Ergenekon destanını okuma denemesi (2): Dağın demirinden şehir kurmak
Antik dünyanın büyük şairi Sofokles şöyle bir hikâye anlatır: Şehir ahalisi yoldan gelip geçeni imtihan ederek kendilerine hükümdar arıyorlarmış. Soru olabildiğince basit bir soru imiş: "Sabahleyin dört, öğlen iki, akşam üç ayak üzerinde hareket eden canlı kimdir?" En nihayet Oidipus sorunun doğru cevabını verdiğinde onu şehrin hükümdarı yapmışlar.
Yoldan geçen bir yabancıyı şehrin hükümdarı kılan cevap "insan" imiş: İnsan sabahleyin dört, öğlen iki ve akşam üç ayak üzerinde yürüyen varlıktır. Soru ile cevap arasında zorlamalı da olsa bağ kurmak mümkün olsa bile, bir cevap ile hükümdar olmak arasındaki bağı tespit güç gelebilir.
Kadim dünyanın bilgi/hikmet ile güç arasında kurduğu irtibatı bilirsek, her ikisini izah edebiliriz: Sorunun cevabı insandır, çünkü insan "sabah dört ayağı üzerinde hareket eden (bebeklik evresi), sonra gelişen ve güçlenerek iki ayak üzerinde, ömrünün sonunda da yaşlanarak tekrar baştaki zafiyet halinde üç ayaklı (baston) yürüyen varlıktır."
Bir insanın kendini bu merhalelerde tanıyabilmesi büyük bilgelik sayılmıştır. Çünkü böyle bir bilgiye varabilmek için insanın ilk merhaledeki zafiyet durumunu aşıp gençlik hırslarının ortaya çıktığı ikinci evresinde basiret sahibi olması gerekir. Kaç insan zaaftan sonra güce ulaşınca nereden geldiğini ve tekrar o hâle gideceğini aklında tutabilsin? Bu nedenle hayatın inişleriyle ve çıkışlarıyla ömrü bir bütün olarak akılda tutabilmek, hayata böyle bir zaviyeden bakabilmek insana hükümdarlık bahşeden bir bilgelik sayılmıştır.
Hükümdarlık kendini bilmektir
Böyle bir sorunun cevabı ile hükümdarlık arasında nasıl bir bağ vardır peki? Bunu tespit etmemiz de kolay: Öyle bir bilgi insanın duygularını ve yaşadığı hâlihazırdaki şartları aşarak kendisi hakkında hakiki ve tümel bir tanıma ulaşması demektir.
Başka bir anlatımla doğadaki değişim ve başkalaşma ile birlikte esas değişenin insanın kendisi olduğunu hatırda tutmak, insanın kendini değişen-oluşan ve bozulan bir varlık olarak görmesi demektir. Böyle bir bilgiyle kendini bilebilen insan ise gerçek bir hükümdar olarak kabul edilir.
Bu anlatımı bir "insan resmi" sayabiliriz: İnsan hayatın farklı merhaleleri içinde zayıflıktan güce, oradan zaafa intikal eden varlıktır; yani fani ve geçici varlıktır. Bir Türk destanında ölümlü olmak ile insan olmak arasındaki bağ anlatırken şöyle denilir: "Ona bir ok saplandı, kanı akmaya başladı, bir Tanrı olmadığını fark etti."
Kendini tanıyan insan ise en güçlü insandır çünkü aradığını bulmuş, gayesine ermiş, arzularını yönetebilmiş, saadete nail olmuştur. Öyle bir insan gerçek hükümdar, İbn Sina'nın ifadesiyle "yeryüzünün sultanı", sufilerin ifadesiyle ise "hakiki insan"dır.
Ahlakın gayesi insanın kendisi hakkında bilgeliğe ulaşmasıdır. Haddizatında böyle bir bilgelik bütün bilgilerin gayesini teşkil eder. Bilimleri bir ağaç şeklinde birbiriyle irtibatlı hâle getirsek, insanın kendisi hakkındaki bilgeliğin sebebi olan ahlak ağacın meyvesidir.
Sufilerin metinlerinde "marifetünnefs" (kendini tanımak) dedikleri şey, gerçekte metafizik bilginin maksadıdır. "Kendini bil" düsturu, insanlık tarihinde hep akılda tutulmuş gizli-açık bir gayeye gönderme yapar. Kendini bilen insan gerçekte bilginin maksadına ulaşmış olacaktır.
İnsanın kendisi hakkındaki bilgisi erdemlerin sebebi –veya neticesi- iken insanın kendini unutması ise tüm erdemsizliklerin sebebidir. Hüzünlerimiz, korkularımız, endişe ve kaygılarımız vs. insanın faniliğini bilmemesi ve daha çok onunla barışmamasının yol açtığı savurmalardır.
Böyle bir bilgelikle kendini tanıyan insan ise gerçek hükümdardır. O değişen ve başkalaşan dünyanın sürüklemesinden kurtularak arzularını yenen, kendini zabt ü rabt altına alabilen bir varlıktır.
Bilmek, olmak demektir
Tasavvuf metinlerinde anlaşılması en çetin kavramlardan biri, "bilmek" kelimesinin anlamıdır. Bilhassa "insanın kendini bilmesi" denilince tam olarak neyi kast ederiz? Bunu günlük hayatta kelimeye yüklediğimiz anlam üzerinden anlamaya çalışmak beyhudededir.
Sufiler bu konuda bilgi ile eylem-ahlak arasında kurdukları ilişkiyi kadim metafizikçilerden tevarüs etmiş, bu mirası nübüvvetten öğrendikleri amaçlarla irtibatlandırarak yeni bir yorum ortaya koyabilmişlerdir. Binaenaleyh filozofların bilgiye yükledikleri anlamı hatırlamadan "insanın kendini bilmesi" derken neyi kast ettiklerini anlamayız.
Bir şeyi bilmek veya anlamak, hakiki anlamıyla bilmekten söz etmektir. Başka bir anlatımla burada mevzu bahis edilen şey, ahlaki terakki ve yetkinleşme çerçevesinde insanın kendini "ahlaki bir varlık olarak" gerçekleştirmesidir. Bu itibarla insanın kendini bilmesinin tam karşılığı yüksek ahlak ve erdemlerle ahlaklanmaktır: Bilmek, olmak anlamına gelir.
Bunu filozofların kuvve-fiil ilişkisiyle anlatırsak, insanın kendini tanıması-bilmesi ancak kuvve hâlindeki insanın (çekirdek) bilfiil insan hâline geçmesiyle mümkündür. Bu durumda bir insanın adalet, iyilik, cesaret, iffet gibi erdemlerle mücehhez ve ahlaklı olması ise onun kendini tanıması demektir. Böyle erdemlerle mücehhez bir kişi kendini "sabahleyin dört, öğlen iki, akşam üç ayaklı" tanıyan ve bu bilgiyle de hükümdar olabilen varlıktır.
Hiç kuşkusuz bir insan için geçerli ilke toplum için de geçerlidir. Kadim felsefenin ahlak anlayışı bireysel-toplumsal bir ahlak şeklinde şekillenmişti. Dinî düşünce de bunu kabul ederek, insanın bir birey olarak ahlaklanma sürecini bir şehrin ortaya çıkmasıyla taçlandırmıştı. Hz. Peygamber'in getirdiği ahlakın değeri Medine'de görünür hâle geldiğinde idrak edilebilmişti.
Dağları aşmak veya dağı eritmek!
Bir filozofun gerçek ahlaka ulaşması onun erdemli şehrin kurallarını getirmesiyle neticelenecektir. Bir toplumun "medeni toplum" veya yaşadıkları yerin "erdemli şehir" olabilmesi insanlık değerleri ve yüksek ahlak ile mücehhez olmalarına bağlıdır. Bu bakımdan filozoflar insanlar gibi şehirleri ve toplumları da erdeme göre tasnif ederek, erdemli toplumlar ile cahil toplumları ayırt etmişlerdir.
ve gerçek gaye üzerinde bir araya gelmiş, bir filozofun veya peygamberin inşa ettiği değerler etrafında kendileri henüz onlara ulaşmamış olsa bile yardımlaşmak üzere yaşayan insanlardır. Peygamber veya filozof hakiki bilgiye ve saadete ulaşılmaya yardım edecek elverişli bir mekân olsun diye şehir kurar.
Ergenekon destanının ikinci kısmını ise bir şehir kurmak ve ahlaklı cemiyet hâline gelmek ideali üzerinden yorumlamak mümkündür: Bir insan topluluğunun faziletli bir şehirde yaşayan medeni toplum hâline gelebilmesinin yolu nedir? Dağları aşmak veya dağı eritmek!
Böyle bir yorumla insan davranışının ve talebinin istikametini yaşama-barınma gibi içgüdüsel davranışlarımızdan koparak "ahlaklı insan olmak" ülküsüne taşırız. İnsan ahlaklı varlık olduğunda gerçek insan hâline gelebilir; ahlak ilkeleri (mekarim-i ahlak) ekseninde bir cemiyet inşa edebildiğinde ise yeryüzünü mamur kılan ve yeryüzüne değer katan biri olarak hatırlanabilir.
İnsanın bütün var oluş mücadelesinin temelinde kendisini hakiki insan hâline getiren bu ahlaka varmak olmalıdır. Bu itibarla destanda daralan hayat 'erdemlerden uzak' bir insanlık durumuna, talep edilen ve uğrunda mücadele verilen ise yüksek insanlık erdemleri idi.
Çekirdek insanın sembolü: Dağ
Destanda anlatılan "dağın delinmesi" edebiyatta sürekli işlenmiş temalardan biridir. Bu meyanda "dağı delmek", "külünk ile dağ kazarak susamışlara ab-ı hayat getirmek" Yunus Emre, Niyazi Mısri gibi birçok şairin şiirinde ana temadır. Şirin'e varmak için yapılması gereken, dağı aşmak ve dağın ardındaki suyu ihtiyaç sahiplerine getirmektir.
Masallardaki "anlatılma sebebini" bir yana bırakırsak, burada insanın insan olabilmesinin başka insanlar için yaşayabilme ve diğerkâmlık ülküsünden geçtiğini hemen fark ederiz. İnsan ancak başka bir insan için çaba gösterdiğinde ve onu kendi hazlarına tercih edebildiğinde gerçek insan olacaktır.
"Öteki insan" bizim düşmanımız veya cehennemimiz değil, tam aksine, sayesinde saadete ve kendimize varabileceğimiz sırat köprümüzdür: Öteki insan üzerinden insan, hakiki cennete varabilir. Ferhat elindeki kazma ile dağı deler ve sevdiğine ulaşır, insanlara suyu getirirken kendisi de Şirin'e varır. Biz artık Şirin'in kim olduğunu iyi biliyoruz: Şirin insanın kendisi ve varlık hakkında ulaşabileceği nihai bilgeliktir.Öyle bir bilgelik Allah'ı tanımakla taçlanarak hayatın ve var olmanın anlamını ortaya çıkarır.
İnsan hamlığını (çekirdek insan) aşmadan ve arzularına gem vurmadan öyle bir gayeye eremez. İbn Arabi, feraset-iftiras bahsini ele alırken buna değinir: Hakikati olduğu hâl üzere görmeyi sağlayan feraset "at" anlamındaki fers ile irtibatlı bir kelimedir. Feraset-iftiras (ata binmek, onu gemlemek) atı gemlemekle ulaşabileceğimiz bir bilgeliktir. At ise arzularımız ve hayvani tarafımız demektir. İnsan içindeki "at"a binerek onu "tedbir eden" birinin hak edebileceği bir isimdir.
Destandaki dağı aşmak, benliklerimiz ve hakikat arasındaki engeli ortadan kaldırmak şeklinde yorumlanabilir. Önümüzdeki dağları aşmadığımız sürece, kuvve hâlinden fiile, insan adayı olmaktan gerçek insan olmaya, tohum insandan gerçek bir ağaç olmaya intikal edemeyeceğiz.
İçimizdeki hayvaniliği yenmek
Bireysel durumu toplumsal seviyeye taşıdığımızda ise destanın ana unsurunu tespit edebiliriz. Destan hakiki bir millet hâline gelebilmede ahlaki erdemlerden ve onlara nasıl ulaşacağımızdan söz etmektedir. Millet olabilmek benlik dağlarını aşmaya bağlıdır. Dağı aşmadan kurtuluş olmadığı gibi millet olabilmek de mümkün değildir.
Belki içgüdüsel olarak birbirine bağlanmış, korkularıyla yaşayan bir topluluktan söz edebiliriz. Korkularıyla bir araya gelen insanlar ise içgüdülerinden bağımsızlaşarak hiçbir zaman hakiki insan olamayacak, hakikati hiç aramayacaklardır.
Bedenin bir dağ olarak düşünülmesi, arzuların dağ ile özdeşleştirilmesi ve dağın ardına geçerek hakikate ulaşmak insanların nesilden nesle aktardığı ahlaki tavsiyelerdir. Dağı delmek insanın iradesini zapt etmesiyle ilgilidir.
Destan ve mitolojilerde kahramanların güçlü hayvanlara binmesi veya yanlarında böyle hayvanlarla gezmeleri, içlerindeki hayvanî duyguları yenmeleri ve bunun neticesinde ulaştıkları kudretle ilgilidir (İbn Arabi buna "ata binmek ve atı gemlemek" demişti).
Aynı benzetmeyi Boğaç Han masalında görürüz. İnsanın bir isim hak etmesi boğayı yenmesine bağlıdır. Hikâyede dikkatimiz dışarıda başkasına zarar veren boğaya çekilse bile biz burada kast edilenin içimizdeki hayvanilik olduğunu biliriz.
Destanda anlatılan insanlar, önlerine çıkan dağı erittiklerinde (kibirden merhamete, korkudan şecaate, ahmaklıktan hikmete ve akla intikal ettiklerinde) şimdilik bir şehir kurabilmek için gerekli ahlaki seviyeye terakki edebilmiş, var oluş çabaları gerçek gayesine ulaşmıştır.
Bundan sonraki nesillerin görevi destandaki ana fikri kendi zaman ve mekânlarında inşa ederek "şehirli kalmayı" koruyabilmek, insanı aşağı çeken içgüdüsel yaşama arzusunu "ahlaklı yaşama ülküsüne" döndürebilmektir.
İnsanın kemali "toprak makamı"
Başta Yunus Emre olmak üzere, bu destandaki ana fikri dinî düşünce içinde işleyen sufi şairlerin metinleri bu görevi yerine getirmiştir. Söz gelişi Hoca Ahmet Yesevi veya Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimler insanlara "erdemli şehrin insanı" olmak ile yüksek ahlak arasındaki irtibatı gösterdiler. İnsanın kemalinin "toprak makamı" olduğunu söyleyen Hacı Bektaş-ı Veli dağın tam olarak nasıl aşılabileceğini bize gösterdi.
Yunus Emre ise bütün tarihleri savaşlarla dolu insanlara "sövene dilsiz gerek, dövene elsiz" derken aynı ahlaki amacı gösterdi. Hacı Bektaş'ın sözlerinde ana fikri temsil eden "toprak makamı" (insanın topraktan geldiğini bilmesi) dağın temsil ettiği üstünlük iddiası, kibri, cahilliği, kısaca her türlü zaafı aşarak gerçek insan olmak demektir. Bu hâle ulaşınca insan, gerçek bir insan hâline gelir.
Topraktan geldiğini anlayan insan bir insanlık ailesi içinde kendini tanıyacak, kendini üstün ve ayrı görmeden yeryüzünü imar eden bir varlık hâline gelecektir. Hacı Bektaş'ın ifadesiyle, toprak olduğunu bilmek "yetmiş iki milleti ayıplamamak" şeklinde evrensel bir kardeşlik meydana getirir; böyle bir insan elinden ve dilinden bütün varlıkların selamet bulduğu kişidir. Bütün bunlar dağı delmiş ve benliğinin dışına çıkabilmiş insanın ahlakla vardığı hürriyettir.
Destan bugün bize ne söyler? Hiç kuşkusuz dün ne söylemişse, bugün de aynı şeyi söyler: Bireysel veya toplumsal hayatımızda saadete ulaşmak dağları aşmaya bağlıdır. Bu sayede ahlaklı bir insan olabiliriz, bu sayede ahlaklı bir cemiyet inşa edebiliriz.
Benliğimizin kurucu kısmı bugüne ve içinde yaşadığımız mekâna-zamana ait olmayan hafıza yükleridir. Zaman ve mekân ile sahici ve sahih bir ilişki kurmak "dağ" büyüklüğündeki hafızalarımızın idrakimizin üzerimizdeki baskısını azaltmaya bağlıdır. "Dağ"larımızı yenmeden gerçek insan, gerçek bir insan olmadan ise hakikatli bir cemiyet olmak mümkün değildir.