10 İKONİK OLAYLA MÜZİĞİN POLİTİK TARİHİ
HZ. İSA'DAN DAHA POPÜLER (Mİ?): BEATLES'IN YÜZYILI
Liverpool'un 4 Atlısı, John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr'dan oluşan İngiliz müzik grubu Beatles, ilk single plakları "Love Me Do"yu yayınladıkları günden (5 Ekim 1962) itibaren, müzikal bir ikona dönüşmüş ve kasırga etkisiyle 8 yıl sürecek "Beatles" fenomenini başlatmışlardı.
4 Mart 1966 tarihli The Evening Standard of London gazetesinde, Maureen Cleave imzasıyla yayımlanan "Bir Beatle Nasıl Yaşar?" başlıklı makalede, John Lennon'un ağzından şunlar aktarılacaktı: "Hristiyanlık gidecek. Yok olacak ve azalacak. Bunu tartışmak istemiyorum. Ben haklıyım ve gelecek bunu kanıtlayacak. Bugün İsa'dan daha popüleriz. Hangisinin daha önce kaybolacağını bilmiyorum, rock'n roll mu, yoksa Hıristiyanlık mı?"
Lennon'un kamuoyunda sessizlikle karşılanan bu sözleri, aylar sonra Amerikan basınında, Newsweek, The New York Times ve özellikle Datebook dergisinde yayımlandıktan sonra büyük bir infial uyandırarak, Beatlesplaklarının yakılmasından, geniş katılımlı protesto etkinliklerinin düzenlemesine varan bir öfke dalgasını tetikleyecekti. Ku Klux Klan üyelerinin bir Beatles plağını büyük bir tahta haç üzerinde "çarmıha gerdikleri" ve ardından törenle yaktıkları görüntüler öfkenin boyutunu gösteriyordu. Lennon, Hz. İsa ile Beatles arasında bir kıyaslama yapmadığını, yanlış anlaşıldığını, yalnızca İngiltere'de Hristiyanlığın düşüşünden bahsettiğini söylese de, öfke dinmeyecekti. Diğer insanların Beatles'a nasıl baktığını söylediğini, popülerleşmeye dikkat çektiğini vurgulayarak özür dileyen Lennon, kendisini savunmaya şu cümleyle başlayacaktı; "Televizyonun İsa'dan daha popüler olduğunu söyleseydim, belki söylediğim orada kalırdı."
TELEVİZYONDA SİYAH BİR ŞARKI
1950'lerin Amerika'sı ve Nat King Cole… King'in 5 Kasım 1956 tarihinde kendi adını taşıyan The Nat King Cole Show adlı televizyon programı NBC adlı Amerikan televizyon kanalında yayınlanmaya başladığında belki kıyamet kopmadı ama bir Afro-Amerikalının ilk kez bir televizyon programı sunmasının artçı etkileri zaman içerisinde kendini gösterdi. Sponsorların siyahi bir sanatçıyı desteklemek istememesiyle zor duruma düşen program bir yıl yayında kalabilse de, Cole'unbu cesur girişimi, müzikal mirasıyla eşdeğer bir şekilde tarihteki yerini aldı. Irkçılık zehrine müzikle karşılık veren Cole ve arkadaşlarının varlığı, büyük değişimleri tetikleyecek olayların önünü açmıştı. Nat King Cole, bazı Amerikalıların evlerine konuk olup, göz zevklerini bozmaya cüret etmenin ne demek olduğunu iyi biliyordu. Ama müziğini kimse susturamadı.
VIKTOR JARA'NIN DUDAKLARINDA SIRLANAN MELODİ
4 Kasım 1970'te halkoyuyla iktidara gelen devlet başkanı Salvador Allende'nin, 11 Eylül 1973'te Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği doğrudan Amerikan destekli bir askeri darbeyle devrilmesi, Şili'de utanç verici kara günleri başlatacaktır. Ülkenin yangın yerine döndüğü yıllar. Darbeciler tarafından tutuklanarak Şili Ulusal Stadyumu'na götürülen binlerce kişinin arasında halk ozanı Viktor Jara da vardır. Gitarıyla "Venceremos!" (Kazanacağız) şarkısını söyleyen Jara'ya stadyumdaki dev tutuklu korosunun da eşlik etmesiyle birlikte, tarihe geçecek o "kanlı şenlik" başlar. Onurlu ozan Jara'nın gitarlı direnişi şu şahitlikle kayıtlara geçecektir:"Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emriyle askerler Victor'un ellerini kırdılar. Artık gitar çalamıyordu ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar."
ÜMMÜ GÜLSÜM KONSERİ VARKEN DARBE YAPILMAZ!
Ümmü Gülsüm sesiyle kitleleri ayağa kaldıran, konserleriyle her zaman olay yaratan, plakları yok satan bir şarkıcıydı. Arap sokakları, Ümmü Gülsüm'ün ruhuyla aynı şeyi temsil ediyordu. 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda Mısır ordularının aldığı utanç verici yenilgiye ilaç olmak için çıktığı moral konserlerinden elde ettiği geliri ülkesine bağışladı, bu konserler sırasında diplomatik bir elçi gibi davranarak şöhretiyle elde ettiği o büyük prestiji ülkesi için kullanmayı tercih etti.
Verdiği konserler arasında Libya-Bingazi konserinin önemi büyüktü, çünkü Muammer Kaddafî ve arkadaşlarının Kral İdris Senûsî'ye karşı darbe yapacakları gece (Mart 1969) şehirde Ümmü Gülsüm'ün konseri vardı. Kaddafi ve arkadaşları bu gece Ümmü Gülsüm'e rağmen darbe yapmanın bir çılgınlık olacağını düşünerek, darbeyi erteleyip yıldızlar altındaki o müthiş konsere gitmeyi tercih ettiler.
TEKRARI İMKANSIZ FESTİVAL
Martin Luther King'in bir suikasta kurban gitmesinin ardından birçok şehirde büyük isyanların çıktığı yılın ertesinde, Vietnam Savaşı'nın yarattığı huzursuzluk devam ederken; politik çalkantılar, toplumsal umutsuzluk ve yükselen ırkçılık, hippiler çağını zirveye taşımıştı. 1969 yılında New York'a bağlı Woodstock adlı küçük kasabada "üç gün boyunca barış ve müzik" sloganıyla gerçekleştirilen bir müzik festivalinin arka planında böylesine güçlü/zorlu bir atmosfer vardı.
500 bin kişinin katıldığı, dönemin önemli yıldızlarının sahne aldığı bu unutulmaz üç günün ikonlaştırılmasında, Michael Wadleigh'ın yönettiği 1971 Belgesel Oscarını kazanan filmin de etkisi büyük. Woodstock -birkaç kere yeniden denenip başarısız olunacağı üzere- tekrarı imkânsız bir festivaldi. Böylesi bir büyüklüğe ulaşacağı tahmin edilmeden, geri plandaki kaotik atmosferin tetikleyici gücüyle kendiliğinden büyümüş, "kaosa üç gün ara" diyen kitlesel bir çığlığı da arkasına almıştı. Yarım asırdır unutulamaması ve bugüne kalması için gayet makbul gerekçeler. Müziğin gücünü test etmek içinse, yeterince ikonik bir hikâye.
GERÇEK DÜŞMANLARIN ARASINDA
Sinead O'Connor'ın, muhalif duruşu ve müzikal tavır olarak her şeyi reddettiği 90'lar, pop yıldızı değil protest şarkıcı olma idealini benimseyerek, bu zemini besleyen şarkılarını kimliğinin bir parçası olarak gördüğü yıllardı, böyle geçti kayıtlara. Yıldız olduğunu fark ettiği andan itibaren kariyerini sabote ederek oyunu kurallarına göre oynamayı reddetmesi, yine bu bağlamda endüstrinin işleyişine ram olmadan, imajının değil kendi hikâyesinin peşinde koşma arzusuyla açıklanabilir zaten.
1990'da layık görüldüğü Grammyn Ödülü'nü kabul etmeme gerekçesi şöyleydi mesela: "Müzik endüstrisinin bizi mahvettiğini düşündüğüm tüm değerlerini reddettim." Katolik Kilisesi'nin çocuklara yönelik cinsel istismarını örtbas etme girişimlerini protesto etmek için, konuk olarak katıldığı televizyon programı Saturday Night Live'da Papa II. John Paul'ün fotoğrafını yırtarken gerçek düşmanlarla savaşın" diye bağırması uzun yıllar konuşulacak çok sert bir protestoydu. Plak ve kasetlerinin sokaklarda silindirle ezilerek imha edildiği büyük kitlesel eylemlere rağmen geri adım atmayacaktı. Bir yol arıyordu ve o yola çıktı.
NINA SIMONE'UN SÜRGÜNÜ
1959'da New York Town Hall'da verdiği o unutulmaz konserle ölümsüz bir ışığa dönüşen Nina Simone'un başlattığı fırtınanın 1960'lar Amerika'sının hareketli politik ortamına karışarak, sivil haklar mücadelesi ve siyah öfkeye desteğe dönüşmesi elbette kaçınılmazdı. Sokaklar çalkantılı, siyahi liderler tavizsizdi. Irkçılık ateşine karşı, siyah bulutlar şimşek biriktiriyordu. 1963'te Alabama'da bombalanan Baptist kilisesinde ölen dört çocuk ve Missisippi'de öldürülen Medgar Evers'ın ardından sel olup taşan bu siyah öfkeye ses olan Nina'nın, "Mississippi Goddam" ve "To Be Young
ile Gifted and Black" adlı şarkıları Afro-Amerikalıların milli marşları haline gelmişti. Radyolarda yasaklı olan sert şarkılarıyla meydanları sallıyor,
Malcolm X, Martin Luther King ve Kara Panterler'in lideri Stokely Carmichael ile aynı gökkuşağına bakıyordu artık Nina. Amerikan'ın cevabı, onu vergi memurlarıyla bunaltarak ülkeden sürgün etmek olacaktı elbette. Nina Simone yaşıyor, şarkıları da.
"CEVABI DOSTUM, ESEN RÜZGARDA!"
Bob Dylan'ın şairlere, direnişçilere, aktivistlere, savaş karşıtlarına ve diğer müzisyenlere uzun yıllar boyunca ilham kaynağı olan ikonik şarkısı, Sivil Haklar Hareketi'nin marşı "Blowin' in the Wind", sürekli soru soran yoruma açık sözleriyle, politik müzik tarihinin en güçlü ve en uzun yaşayan
eserlerinden biri olmayı başardı. Sözlerini Dylan'ın yazdığı, melodisi eski bir siyahi ilahisi "No More Auction Block"un uyarlaması olan "Blowin'in
the Wind", 60'ların simgesel protesto müziği, Rolling Stone'a göre her şeyin değişmesi gerektiği ve değişeceğini öne süren, her amaca uygun yenilikçi bir marş, Joan Baez'in yorumunda çok yakıcı bir yağmurdur. Şöyle der Dylan: "Cevabın rüzgârda savrulduğu dışında, bu şarkı hakkında
söyleyebileceğim pek fazla şey yok. Bir kitapta, bir şarkıda ya da bir TV programında ya da grup tartışmasında değil, adamım; rüzgârda."
DRAKULA VE SEVGİLİ FRANSA
Raşid Taha kendisini "Müslüman bir anarşist" olarak tanımlayan Cezayirli bir müzisyendi. Fransa'ya karşı duvar örmek niyetinde değildi; kendi evini inşa ediyordu sadece. Fransızların bilinçaltındaki göçmen imgesini tasvir ederken kullandığı "sanki her an gelip kanlarını emecek Drakulalardık" ifadesi, uzunca bir öfkeyle birlikte "değiliz"i kapsıyordu aslında. "Değiliz!" Bu, ezberleme zorunluluğu olan bir göçmen parolasıydı. "Değiliz" demelerini ve bunu ispat etmek için bir ömür harcamalarını teklif ediyordu Fransa onlara. Hiç cazip bir teklif değildi bu doğrusu. Raşid Taha, "bunu kabul etmek zorunda değiliz" diyenlerin tarafında yer aldı. Şarkıları hep bunu söyledi.
80'li yılların "beur" (Fransa'daki 2. kuşak göçmenler) gençlerinin isyankâr
dili, Taha'nın kurduğu "Oturma İzni" grubuyla temsil edilse de, bu müzik sosyolojinin konusu olarak kalıp, gettoların dışından pek duyulmadı. Ama grubun (Oturma İzni) 1986'da dağılmadan önce yaptığı son müzikal eylemi oldukça ses getirmişti. Fransız kimliğinin müzikal yapı taşlarından sayılan, kreşlerde ninni olarak söylenen Charles Trenet'nin meşhur vatansever halk şarkısı "Douce France" (Sevgili Fransa), Taha'nın arabesk gırtlağında alaycı bir yorumla yer alınca muhafazakârlar büyük tepki göstermiş, üstüne üstlük şarkı Raşid Taha'nın yorumladığı şekliyle 1986'da dönemin Kültür Bakanı Jack Lang tarafından Fransa Ulusal Meclisi üyelerine dinletilince, Drakulalarıyla yüzleşmek zorunda kalan Fransa'nın beyaz yüzü, Cezayirli kara çocuklara yine aynı şekliyle görünmeye devam edeceğini ilan etmişti. Fransız sağı ise, şarkının radyolarda çalınması engellemekle meşguldü.
DEDE EFENDİ'NİN SARAYDAN AYRILIŞI
Müzikal kimliğin tartışmaya açıldığı, devlet aklının "iyi/ doğru/güzel" müziğin aslında hangisi (Klasik Batı-Klasik Türk) olduğu konusunda ikileme düştüğü bir dönemde, Alafranga-Alaturka ve Doğu- Batı tartışmaları da zirve yapmıştır. Selefi III. Selim'le başlayan müzikte batılılaşma meselesini daha da ileriye taşıyan Sultan II. Mahmud, geleneksel müziğe karşı (aynı zamanda) Batı müziğine/ müzisyenlerine gösterdiği ilgiyi 1828 yılında İtalyan müzisyen/bando şefi Giuseppe Donizetti'yi İstanbul'a davet ederek taçlandırmış ve İtalyan şefi, Mehterhane'nin yerine kurulan Mûsıkâ-i Humâyûn bandosunun başına getirerek, onun Osmanlı Sarayı'nda 28 yıl sürecek müzikte batılılaşma vazifesine makamıyla başlamasını sağlamıştır. Osmanlı Sarayı'nı istila etmiş batılı sazlar/operetler karşısında haklı olarak bir küskünlük/ kıymet bilmezlik hisseden Dede Efendi'nin hacca gitmeyi tercih ederek saraydan uzaklaşması, bu bağlamda önemli dönüm noktaları arasındadır. Dede Efendi'nin saraydan giderken talebelerinden birine "bu oyunun tadı kaçtı" dediği rivayet edilir.