Geçmişin salgınları ve dinî tedbirler
Bütün dünyayı etkisi altına alan, ülkemizde de pek çok insanın hastalanmasına ve ölümüne neden olan bir salgın hastalık ile giriyoruz Ramazan ayına. Uzunca bir zamandır camilerimiz cemaatsiz kaldı, insanların toplu şekilde ibadet etmeleri yasaklandı. Cuma namazları kılınmadığı gibi Ramazan ayının sembolü olan teravih namazları da kılınamayacak bu Ramazan.
İslâm tarihinde belki de bu noktada bir ilk yaşanıyor, insanların Ramazan ayını ve orucu tamamlayan en temel ritüellerden biri olarak gördükleri teravih, toplu iftarlar, misafir ağırlama, dostlarla bir araya gelme, namaz sonrası çay sohbetleri, sahur toplantıları, kısacası Ramazan ve toplumsal hayat birlikteliğini sağlayan hemen her türlü uygulamadan mahrum kalacağız bu yıl.
Salgına karşı tedbirlerinin başladığı dönemden itibaren bilhassa yatsı ezanı öncesinde salâlar okunuyor, bir an önce ülkemizin, İslam dünyasının ve dünyadaki bütün insanların bu hastalıktan kurtulması için dualar ediliyor, salâvat ve kelime-i şehadet getiriliyor cami mikrofonlarından.
Peki, salgın hastalıklardan kurtulmak için dua edilmesi bugüne mahsus bir durum mu? Bu sorunun cevabını anlayabilmemiz için insanlık tarihindeki salgın hastalıklara, hastalıklardan korunmak için alınan tedbirlere, bu tedbirler içerisinde duanın nasıl algılandığına bir göz atmak en iyisi.
İnsanlık tarihi boyunca pek çok salgın hastalık (pandemi) meydana gelmiş, bu salgın hastalıklara genel olarak veba adı verilmişti. Bu veba türlerinden biri olan tâun ise en ölümcül olanıydı. En eski çağlardan günümüze kadar bilhassa üç veba salgını insanlık tarihini, ekonomiyi, nüfusu derinden sarsmıştı. Bunlardan ilki 541 senesinde başlayan ve "Jüstinyen vebası" olarak bilineniydi.
Tarihteki en büyük salgın da yine Çin'den yayılmıştı
1347-1351'de tarihleri arasında görülen ve Kara Ölüm (The Black Death/Mevtü'l- Esved) olarak bilinen veba verdiği hasarlar itibarıyla dehşet uyandırıcıydı. İslâm kaynakları bu vebada kaybedilen insan sayısına kinaye olarak Fenâü'l- Kebir (Büyük Yok Oluş) adını vermişlerdi. Tıpkı Koronavirüs gibi Çin'de başlayıp, İpek Yolu boyunca ilerleyen ticaret kervanları vasıtasıyla İslam dünyası ve Avrupa'ya yayılan bu salgın sırasında binlerce insan ölmüş, şehirler harap olmuş, kıtlık baş göstermişti.
Osmanlı padişahı Orhan Gazi ve ilk Osmanlı şeyhülislamı Molla Fenarî bu veba salgını nedeniyle vefat etmişlerdi. Tanca'lı seyyah İbn Battuta bu vebanın yaşadığı dönemde dünyayı gezen bir seyyah olarak pek çok olaya şahitlik etmiş, hastalığın etkilerine dair çok sayıda bilgiler vermişti.
Üçüncü büyük veba salgını ise Bombay Vebası adıyla bilinmekte olup, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında Güneydoğu Asya'da ortaya çıkmış ve yaklaşık yüz yıl boyunca dünyanın tamamını etkilemişti. Bu sözü edilen büyük salgınların haricinde, dönem dönem büyük şehirlerde görülen veba salgınları da oluyordu.
Osmanlı merkeze alınacak olursa, mesela 16'ncı yüzyıl boyunca adeta Osmanlı payitahtını esir almış, 1511, 1526, 1561, 1581, 1584, 1586, 1590, 1592, 1599 tarihlerindeki salgınlarda pek çok insan ölmüştü. 1637'deki salgın "büyük tâun" olarak adlandırılmıştı.
1655'te meydana gelen salgın ise günde yaklaşık bin kişinin ölümüne neden olmuştu. Salgın nedeniyle dükkânlar kapatılmış, mahkûmlar salıverilmişti. Veba salgını başladığı zaman hastalığın giderilmesi ve korunma amaçlı olarak pek çok tedbir uygulanırdı. Karantina, tıbbi tedavi, hasta olan insanlarla mesafe koyma, hatta hastalıklardan ölenlerin mezarlarını ayırma başlıca korunma yöntemleriydi.
Hz. Peygamber'in tavsiyesi
Hz. Peygamber, bu hastalığın daha önceki kavimlere ceza olarak gönderilen bir hastalık olduğunu söyleyerek, bir yerde veba salgını olduğunu haber alanların o şehre gitmemelerini, bulunduğu yerde hastalık olanların da oradan ayrılmamalarını tavsiye etmişti.
Hz. Peygamber'in bu sözleri sonraki dönemlerde yaşayan âlimler tarafından da muhtelif vesilelerle dile getirildi. Veba salgınında üç kızını kaybeden, 1448 yılında kendisi de vebadan ölen İslam âlimi İbnü'l-Hacer el-Askalanî, bu hastalığa dair kaleme aldığı bir eserinde, vebayı "doğruluktan ayrılanlara verilen bir ceza" olarak tanımlamıştı.
Hastalık baş gösterdiğinde, o bölge veya şehirden uzaklaşmak, hastalar ile araya mesafe koymak en yaygın tercih edilen yöntemlerden birisiydi. Mesela, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'da baş gösteren bir veba salgını nedeniyle şehre girmemek için Balkan şehirlerinde dolaşmayı tercih etmişti.
İdris-i Bitlisi, Ebussud Efendi ve Taşköprülüzade vebadan kurtulmanın kaçış veya ilaç almak suretiyle mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. İstanbul'da meydana gelen veba salgınlarında, birbirlerine misafirliğe giden insanlar, gittikleri evin yakınında kurulan bir kabinde tütsülenerek eve girerler, bu sayede diğer insanları korumuş olduklarını düşünürlerdi.
Karantina, hastalıktan korunmanın en etkili yolu olmasına rağmen, bazen ekonomik kaygılarla göz ardı edilebilmekteydi. Ancak zaman içerisinde tıp sahasındaki ilerlemeler, hastane sayısının artması gibi etkenler meselelere çok daha sağlıklı yaklaşmayı mümkün kılabilmişti. 15'inci yüzyıldan itibaren Venedik ve Dubrovnik'te uygulandığı bilinen karantina, yüz yıl sonra Osmanlı topraklarında da uygulandı.
Mesela Sakız Adası'na giden tüccarlar; "taunlu yerlerden geldünüz" denilerek 25 gün süreyle gözlem altında tutulmuşlardı. 19'uncu yüzyılda başlayan veba salgını sırasında hemen her şehir, kasaba, köy hatta kavşak ve iskelelerde "tahavvuzhâne" adıyla karantina evleri kurulmuştu.
Devlet 1836'da resmen karantina uygulaması kararı almıştı. Kız Kulesi hastaneye dönüştürülmüş, yurt dışından gelenler kontrol altına alınmış, devlet çıkardığı nizamnâmeler ile halkı bilinçlendirmeye çalışmış, hıfzıssıhha kavramı ilk defa bu dönemde kullanılmaya başlanmıştı.
1850 yılında, İstanbul'daki mezarlıklara ölü gömülmesini yasaklayan Defn-i Emvat Nizamnâmesi ile vebadan ölenlerin şehir dışına gömülmesi uygulaması getirilmişti. Bazı insanlar ise hastalıklara daha "kaderci" yaklaşmayı tercih ediyor, oturduğu yerde ölümün kendisine gelmesini bekliyordu.
"Duâ, müminin en güçlü silahıdır"
Hastalıklar baş gösterdiğinde dua etmek, tıbbi tedbirlerin yanı sıra başvurulan başlıca yöntemlerden biriydi. Kulların işlediği günahlar nedeniyle topluma bu tür belaların sirayet ettiğine dönük anlayış bütün dinlerde mevcuttu. Bunu def etmenin en etkili yolu ise nedamet göstermek, tevbe etmek, ahlaksızlığı ve fuhşu ortadan kaldırmaktan geçiyordu. İşte böylesi bir durumda en etkili yöntem dua olarak kabul edilmekteydi.
1347'de başlayan ikinci büyük veba salgını sırasında hastalığın yok olması için tüm mabetlerde dua edilmişti. Aynı şekilde salgının ilk çıktığı yer olan Suriye'de halk bir araya gelerek Buhari okumuş, bazı Kuran surelerini okuyarak hastalığın gitmesi için dua etmişlerdi. İbn Kesir'in belirttiğine göre, hastalığın görüldüğü ay halka duyuru yapılmış, insanların ertesi günden itibaren üç gün oruç tutmaları, dördüncü gün yani Cuma günü ise Mescidü'l- Kadem'de toplanmaları istenmişti.
Uyarıları dikkate alan ahali üç gün oruç tutmuş, insanlar camilerde gecelemiş, veba illetinden kurtulmak için Allah'a yalvarmış, tıpkı Ramazan aylarında olduğu gibi geceyi zikirle geçirmişlerdi. Cuma günü mescitte toplanan ahali sadece Müslümanlardan müteşekkil değildi. Hastalığın gitmesi için mescide gelip dua edenler arasında Yahudiler, Hıristiyanlar, Sâmirîler bulunmaktaydı.
Veba salgınının olduğu günlerde ahali koruyucu olduğuna inandıkları kutsal mekânları ziyaret ederdi. Osmanlı topraklarında, bilhassa İstanbul'da görülen vebalarda, hastalığın giderilmesi için minarelerden -bugün Korona tedbirlerinde uygulanana benzer şekilde- dua okunması amacıyla fermanlar yayınlanmıştı.
Anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı yönetimi, bu şekilde duanın önemine dikkat çekmiş ve halk nezdinde duaya vurgu yapan bir farkındalık oluşturmuştu. Bu çerçevede, Duhan ve Ahkâf surelerinin şehirlerde yüksek sesle okunması için ferman çıkarıldı. Hastalığın def edilmesi için, muhtemelen günahsız oldukları düşüncesiyle, sıbyan mekteplerindeki öğrencilerin haftada iki gün duaya çıkmaları için ferman salındı. Ayrıca kale kapılarından yüksek sesle Kuran okunması, camilerde farz namazlardan sonra tekbir getirilmesi ve dua edilmesi istendi.
Şanizâde Tarihi'nde bu konuya dair verilen örnek hayli ilginçtir. Buna göre; İstanbul sakinlerinden biri, veba bulaşmaması için kendini konağında tecrit etmiş ve hatim okumaya başlamıştı. Hatminin tamamlanmasına birkaç cüz kaldığı sırada dışarı çıkıp konağın etrafında bir tur attıktan sonra geri dönerek hatmini tamamlamıştı. Ahali bu adamın konağına veba bulaşmadığını öğrenince onun yaptığını tekrarlayarak hatim okumaya başladı. Kısa sürece bu olay geniş bir çevreye yayıldı ve neredeyse İstanbul'un tamamında vebadan korunmak için dua edilmeye başlandı. Halk dualar eşliğinde bütün şehri dolaşmaya başlamıştı.
Benzer bir durum 1812 yılındaki veba salgınında da gerçekleşmiş, insanlara dua etmeleri, Duhan ve Ahkâf surelerini okumaları, aynı zamanda camiye devam etmeleri, dedikodu yapmamaları ve Müslümanca bir hayat sürüp boş işleri terk etmeleri önerisinde bulunulmuştu. Surların etrafında dua okunması da bu dönemde yapılan bir diğer uygulamaydı.
Dua hemen her dönemde başvurulan bir korunma yöntemiydi. Mesela Nidaî, iyilik yapmanın, sadaka vermenin, ihsanda bulunmanın insanı kötülüklerden koruyup ömrü uzatacağını, bu nedenle veba zamanlarında dua edip ihsanda bulunmak gerektiğini belitmiş, ayrıca kurban kesmenin tasavvuf büyüklerinin yazdıkları duaları okumanın, yine, gece ve gündüz Felâk ve Nas surelerini okumanın da insanları bu salgından koruyacağını ifade etmişti.
Şehr-i Ramazan ve veba
1812 senesinde İstanbul'daki veba salgınları Ramazan ayına denk gelmişti. Yukarıda da belirtildiği gibi ahali, hatimler ve şeyhülislamın yazdığı şifâyı şerifler vasıtasıyla vebayı İstanbul'dan uzaklaştırmaya çalışırken, ağır seyreden ve hızla yayılan hastalık nedeniyle şehir halkı arasında bir vesvese de başlamıştı. Ramazan ayı olması nedeniyle insanlar gece sabahlara kadar ibadet ediyorlar, dualar ediyorlar, evlerinden dışarıya ancak ikindi vaktinden sonra çıkıyorlardı. Bu nedenle şehirde tam olarak ne olup bittiği anlaşılmadığından bir bilgi kirliliği meydana gelmiş ve vesvese hâkim olmuştu.
Yetkililer bu durumun önüne geçmek için insanları başka yerlere nakletmek zorunda kalmışlardı. Bu musibete neden oldukları gerekçesiyle bekar odaları kapatılmış, fahişeler hapse atılmış, şehrin temizliğine ayrı bir ihtimam gösterilmiş, bu arada halktan Kuran okumaları, dua etmeleri istenmiş, bütün cami ve mescitlerde Ahkâf ve Duhan surelerinin okunması, ardından salât ü selam getirilmesi istenmişti. Ayrıca selâtin camilerinde güneş doğmadan evvel Ahkâf suresi okunması da istenmekteydi.
Fakat bu uygulamayı takip eden günlerde, Ramazan bayramında insanların birbiriyle olan yakınlıkları artıp, tecridin sona ermesi hastalığın artmasına neden olmuş; halk arasında "Bu günlerde Âd kavminin helâkini anlatan Ahkâf Suresini okumak Allah'ın gazabına neden olur" şayiası yayılınca panik havası oluşmaması için bu uygulamaya son verilmişti. Ancak dua edilmeye devam edilmiş, 9 Ekim 1812'de Cuma Selamlığı için Üsküdar'daki Beylerbeyi Camii'ne gelen Sultan II. Mahmut da vebanın def edilmesi için yapılan dua törenine katılmıştı.