Shakespeare’den Heidegger’e futbol
Yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda 10 dakikayı aşkın nasıl başlayacağımı düşündüm. Anlatmak istediğim konu; kapitalizmle ileri derece soslanmamış futbolun neden felsefi bir boyutu olduğu. Futbol denilen meselenin -en azından tamamen parayla alakalı olmadığı yıllar ve bu yıllarda futbola tutkuyla bağlanmış hem sıradan hem de sıradan olmayan insanlar. Sıradan insanları anlamak kolay… Çünkü sıradanlar. Ancak sıradan olmayan insanların, hele ki büyük yazarlar, filozoflar ya da siyasetçilerin futbolun insanın içine dokunan ruhani boyutuna karşı koyamamasını görmek ilgi çekici. Aslında bu, bir yandan da sıradan insanın tutkusunu da aklamasına yarıyor. "Bakın" diyebiliyor sıradan insan, "Siz beni sıradan ve basit olarak gördüğünüz için futbola tutkuyla bağlanmamı da bayağı bir davranış olarak adlandırıyorsunuz. Oysa büyük yazarlar ya da hayatımızı değiştirmiş icatlara imza atmış mühendisler de benimle aynı oyuna âşık." Bir işte "büyük" olmak, yaptığın işle birlikte ağzından çıkanlar sayesinde sıradan insanları da bayağıdan kurtarmakla alakalı sanırım.
Mesela kendisine "teknofobik" desek yanılmayacağımız varoluş çu felsefenin en önemli isimlerinden olan Martin Heidegger'in, Almanların efsane futbol adamı Franz Beckenbauer hayranlığı nedeniyle çalışma ofisinde gizli bir televizyon bulundurduğu bilgisini nasıl yorumlamamız lazım? Heidegger'in kendi varoluşuna ihaneti mi yoksa futbolun öznel bir varlık olarak Heidegger felsefesine attığı gol mü?
Borges'in futbollu mesajı
Bundan bir yıl önce yine bu köşede yazdığım gibi (Ocak 2018) dünya edebiyatının Arjantinli büyük yazarı Borges, futboldan hiç hazzetmezdi. Hatta 1978 yılında, ders programını Arjantin'le Hollanda arasında oynanan Dünya Kupası finali saatine denk gelecek şekilde ayarladığını düşünürsek futboldan nefret ettiğini bile söyleyebiliriz. Gel gelelim, insanın varlığını sorgulamasını istediği ve "her şey bir yalandan ibaretmiş" demeye getirdiği Esse est percipi adlı mini öyküsünde bütün mesajı bir futbol öyküsü üzerinden vermesi de keyifli bir tezat. Borges de farkındaydı çünkü ne kadar futbolu sevmese de oyunun toplum üzerinde büyük bir etkisi vardı ve mesajını içinde futbol geçen bir öyküyle daha çok kişiye ulaştırabilirdi. Neredeyse 50 sene sonra burada da konu olduğuna bakılırsa pek de haksız çıkmadı.
16'ncı yüzyılda yaşamış olan dilbilimci Richard Mulcaster'a göre futbol; "insanların kaslarını geliştiren ve kafalarını boşaltmalarına yarayan" bir spor. Ancak çağdaşı William Shakespeare pek öyle düşünmüyor. Futbol, Shakespeare'e kendisini pek beğendirememiş olacak ki 1591'de yazdığı The Comedy of Errors oyununda, Dromio'nun karısı Adriana, kendini basit bir futbol topu gibi sağdan sola attıklarından, bu gidişle üzerini bir deriyle örtmek zorunda kalacaklarından şikâyet eder. Daha beterini ise Kral Lear'ın ağzından söyler Shakespeare; "Sizi aşağılık futbol oyuncuları..." Aslında birkaç yüzyıl sonra doğmuş olsaydı Shakespeare'in de futbolu seveceğine şüphemiz yok.
Klişenin şeffaflaşmasından ve klişeleşen değerli şeylerin mevcut değerini yitireceğini düşündüğümden futbol ve felsefesi üzerine konuşunca akıllara gelen ilk isim olan Albert Camus'nün meşhur sözünü yazmaya gerek duymuyorum. Oysa benim asıl sevdiğim, Camus'nün futbol ve tiyatro arasında kalması hâlinde kesinlikle futbolu seçeceğini hiç çekinmeden söylemiş olması. Futbolun ölüm kalım meselesinden daha fazlası olduğunu iddia eden meşhur Liverpool teknik direktörü Bill Shankly, kendisiyle aynı yıl doğmuş ama 20 sene kadar önce ölmüş olan Albert Camus'yü tanısaydı mutlaka çok severdi. Sıradan insanın imdadına bu mevzuda bile yetişen Camus'ye bir kez daha teşekkürler; o bile futbolu tiyatroya tercih ediyorsa, Shankly için hayatın futbol karşısında ne önemi olabilir ki? Bizden bahsetmiyorum bile…
Futbol yeterince güzel midir?
Martin Heidegger'i anmışken Jean Paul Sartre'a değinmeden geçmeyelim. Futbol konusunda referans olması gereken bir cümle kurmasına karşın bana hep Camus'nün gerisinde kalmış gibi geliyor. Acaba Andy Martin'in The Boxer And the Goalkeeper kitabında anlattığı gibi Sartre ve Camus'nün arasına giren Wanda Kozakiewicz olayının bunda da bir payı var mıdır? Yine de ben okuduğunuz yazıyla birlikte Sartre'ın futbol tespitini kayıt altına alıyor hatta bundan sonraki birçok yazı ve görüşümde de yer vermeyi taahhüt ediyorum: "Futbolda her şey karşı takımın varlığıyla daha da karmaşık bir hâl alır..."
Ünlü masal yazarları Grimm Kardeşler ilk futbol oyununu gördüklerinde, "Deri ile kaplanmış bir öküz mesanesini elleri ve ayaklarıyla havaya atıp tutuyorlar" diye not tutmuşlardı. Kamerunlu yazar Calixthe Beyala, futbolu kültürler arası iletişimi güçlendiren düzlem yaratıcısı olarak tanımlamıştı. Avusturyalı yazar Egyd Gstattner'in futbolu bir yaşam kültürü olarak tanımlamasına ise Alman yazar Janosch'tan ilginç bir cevap gelmişti: "O zaman ortada bir futbol yoktur, sadece kültür vardır."
Reggae müziğinin efsanesi Bob Marley, "Futbol özgürlüktür" dediğinde çıkaracağımız anlamla, Amerika'nın eski başkanlarından Harry Truman'ın, "Birleşik Devletler'e başkan olmak, futbol takımını yönetmekten daha kolay" lafından çıkaracağımız anlam (varsa tabii) aynı olmamalı. Hele ki şu günlerde... Ancak tarihçi Horst Bredekamp'ın tespitindeki gibi, başka hiçbir alanda futbolda olduğu kadar basit şeyler olmaz ve fakat basit şeylerin, bu kadar küçük bir alanda olmasına rağmen her seferinde farklılık göstermesi de başka bir çalışma alanında görülmemiştir.
Acaba futbol bu yüzden mi güzeldir? Ya da soruyu şöyle mi sormamız gerekir; futbol yeterince güzel midir?