İslam geleneğinde çağdaş kavramları bulabilir miyiz?
Bir din olarak İslam ile iktidar aygıtı olarak devletin ilişkisi değişik cihetlerden tartışıldı. Birçok Müslüman için devlet ile din arasında telazum ilişkisi bulunurken yakın zamanlardan itibaren dinin münzevi bir şekilde Tanrı ile insan arasındaki bireysel alana çekilmesi gerektiğini ileri süren görüşler laik olmayan çevrelerde de ortaya çıktı. Din ile devlet arasındaki ilişkinin İslam'a mahsus bir durum olmadığı aşikârdır; üstelik meselenin sadece din cenahından tartışıldığı söylenemez. Devlet ve siyaset kanadı öteden beri din ile yakından ilgilendi, onunla ilişkisini "fayda" üzerinden kurmak istedi.
"Kırk insandan oluşan bir topluluk varsa onları yönetmek için Tanrı lazımdır" sözü modernleşme sürecinde din ile iktidar arasındaki ilişkileri devlet penceresinden izah eden yaklaşımları özetleyebilir. Buna göre devlet iktidarını ancak kutsal bir destekle ve ilahi bir ruh ile tahkim edebilir. Her halükarda din ile devletin insanlar üzerindeki etkileri kesişmeler veya çatışmalara konu olduğu kadar hukuk, siyaset ve ahlakın kaynağı bahsinde de aralarında ciddi ilişkiler olageldi. Bu nedenle dinin devlete bigâne kalması mümkün olmayacağı gibi devletin dine bigâne kalması hiç mümkün olmadı.
İslam geleneğinde devlet ile din ilişkisinin nasıl başladığı ve daha önemlisi nasıl olması gerektiği üzerinde ciddi görüş ayrılıkları vardır. Günümüzde modern devletlerde yaşayan insanlar devlet ile dinleri arasında kalarak çoğu zaman makuliyet zeminini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Özellikle yirminci asırdan itibaren "daru'l-İslam" ve "daru'lharb'" kavramları ekseninde yürütülen verimsiz tartışmalar Müslüman toplumların devlet meselesini bir zaruret şeklinde ele almalarıyla neticelendi. Her Müslüman, bulunduğu toplumu İslam'ın amaçları ekseninde değiştirmek, dini hükümler ekseninde iktidarın teşekkülü için mücadele etmek zorundadır; İslamcılığın siyasal görüşü tutumu budur. Bu konudaki yaklaşımlar bir yere kadar anlaşılabilir; ancak esas sorun bundan sonra ortaya çıkmıştır.
Gerçeklikle bağını ertelemek
Müslümanlar böyle bir idealle yaşamaları gerektiğini kabul etseler bile hâlihazırda yaşadıkları toplumlarda hangi ahlak ve hukuka göre yaşayacaklardır? Acaba kendi inandıkları düzenler teessüs edene kadar mevcut ahlak ve hukuk karşısında kendilerini bigâne mi sayacaklar, takiye yaparak mı yaşayacaklardı? Bu sorun belki çağımızdaki Müslüman toplumların en ciddi sorunlarından biri olageldi. Birçok yerde Müslümanlar "kayıt dışı" alanlara kayarak "cemaat" içinde yaşama yollarını aradılar. Hâlihazırda da sorun tam olarak çözülmüş değil; birçok Müslüman kendini yaşadığı toplumda, bulunduğu hukuk ve siyaset düzeninde "garip" addederek gerçeklikle bağını erteleme yoluna gitmiştir.
"Gerçek bir Müslüman kendi devletinde yaşayacaktır" düsturu, Müslüman toplumu ahlak ve hukuk alanında zeminsiz bırakarak ciddi boşlukların ortaya çıkmasına yol açtı. Bir ütopyaya mahkûm kalan nesiller, ahlaklı kalabilmek için zaman ve mekânda yaşamanın zorunluluğunu unuttu, dünyanın birçok yerinde çelişkiler ve ikircikli tutumlar arasında gidip geldiler. Takiyenin –Sünni toplumlarda maslahat- Müslüman cemiyetlerde revaç bulup onların modern cemiyetle ilişkilerinde ikircikli tutum takınmalarına yol açmasının temel nedeni ertelenmiş idealler ile yaşanan hayat çelişkisidir. Herkes daha iyi ahlaklı olabileceği bir zamanı ve mekânı tahayyül ederek mevcut durumunu tolere edebildi, ertelenmiş ahlakı mubah saydı, ideal ile vakıa arasında ortaya çıkan boşluk ise hiçbir zaman doldurulamadı. Bu meyanda sadece toplumla ve hukukla ilişkilerde değil, modern dünyanın ürettiği birçok kavram ve değer ile sahici ilişki kurmak mümkün olmadı.
Müslüman toplumlar çağın hâkim değerinin peşinden sürüklenerek kendi geleneklerini ve inançlarını o istikamette yorumladı, hâkim değere göre şekillendi, hâkim değerin gölgesinde din telakkilerini belirlemek istediler. Bir dönemde neredeyse bütün Müslüman entelektüeller sosyalist İslam'dan söz etti, yardımlaşma, paylaşma gibi kavramlar Müslümanların ana konusu haline geldi. Mısır'da Seyit Kutup, Türkiye'de Nurettin Topçu bunun iki örneğidir. Hâkim değer değiştikçe Müslümanlar o istikamette değişim gösterdi, fakat hiçbir zaman çağın değerleriyle sahici ve samimi ilişki kurmak istemediler.
Günümüzde toplumsal hadiseler karşısında yeterli tepki gösterme konusunda zafiyetin nedeni budur: Müslüman cemiyet çağın siyaset ve hukuk alanında ürettiği kavramlara yürekten bağlanamıyor, derin bir tereddüt beslediği kavramları ise kendisince yorumlayarak başka bir iklimde düşük bir profille yaşamayı tercih ediyor. Kayıtsız şartsız demokrasiden yana olmak, milli iradeyi savunmak, rejimi cebri değiştirmeye karşı direnç göstermek, özgürlükten yana olmak gibi düşünceler zihnimizin sahici konusu haline gelemiyorsa bunun nedeni yaşadığımız bu ikircikli durumdur.
İslam geleneğinde din ile devlet: Hem var hem yok
İslam geleneğinde siyaset ve iktidar meselesi üzerinde düşünülmeye değer konulardan biridir. Hz. Peygamber'den sonra Müslümanların ilk görüş ayrılığına düştükleri mesele peygamberin yerine kimin geçeceği meselesi oldu; en azından İmam Eşari böyle düşünür. Müslümanlar Hz. Peygamberden sonra onun yerine kimin geçeceğini tartışırken kısa süren bir ihtilaf yaşandı, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in dirayetiyle sorun ertelendi. Burada ortaya çıkan ihtilafın konusundan daha çok zamanla yaşanan bazı hadiseler İslam ile devletin ilişkini ele almada dikkatlerimizi odaklamayı gerektirir. Bunların başında zekât vermeyenlere karşı Hz. Ebu Bekir'in tutumu gelir. Hz. Ebu Bekir bütün Müslümanların karşı çıkmasına rağmen zekât vermeyenlerle savaşılmasını kararlaştırdı, devlet zoruyla zekâtı toplayarak İslam'da devletin mahiyeti hakkında bir fikir verdi. Devlet şeriatı uygulayan ve bozulmalara karşı hükmü koruyandır. O zaman en azından günümüzde düşünülen münzevi dine Hz. Ebu Bekir'in iyi bakmadığı aşikârdır. Tarih boyunca Müslümanların devlet ile ilişkisi çelişkiler taşıdı. Emevi hanedanlığının kurulmasıyla birlikte, ilk ciddi yabancılaşma yaşandı, devlet ile halk ve ulema arasında mesafe oluştu. İslam toplumlarında ortaya çıkan bütün devletler Emevi, Abbasi devletlerini model alarak hanedanlıklar şeklinde ortaya çıktı, ulemanın belirli bir rolü olsa bile yönetimi devlet adamları şekillendirdi. Bununla birlikte söz konusu devletlerin "İslami" olarak kabul edilmesi birçok Müslüman entelektüele tuhaf gelir. Bir devleti İslami kılan nedir? Meseleye basit bir yaklaşım getirirsek "hukuku İslam kuralları olan" devlet diyebiliriz. Fakat bu cevap, gerçek cevap teşkil etmeyecek kadar tutarsız ve mesnetsizdir. Nitekim günümüzde birçok Müslüman devlette bu sorun görülmektedir; en azından söz konusu ülkelerde hukukun İslam kaynaklı olmasının herhangi bir anlam taşımadığını biliyoruz. O zaman sorunun cevabı bu olamaz. Peki, biz bu sorunun cevabını gerçekten biliyor muyuz?
Çağın baskın değerine göre yorum
Kanaatimce Müslüman toplum İslami bir devlette ne olması gerektiği hakkında açık fikre sahip olmadığı gibi neyi talep ettikleri hakkında da herhangi bir fikre sahip değil. Belki uzun süre gerçekleşmeyen bir idealin insanlarda yol açabileceği garip paradokslardan biri budur: Savunduğumuzdan o kadar umutsuz olduk ki, onun ne olabileceğini düşünmeye gerek duymadık.
Neden bu böyledir? Çünkü biz meseleyi sadece geçmiş zaman diliminde düşünüyoruz. Hâlbuki başından beri İslam'ın bu alanlarla ilgili yaklaşımı sorunlu idi. İslam ile devletin ilişkisini tesis etmek gerçekten zor bir meseledir. Bu meyanda İslam'ın kamu alanı ile ilgili yaklaşımları dini midir, yoksa başka bir şekilde mi ele alınmalıdır? Bu alanlardaki düşünceler genellikle hâkim yaklaşımların etkisi altında ele alınmış, birçok konu yokken sanki varmış gibi kabul edilmiştir.
Yorumun her zaman doğru olması gerekmez; fakat bu bahisteki yorumlamalarda ciddi sorun anakronik yaklaşımdır. Müslüman entelektüeller uzun bir zamandan beri çağın baskın değeri ne ise ona göre yorum yaparak dini malzeme haline getiriyorlar. Bunun kaçınılmaz bir kısmı vardır, bunda tereddüt yoktur. Çünkü evrensel bir din en azından hükümler ve normlar bakımından esnek olmalıdır; her kültür, örf veya gelenek dini kendine göre yorumlayarak yeni sentezler getirir. İslam Hicaz'dan çıkışından itibaren sürekli yeni yorumlara konu olmuştu. İran-Sasaniler başta devlet organizasyonu olmak üzere, birçok yönden İslam'ı şekillendirmişken Grek mirası ile karşılaşan Müslümanlar bilgi anlayışlarını oradan istinbat ettiler.
Burada değişim ne kadardır ve sabit kalanlar nedir sorunu her zaman ortadadır. Fakat kabul etmek gerekir ki, dinlerin yayılması önce kaynaşma, sonra çatışma ve daha sonra etkileşme-uzlaşma şeklinde gerçekleşir. İlk dönemlerde ortaya çıkan heterojen eğilimler birkaç nesil içinde daha "sahih" ve kabul edilebilir yorumlara evrilir. Bu itibarla çağın değerleriyle din arasında irtibat kurmak bir zarurettir.
Hayat ile din arasında irti bat kurmak
Bununla birlikte çağımızda durum temelden değişti. Her şeyden önce bilgi ve değer anlayışı hiçbir çağda olmayacak şekilde değişim gösterdi. Kartezyen felsefeyle birlikte bilginin ele alınma tarzı, dünya telakkisinin değişmesiyle değerler büsbütün değişti. Artık kavramlar ve kelimeler birbirine benzese bile, hiçbir şey eskisi gibi değil. Bu meyanda Rene Guenon gibi müfrit bir uzlaşmaz olmaya gerek olmayabilir, fakat kelimeleri kullansak bile, neredeyse çağdaş dünya ile kadim dünyanın hiçbir şeyi birbirine benzemez. Bu nedenle sadece din ve dini gelenekler ile değil, felsefi ve bilim gelenekleri içerisinde de süreklilik inşa etmenin güçlüğü konuşulur oldu. Hal böyleyken Müslümanlar çağımızın hâkim değerleriyle dini nasıl yorumlayacaklardır?
Bu noktada içine düşülen ilk ve ciddi kavram hatası devlet kavramının kendisidir. Vail b. Hallak İmkânsız Devlet diye tabir ettiği eserinde Müslüman toplumların devletin dönüştürülmesiyle ilgili beklentilerinin "devlet" kavramının kendisinden kaynaklanan nedenlerle imkânsız olacağını izah ederken bu kırılmaya dikkatimizi çekmişti. Vakıa çağımızda hemen her konu bambaşka saiklerle ve formlarla ortaya çıktı.
Hal böyleyken geriye dönerek devleti, kurumları İslam geleneğinde bulma çabası, içine düşülen zihinsel açmazları anlatmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Bu meyanda sadece devlet de değil! Onun unsurları hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.
Müslümanlar demokrasi ile irtibat kurmak istediklerinde istişare kavramını hatırlıyorlar. Kuran-ı Kerim'de böyle bir sure de var ve hatta hadislerde istişarenin tavsiye edildiği kabul edilir vs. Fakat istişarenin unsurları nelerdir, hangi kurumlar oluşturmak gerekir, istişare İslam toplumunu hangi araç ve aygıtlarla yönlendirecektir? Bunlar tamamen belirsizdir. Bunlar belirsizse istişare ile demokrasi arasında irtibat kurmak da mümkün olmayacaktır. Bu meyanda başka birçok örnek verebiliriz.
Haddi zatında İslam'ın adalet anlayışı üzerinde düşünebiliriz: İslam adaleti emreder, insanlara adaleti yükümlülük olarak yükler vs. Bir Müslüman en rahat adaletten söz edebileceğini düşünür. Fakat sorun tam olarak burada ortaya çıkar: Adalet derken tam olarak neden söz ederiz? Kavramların verili olduğunu ve bir öz taşıdıklarını düşünüyoruz, hâlbuki öyle değil; sabit olmayan kavramlardır ve kavramların hiçbir şekilde sabit olmadığı bir dünyada sabit kavramlar üzerinden dini anlatmaya çalışmak Müslüman zihnin açmazlarından birisidir.
Velhasıl İslam'ın tarih tecrübesini dikkate alırsak, modern dünya ile Müslümanlık arasında birçok alanda ciddi boşluklar vardır. Bu alanlarda Müslümanlar yaşadıkları hayat ile dinleri arasında irtibat kurmada krize düşmektedirler. Bu krizi aşmak için de ya mantıksal zemini olmayan zayıf kıyaslarla kendi dönemlerini naslarda bulmaya çalışırlar veya doğrudan geçmiş hükümleri ve uygulamaları aradaki zaman ve mekân farkını ihmal ederek çağlarına taşımak isterler. Her iki durumda da hem dine hem yaşadıkları zamana haksızlık ederler.
Müslüman düşüncenin kelimenin hakiki anlamıyla yeni ve kapsamlı içtihatlara ihtiyacı vardır. Bu itibarla Müslümanlar devletten ne anladıklarını, bir devlet ile rejim arasındaki ayrımın ne olduğunu, ideal devletin nasıl olması gerektiğini düşünmek ve izah etmek zorundadırlar. Çağdaş siyasetin kurucu kavramlarını nasıl ele almaları gerektiğini göstermek zorundadırlar. Yaşadıkları dünyada ahlak, hukuk ve siyasetle ilişkilerini sahici ve tutarlı bir şekilde tesis etmeden bireysel kimliklerini korumaları söz konusu olmayacaktır. le olmuştur.