3 SORU 3 CEVAP
Hamas'ın 7 Ekim saldırısı toplumların miladı olacak
Yağmur İbiç/ Sosyolog- Yazar
Sosyologluk, yazarlık dışında sosyal medyada faydalı paylaşımlar yapıyorsunuz. Sosyal medyada içerik üretme süreciniz nasıl başladı?
Paylaşımlarınızın insanlara ne gibi faydaları var?
Takriben on yılı aşkın bir süredir var olduğum sosyal medya platformlarında yazma sürecim; İslami ilimler ile pozitivist bilimleri cem etmeye başladıktan sonra kendiliğinden gelişti diyebilirim. Bu süreç; ümmet olarak üzerimize yapıştırılmak istenen birtakım etiketler olduğunu fark etmiş olmam ve bu etiketlerden sıyrılmak adına vermiş olduğum mücadelelerin bir sonucu niteliğindedir. "Doğu'nun aşağılık kompleksinden, Batı'nın ise üstünlük duygusundan kurtulması gerekir!" ana temasını taşıyan her bir satırım; önüne maddi-manevi ne konulursa sorgusuz sualsiz alıp kabul eden toplumumuza "sorgulamayı" empoze etme amacını taşıyor.
Ne demek istediğimi küçük bir misalle açıklamak isterim; bilirsiniz, okullarda bizlere "Müslümanların dünyayı öküzün iki boynuzu arasında zannettikleri" öğretilmiş ve Avrupalı coğrafyacılar övülmüştür. Müfredat hâlâ değişmemiş, günümüzde de aynı bilgiler tarih boyunca fehmiyle nam salmış bir milletin evlatlarının dimağlarına kazınarak bu utanç boyunlarına yüklenmektedir.
Ancak bizler bu bilgiyi "sorguladığımızda" hiçbir tarih kitabımızda böyle bir inanca, böyle bir kayıtlı mesnede rastlamamaktayız. Aksine tarihi kaynaklarımıza baktığımızda; dünyanın elips olduğunu söyleyen ve neredeyse günümüzle aynı koordinatlarda haritalar çizen İdrîsîleri, Pîrî Reisleri, güneşin yarıçapını ölçen Ferganileri bulmaktayız.
Peki bu köhne, bu cehalet kokan sözleri neden hâlâ kabullenmekteyiz? Aynı kitap satırları sırf dünyanın döndüğünü açıkladı diye Avrupa mahkemelerinde yargılanıp öldürülen Galileo'yu neden yazmaz da "Öküz boynuzu arasındaki dünyanın varlığını" böylesine içselleştirir? Orta Çağ kimin için karanlıktı hakikatte? İbnu'l-Abbâs'ın; Oribasius'u ve Egineli Paul'u anatomi, cerrahi, tabiat felsefesi, hümoral patoloji gibi konularda ihmalkârlık yaptıkları gerekçesiyle eleştirdiğini neden konuşmuyoruz okullarımızda? Bu kıymetli tenkitleri konuşmak; daha değerli olmaz mıydı? Bunları konuşmak neslin ufkunu açmak değil miydi bir bakıma?
Hasılıkelam, bunları dert ediyor ve "hakikatin" kaldırıldığı tozlu raflara acizane üflemeye çalışıyorum. Toplumumuz bu hakikatleri bilir ve sarılırsa, neslimizi de bu yönde daha özgüvenli, daha özverili ve daha güçlü yetiştirme yolunda büyük adımlar atacaktır.
Ahir Zamanda Fıtrat Mücadelesi isimli bir kitabınız var. Kitabınızda LGBT, modern tıp, mahremiyet, yapay et, aile gibi güncel meselelerdeki sorunları ele alıyorsunuz, çözüm önerilerinde bulunuyorsunuz. Modernleşmenin getirdiği zorluklar karşısında insanların fıtratlarına nasıl sahip çıkabileceklerini düşünüyorsunuz?
Kâinat birbiri ile orantılı, uyumlu, matematiksel olarak dahi bir nizam içinde yaratılmıştır. Dolayısıyla ne insan doğadan, ne doğa insandan ne de insanın maddi-manevi etkileşimleri birbirinden bağımsız değildir. İnsan da bu ölçüde hormonlarıyla var olan bir fıtratla yaratılmıştır. Kan pompalayan bir kalbin içerisinde "gönül" saklayandır. Oksijeni muhafaza eden ciğerin içinde "vicdan" taşıyandır. Bu minvalde düşünüldüğünde insan; modernleşmenin getirdiği robotik algoritmalara "dokusal" anlamda uyum sağlayamaz, mümkün değildir. Hayatımızın birçok noktasına kolaylık getiren teknoloji; etik kavramlardan uzak kullanıldığında ve Rahmani hudutları aştığında insan zihnine ve fıtratına büyük darbeler vurmakta ve günümüzde yakındığımız "ruhsuz nesil" kavramını doğurmaktadır. Hormonları bozan bir deterjanın insanın mahremiyet algılarını yıkabileceği, prospektüsünde yan etki olarak "kişilik değişimi" kavramıyla üzeri örtülmüş bir kimyasal ilacın kişiyi eşcinsel yapabileceği (Avrupa'da aktif dava süreçleri görülmektedir), istikrarlı şekilde cilde sıkılan bir sentetik kokunun kişinin limbik sistemi üzerinde etkili olup bilincine tesir edebileceği artık kimseye kapalı meseleler değildir.
Bunları ilmi olarak bildiğimiz gibi, bilimsel olarak da mesnetlerinin oluştuğunu görmekteyiz. Bizler toplum olarak bu bağlantıları kuramıyor ve kuramadığımız gibi bunları izah eden seslere "komplo bunlar" diyerek kulaklarımızı tıkıyor, gözlerimizi kapatıyorduk. Bunu yapıyorduk çünkü ilk soruda verdiğim cevaptaki gibi "Batı ve önerileri karşısında bir aşağılık kompleksi yaşıyor, onlar ne derse "hak" kabul ediyor ve "sorgulamaktan"
uzak bir yaşam sürüyorduk. Ancak geçen zaman ve süregelen ifsatlar şu an büyük bir uyanışa vesile oldu. Özellikle 7 Ekim sonrasında anlatmaya çalıştığımız birçok mesele daha net olarak anlaşıldı. İnsanlar "Çağrı cihazına bomba koyan, paketlediği ürünün içine neler koymaz!" diyerek artık bu meselelerin birer "komplo" olmadığını anladı. Ahir zaman fitnelerinin yakinen vuku bulduğu ve artık inkâr edilemeyecek ölçüde çoğaldığı bu zamanda yapmamız gereken tek şey elbette ki "özümüze dönmek/ fıtratımıza sahip çıkmak" olacaktır. Ve ben bu problemlere çözüm aradığımda: "Allah ve Resulünün kelamlarını dinlemekten ve bu emirlere sıkı sıkıya sarılmaktan" başka bir çare bulamadım. "İşitmiyor musunuz? Sade hayat, imandandır!" (Ebû Dâvûd, Tereccül)
Son yıllarda afet, savaş gibi durumlarda sosyal medyanın gücünü yakından görüyoruz. 7 Ekim'den itibaren de medyada Filistin'de yaşananların herkes tarafından duyulması, ateşkes ilan edilmesi için çok fazla içerik üretildi. Medya araçlarının toplumsal hareketlerdeki gücünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
7 Ekim toplumların miladı olacak nitelikte bir tarihtir. Baskılanmaya çalışılan birçok hakikati göz önüne sermiş, medyanın gücü sayesinde dünyanın en ücra köşesindeki insanlar dahi bu zulümden haberdar olmuş ve harekete geçmiştir. Eğer toplumlar birlikte hareket edebilirlerse nelerin üstesinden gelebileceklerinin de bir göstergesi olmuştur aynı zamanda. Ancak ben bu durumun avantajlarına olduğu kadar dezavantajlarına da odaklananlardanım. Hatta etkileşimlerin bu derece artmasına Baudrillard'ın perspektifinden bakıyorum. Bilirsiniz "medya savaşları" kuramında, "CNN izleyicilerinin körfez savaşını bir 'medya olayı' olarak rahat ve geniş koltuklarında cips yiyerek izlediğini(!) ve göreceli olarak Saddam'ın bir terörist; Amerika'nın ise sadece demokrasi için mücadele eden bir kahraman olduğunu" tüm dünyaya medyanın simülatif ataklarıyla gösterdiğini uzun uzun izah etmişti. Dolayısıyla medya savaşlarında toplumların kandırılması da ziyadesi ile mümkün olabilmektedir.
Her gün yanan, parçalanan bebek görsellerine alıştırılmamız, tüm yıkımımızın gözler önüne serilmesi ve karşı tarafın yıkılan bir karargâhını bile Google haritasından sildirmesi, cenazelerini gizli gömmesi, tahribatını medyada asla paylaşmıyor oluşu da göz önünde bulundurulması gereken bir durumdur. Bu, psikolojik bir taktiktir. Taraflı medyanın bizler üzerinde "Sistemik duyarsızlaştırma" atağını kullanıyor oluşunu da es geçmemek gerekmektedir. Sistemik olarak maruz kaldığımız bu medya duyarsızlaştırması neticesinde toplum olarak yaşadığımız bu sancılı süreçleri yalnızca haber manşetlerinden okuyup; kınama sözleri, geçici üzüntü hali ve birkaç sosyal medya paylaşımı ile sonlandırmak ne yazık ki bizim en büyük afetlerimizden biri haline gelmiştir. Üzülmek, problemleri sosyal medyada paylaşmak ve duyurmaya çalışmak elbette önemlidir lakin bu sirkülasyon bizleri harekete geçirmekten ziyade tabiri caizse "gazı alınmak" deyimine ne yazık ki eş değer kılmıştır. Birkaç hikâye gönderisi ile kınamak sanki yapacağımız tek amelmiş gibi bir hal almıştır. Her zaman söylerim: "Zulmü, evet, duyuruyoruz, AMA KİME?"