritmi sağlayacakları bir dil kurmak gerekiyordu. Ayrıca seyirciyle bir bağ kurulması ancak samimiyet ilişkisi inşa olduğunda oluşabiliyor. Seyirci aslında izlerken bunun bir oyun değil, kendi içinde de yaşanan bir izleğin vücut bulması olarak görmesi gerekiyor. O zaman oyuncuya çok iş düşüyor.

Oyunda çözülmesi gereken bilmeceler var. Oyun boyunca duvarı boyayan ve en son cila çeken boyacı karakteri, sadece bazı burunlarca hissedilebilen kadavra kokusu, evin içinde öldürülen fare vb. "Kuşdili" tam olarak bu bilmeceler mi? Herkes bilmecelerden aynı sonucu mu çıkaracak?

L.İ.: Hayır, adı üstünde kuşdilini kişi hangi bilinç seviyesindeyse, hangi zevk seviyesindeyse ve hangi niyetteyse o seviyeden anlar. Erenlerin dili böyledir. Siz imgeli, metaforik bir dil ve üslup kurarsınız, muhatap onu kendi içinde anlamlandırır. Sadece dil değil, üslup da kuşdilinin bir parçasıdır. Çünkü yapısallık yani konuyu hikâye etme biçiminiz de kuşdiline dâhildir. Erenlerin sözle değil tavırlarıyla, hal diliyle konuşmasına tekabül eder bu. Kuşdili'nde bir fare ölüyor, karakterin kendi içindeki hayvani duygunun sureti fareydi, bütün romanlarında fareyi kullanmışken en nihayetinde onu köşeye kıstırdı ve öldürdü. Kendisiyle savaşı yendi. Bu oyunun merkezi noktası, başına gelen içinde olandır. Boyacı Sırrı mesela, Ayşe'nin kaleminden çıkan karakterlerin içinde en soyut olanı ve kaderi temsil ediyor. Oyun devam ederken Boyacı duvarı boyamaya kesintisiz devam ediyor ve zaman zaman biz onu orada unutuyoruz. Ama o sürekli orada. Senin yaşarken yazdığın, yazarken yaşadığın şey o. Boyacı oyunun sonuna doğru duvarı boyamayı bırakır ve cila çekmeye başlar artık. Çünkü fare ölmüştür, kocan şehit olmuştur ve nefsinle savaşta zafer kazanmaya yaklaşmışsındır.

Leyla Hanım'ın yazılarında sıkça geçen "tevhid sanatı" ifadesinden ilhamla, Kuşdili'ne bir "tevhid oyunu" diyebilir miyiz? Bu üslubu nasıl tarif edersiniz?

S.K.: Diyebiliriz çünkü oyunun bir merkezi var ve bu merkezin etrafında açılan bütün gündelik hayat hikayeleri ve çatışmalar o merkeze hizmet ediyor. Bu anlamda hepsinde o merkezin izini sahnenin içinde görebiliyorsun. Dışın içe için de dışa yansıması bu. Ayşe bir oyun kaleme alıyor oyunda ve yazdığı karakterler sahnede aynı anda canlanıyor. Canlanan karakterlerin varlıkları kendilerinden menkul değil, hepsi Ayşe'nin kaleminden
çıkan karakterler. Hepsi Ayşe'nin farklı bir yüzü. Aslında boyacı da Ayşe, bahçıvan da Ayşe, kuzen de Ayşe. Örneğin Ayşe kuzenine, "Sen benim hangi
zaafımın suretisin, ben böyle bir şey yapmam" diyor. Finalde de karakterler birbirine dönüşüyor, hepsi rol değiştiriyor.

Özgün, çağdaş ve yerli oyunların yeteri kadar değer bulduğunu düşünüyor musunuz?

S.K.:
Çağdaş metinlere pek yer verilmiyor. Bu anlamda Devlet Tiyatroları'nın iyi yönetilmediğini düşünüyorum. Kuşdili bugüne kadar on beş kere oynandı, gerekçesi de listede sahnelenmesi gereken çok fazla oyun olması. Çünkü biraz nicelik peşindeler. Tabii ki klasikleşen oyunların sahnelenmesi lazım ama çağdaş tiyatroda sahneye taşınan metinler Arnold Wesker'de kalmış durumda. Dünyada çok iyi yazarlar, bugünün yaşantısını anlatan metinler yazdılar ama fark edilmiyor. Ayrıca yerli yazarları daha az gündeme getiriyorlar, şans bulanlar da belli isimler.

Baştan sona tasavvufî göndermelerle dolu bir oyun var karşımızda ama modern zamanların alışılmış tasavvufî anlatı kalıplarının aksine vaaz vermiyorsunuz, karakterlerin ağzından hikmet mesajları fışkırmıyor veya geçmiş anlatıları tekrar etmiyorsunuz. Günlük hayatın içindeki sıradan ve capcanlı sahnelerin arasından fısıldıyor bir şeyler.

L.İ.: Bunu bütün romanlarımda yapmaya çalıştım. Didaktizme düşersen bir şeyi öğretmek maksadıyla muhatap için yazmış olursun, sen yoksundur o metnin içinde. Ben anlatmaya çalıştığım o biricik sesin içine girip o olmaya çalışıyorum, yazarken de büyük bir özdeşleşme yaşıyorum. Kitabi bir şey anlatmıyorum ben, her insanın içinde olan hale temas etmeye çalışıyorum. İnsan tarihselliğin ve kavramsallığın içine hapsolduğunda kendini güncelleyemez, ben de şu ana bakmaya çalışıyorum. Kavram olarak öğrendiğin bilgi nefsinden geçirmedikten, halinde yaşamadıktan, hayatının içinde canlandırmadıktan sonra ölü bir bilgidir. Dolayısıyla tasavvuf kavramını anlatmıyorum, içinde yaşadığım anın açılımlarının peşindeyim. Kavramın ne olduğu zaten arama motorunda yazıyor. Kavramı oyun haline, sanat haline, dil ve üslup haline getiren şey anın içinde onu açabilmek. Oyunda da bunu yapmaya çalıştım. Mesela oyunun sonunda bir perde iniyor sahnenin önüne, seyirci perdeden kendini görüyor. Sonra perde de ortadan kalkıyor ve iç-dış birleşiyor. Söylemeden edemeyeceğim, bunda anlaşılmayacak ne var?


Biz bu dilden ve bu halleri anlama zemininden çok uzaklaştık sanırım. Hatta bırakın imgelerle düşünmeyi, gündelik meselelerde bile anlamadan, dinlemeden hüküm verebiliyoruz. İnsanların reaksiyonlarındaki yüksek dozlu öfke ve buna bağlı olarak karşı tarafı yok sayma cüretinin temelinde de anlama problemi var mı sizce?

L.İ.: İnsan, kendi bildiğini öğreniyor. Eğer kendi bildiğinin dışında okuduğundan, dinlediğinden, seyrettiğinden gönlüne değecek bir şey öğrenmek istiyorsan, onunla buluşup birleşmek istiyorsan önce sarih bir niyetinin olması gerekiyor. Odaklanmaya, anlamaya, yaklaşmaya, kurbiyet kurmaya niyet etmek gerekiyor. Eğer bu sarih niyet yoksa önyargılar ve zanlar zaten insana yetiyor! Zanlarla yetinmek, odaklanmaktan ve niyet ederek kalbini açmaktan daha kolay zaten. İnsan, anlamayınca dışarıya kızar. Dışarıya öfkelenmeden önce içimize dönüp bakmamız lazım. Çünkü insan en kolay kendini manipüle ediyor, en kolay kendini "gerçek"ten uzaklaştırıyor. Nefsimizi temize çekmeye, karşıdakini suçlu görmeye çok meraklıyız. Kendi içimizdeki nefretle yüzleşmemiz lazım önce. İyi niyetle bir şeyleri eleştireceğim diye yola çıkıyorsun, elinde meşaleyle başbakanlık binasını yakmaya giderken buluyorsun kendini. Ben muhalefetten bunu anlamıyorum. Sevendir muhalif olan. Nefret ederek bir şeye yaklaşamazsın, onun tamamını anlayıp onunla özdeşleşemezsin. Nefretle yaklaşırsan bizim oyunun sonundaki perde aynaya dönüşmüyor, perde olarak kalıyor. Böyle olunca
da gerçeği idrak edemiyorsun.

BİZE ULAŞIN