Beytullah Çakır: Gücünü gelenekten alan bir âlim: Babânzade Ahmet Naim

Gücünü gelenekten alan bir âlim: Babânzade Ahmet Naim
Giriş Tarihi: 23.01.2019 15:22 Son Güncelleme: 23.01.2019 15:22
Medeniyet krizinden sağlıklı bir şekilde sıyrılabilmenin yolunun kadim geleneğimizde zaten var olan ve kelam öğretisi içine karışmış felsefi kavramları kaynağından bulup çıkartmaktan geçtiğini fark eder.

"Mantığın gayesi hakikat, iradenin gayesi hayır, hayalgücünün gayesi güzelliktir."

Yüksek lisans eğitimi aldığım yıllardı. Hafızam beni yanıltmıyorsa Çağdaş Sosyoloji Teorileri dersindeydik. Dersin o günkü konusu, 20'nci yüzyıl Batı dünyasının önemli düşünürlerinden Edmund Husserl'in gelişimine ciddi katkılar sunduğu ve günümüz sosyal bilim araştırmalarında sıklıkla başvurulan "fenomenolojik yöntem" üzerineydi. Ele alacağı konu, kavram yahut kişi hakkında ayrıntılı anlatıma geçmeden önce bize birtakım genel sorular sormak, dersi veren hocamızın âdetiydi. Hocamız mezkûr konuyu anlatmaya başlamadan evvel de aynı usulü devam ettirmiş ve sınıfa dönerek; "Fenomenolojinin Türkçe karşılığını hangi kelime yahut kavramla izah edebiliriz?" şeklinde bir soru yöneltmişti. Metodolojiye dair özel bir ilgim olduğundan söz konusu yöntem hakkında önceden birtakım okumalar yapmıştım. Çeviri kitaplar üzerinden gerçekleştirdiğim bu okumaların verdiği güvenden olsa gerek, kendimden oldukça emin bir şekilde "Görüngü-bilim" diye cevaplamıştım soruyu. Verdiğim cevap üzerine hocamın yüzünde tatlı bir tebessümün belirdiğini ve gözlerini bana dikerek "Görüngü yerine tezahür kelimesini kullansak daha yerinde olmaz mı?" diye sorduğunu hatırlıyorum. "Evet" cevabı tereddütsüz bir şekilde çıkıvermişti ağzımdan. Zira hocamın "görüngü" yerine önerdiği "tezahür" kavramıyla birlikte kafamdaki sis perdesi birden dağılmaya başlamıştı. Hatta daha önceden üzerine ayrıntılı okumalar yaptığım hâlde tanımlama noktasında kısmi sıkıntılar yaşadığım fenomenolojik yönteme dair esas tasavvurun zihnimde o an oluşmaya başladığını da itiraf etmeliyim. Hocam, yaşadığım kısmi aydınlanmayı fark etmiş olacak ki konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: "Arkadaşlar bakmayın siz 'Türkçe ile felsefe ve bilim yapılmaz, bizdeki kavramlar bir felsefe-bilim dili üretmek için yeterli değil' gibi beylik laflar ederek ortalıkta dolaşanlara. İşin aslının böyle olmadığını anlamak için çok geriye gitmeye gerek yok aslında. 20'nci yüzyılın ilk yarısında yaşamış birçok düşünürümüz Osmanlı Türkçesi ile nasıl felsefe yapılabileceğini göstermişlerdir. Özellikle Babanzâde Ahmet Naim'in çalışmaları, bu konuda sizlere esaslı fikirler verebilir."

Babanzâde ismini daha evvelden de duymuş fakat hakkında esaslı bir araştırma yapmamıştım. Kendisine dair bilgim, kulaktan dolma malumatla sınırlıydı. Hadis üzerine ciddi çalışmalar yaptığını ve Türkiye'deki İslamcı hareketin öncülerinden biri olduğunu biliyordum sadece. İlmî birikimine, samimiyetine çok güvendiğim ve yaptığı yönlendirmelerle fikri gelişimimde büyük katkısı olan hocamın Babanzâde'ye özel bir atıf yapması, içimde Babanzâde üzerine ayrıntılı bir çalışma yapmam gerektiği hissini uyandırmıştı. O günden beri Babanzâde üzerine gerçekleştirilmiş çalışmaları elimden geldiğince takip etmeye gayret ediyorum. Onun özellikle dil ve felsefe sahalarında yapmış olduğu çalışmalarına şahit oldukça aslında ne denli güçlü bir geleneğin mirasçısı olduğumuzu bir kez daha fark ediyorum.

Yaptığı çalışmalarla hem kadim felsefe geleneğimizin zenginliğini hem de birtakım ideolojik kaygılardan ötürü sümen altına itilmeye çalışılan ilim dilimizin felsefi kavram üretme noktasındaki yeterliliğini yeniden hatırlatan Babanzâde'yi daha yakından tanımak bizim için ufuk açıcı olacak.

Üniversitede mantık, felsefe, psikoloji okutur

Fikir hayatımızda en hararetli tartışmaların yaşandığı ve modernleşme sancılarının toplum, siyaset ve düşünce alanlarında derin yarıklar oluşturmaya başladığı dönemlerde yaşar Babanzâde Ahmet Naim (18731934). Aslen Iraklıdır ve Süleymaniye şehrinin meşhur Baban ailesine mensuptur… Babası Zihni Paşa'nın teşvikleriyle çocukluğundan itibaren çok iyi bir eğitim alır. İlk ve ortaöğrenimini doğduğu şehir olan Bağdat'ta tamamladıktan sonra Mekteb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) okumak üzere İstanbul'a düşer yolu. Yükseköğrenimini ise yine devrin en önemli okullarından biri olan Mülkiye'de tamamlar. Gerek Galatasaray gerekse Mülkiye yıllarındaki eğitimi boyunca hem Fransızcasını ilerletme hem de Batı dünyasında yaşanan fikrî/felsefi tartışmaları yakından takip etme fırsatı bulur. Öğrencilik yıllarında devrin teamüllerine uygun olarak medrese eğitimi de almayı ihmal etmez. Zaten oldukça vâkıf olduğu geleneksel İslami ilimler, Arapça ve Farsça hakkındaki bilgisi iyice katmerlenir bu sayede. Mülkiye'den mezun olduktan sonra sırasıyla hariciye ve maarif vekâletlerinde bürokrat olarak çalışır. Memurluk görevlerini sürdürürken aynı zaman Mekteb-i Sultani'de Arapça ve akaid dersleri okutur. 1909 yılında ise son devrin büyük mutasavvıflarından ve kendisinin de şeyhi olan Fatih Türbedarı Amiş Efendi'nin torunu Mine Avniye Hanım'la evlenir ve bu sıra dışı veli zata damat olur.

Gerek Fransızca ve Batı düşüncesine gerekse Arapça ve geleneksel İslam ilimlerine olan vukufiyetinden ötürü 1911-12 yıllarında devrin Maarif Nazırı Emrullah Efendi'nin girişimleriyle Darülfünun'da felsefe grubu hocalığına getirilir. Babanzâde meslekten felsefeci olmaması hasebiyle ilk başta bu teklife pek sıcak bakmaz fakat Emrullah Efendi'nin ısrarlarına dayanamayarak görevi kabul etmek zorunda kalır. 1933 yılında gerçekleştirilen üniversite reformuna kadar Darülfünun'daki görevini başarıyla sürdürür ve üniversitede mantık, genel felsefe, psikoloji, ahlak, metafizik gibi derslerin hocalığını yapar.

Onun fikir hayatımızdaki özgünlüğü ve önemini ise söz konusu derslerin hocalığına atandıktan sonra hazırlamaya başladığı telif ve tercüme eserlerinde geçen felsefi kavramları ele alırken hem içerik hem de dil açısından gösterdiği hassasiyet oluşturur. Kendisini Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Celal Nuri gibi isimler tarafından hararetle savunulan Batıcı pozitivist-materyalist anlayışın olduğu kadar İslamiyet'e modern bir yorumlama getirmeye çalışan kimi çağdaşlarının da dışında bir yerde konumlandırır. Durduğu yeri belirtme ve çarpık modernleşme hareketleri sonrası yaşanılan kimlik krizlerinden kurtulmak adına sunduğu formülü ise şöyle ifade eder Babanzâde: "Bugün felsefe için bizim yapacağımız şey vaz-ı cedidden ziyade keşf-i kadimdir."

Hem gelenekçi hem de yenilikçi bir Müslüman

Babanzâde'ye ait olan bu sözlerden onun yeni olana karşı topyekûn reddiyeci bir tavır takındığı anlamını çıkarmamak gerekiyor. Onun Avrupa'daki güncel felsefi tartışmaları ne denli yakından takip eden bir isim olduğunu anlamak için Fransızcadan yaptığı tercümelerde düştüğü dipnotlara ve öğrencileri için hazırladığı felsefe ders notlarına göz ucuyla bakmak dahi yeterli aslında. İsmail Kara bir makalesinde onu, "hem gelenekçi hem de yenilikçi bir Müslüman" olarak tanımlıyor. Gerçekten de ne yeni olanın kışkırtıcılığı karşısında eskiyi görmezden gelme gafletine düşen ne de eski olanın romantikliğine kapılıp yeniyi "sloganlarla" mahkûm etme garabeti gösteren bir isim Babanzâde. Onda eski ve yeni yan yana duruyor fakat asla birbirine karışmıyor. Az evvel bahsettiğimiz "keşf-i kadim" vurgusu Avrupa'dan çeviri yoluyla bize gelen felsefi/ilmî terim ve kavramların doğru bir zeminde belirlenmesiyle alakalı daha ziyade. Bizi söz konusu doğru zemine götüren yol ise tahmin edileceği üzere kendi felsefi/ ilmî geleneğimizin hayat bulduğu medeniyet dünyasından geçiyor.

Yaptığı çeviri kitaplarda bahsi geçen felsefi kavramları olduğu gibi almaktan yahut o kavramlara yeni Türkçe isimler uydurma kolaycılığına kaçmaktan ziyade kavramların kadim geleneğimizdeki karşılıklarını bulma yoluna gitmeyi önerir Babanzâde. Örneğin o dönemlerde yeni yeni şekillenmeye başlayan psikoloji disiplinine dair önerilen "ruhiyat" kelimesi yerine "ilm-i nefs"i, metafizik yerine "mâba'de't-tabia"yı ısrarla savunduğunu görürüz. Babanzâde'nin böyle bir tavır takınmasının altında yatan esas sebep ise bu ve benzeri kavramların İbn Sina, Farabi gibi büyük İslam düşünürleri tarafından yüzyıllar öncesinden zaten kullanılmış olmasıdır. Misalleri çoğaltmamız mümkün. Merak edenler, Cüneyt Kaya ve Cahid Şenel'in birlikte hazırladığı ve Klasik Yayınları'ndan çıkan Babanzâde Ahmet Naim, Felsefe Makaleleri adlı kitabın son bölümünde yer alan bizzat Babanzâde tarafından hazırlanmış 1900 felsefi terimin Türkçe karşılılıklarının olduğu listeye bakabilirler.

Doğulu kalarak Batı'yı anlamaya çalıştı

Batılılaşma ile birlikte gelen derin fikrî yarılmalara karşı eski ile yeniyi makul ve mantıklı bir zeminde birbirlerine karıştırmadan mecz etmeye çalışır ve bu uğraşında ziyadesiyle başarılı olur Babanzâde Ahmet Naim. Çalışmalarında uyguladığı usulle Doğulu kalarak Batı'yı anlayabilmenin formülünü vermeye adar ömrünü. İçine düştüğümüz medeniyet krizinden sağlıklı bir şekilde sıyrılabilmenin yolunun kadim geleneğimizde zaten var olan ve kelam öğretisi içine karışmış felsefi kavramları kaynağından bulup çıkarmaktan geçtiğini fark eder. Bilimlerin bilimi olarak tanımladığı felsefenin temel sahalarından olan mantığın gayesinin hakikat, iradenin gayesinin iyilik, hayal gücü yani estetiğin gayesinin ise güzellik olduğunu vurgulayıp merkeze İslami olanı yerleştirerek nasıl felsefe yapılabileceğini herkese gösterir. 1933 üniversite reformundan sonra ismi her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da 20'nci yüzyılda Türkiye'de felsefenin kurucu ve en özgün isimlerinden biri olmayı başarır.

Çalışmalarında İslam-Osmanlı felsefe, kelam, tasavvuf, dil ve mantık geleneği arasında hiçbir ayrım yapmadan, ismi geçen bütün sahaların hakkını vermeyi ihmal etmeyerek İslam dünyasında yüzyıllardır süregelen akıl-nakil hizipleşmesine de esaslı bir cevap verir Babanzâde. Ölümünün üzerinden yaklaşık 90 yıl geçmesine rağmen bu fikrî miras günümüzün mantıksız yaklaşımlarına da tedavi reçetesi sunar nitelikte hâlâ. Bugün hem "İlahiyat fakültelerinden felsefe dersleri kaldırılsın" diyen hoca tayfasına hem de kuru bir rasyonellik uğruna nakle dayanan her şeyi hor gören zamane çeyrekaydınlarına karşı en uygun ve mantıklı cevabı Babanzâde'nin yaklaşımı veriyor. Ve her iki kutbu da bağnazlığa çıkan bu görüşlere karşı Babanzâde'nin mantıklı mirasının benimsenmesi gerekiyor.

Doğru düşünmenin temel yolu olan mantığı hak ettiği tahta oturtmak ve kendi geleneğimizden kopmadan düşünce üretebilmenin yolunu göstermek için büyük çaba sarf eden Babanzâde Ahmet Naim, bu yolun son dönemlerdeki en parlak fenerlerinden birini teşkil ediyor. Ancak onun ölüm haberini aldıktan sonra "Bu zavallı şark, onun gibi kıymetli vücutları bundan sonra zor yetiştirir" diyen Mehmet Akif'in de tespit ettiği gibi Babanzâde'nin yeri kolay kolay doldurulabilecek gibi görünmüyor.

BİZE ULAŞIN