İddialı, bağıran, zihnimizi altüst eden ve telakkilerimizi değiştiren roman kahramanlarına hep bir mesafeyle, ürkerek, iğvalarından sakınarak yaklaştım. Hatta bazılarına gizliden gizliye öfke bile duydum. Belki de o roman kahramanlarının taşıdıklarına fazladan bir anlam yüklemek istemediğim için (çünkü yorulmak istemiyordum) uzak durdum.
Raskolnikov mesela... Ya da Karamazov'lar... Suç ve Ceza'yı, ilk defa lise yıllarımda okumuştum. Roman o güne kadar okuduklarımdan farklı bir dünyayı, o dünyanın meselelerini açmıştı önüme. O meselelere hazırlıksız yakalandığımı hatırlıyorum; onlarla baş edecek gücüm yoktu, yaşım da buna müsait değildi. Sokak ağzıyla söyleyecek olursam; aylarca "ruh gibi" dolaştım ve Raskolnikov'un gözümüze soktuklarını anlamlandırmaya çalıştım.
İkinci kez okuduğumda da aynı duygu... 40'larını süren kâmil bir okur-yazardım artık. Ürktüğümü gizleyemem.
Bir de galiba, o kahramanların kibri... Dostoyevski romanlarını çok severim ama kahramanlarının kibrine dayanamam!
Ben roman kahramanlarıyla, galiba, bize söylediklerinden çok, nerede durduklarına ya da "eyledikleriyle"; bize neyi gösterdiklerine bakarak ünsiyet kurdum, kuruyorum.
Mesela, Alyoşa'yla yakınlık kurmakta her defasında (iki defa tecrübe ettim) zorlanırım. Alyoşa'da idealleştirilenlerin ne olduğunu anlamak işime gelmez. Dimitri'de de öyle... Ama Dimitri'deki spontanlığı severim. Hesapsız kitapsız, halk arasındaki deyimle şallak mallak meselelerin üzerine gidişi... Bu bana daha sahici gelir.
Ben, okuduklarından çok etkilenen ve bu etkiyi kolayca üzerinden atamayan bir roman okuruyum.
İddialı ve meselesi olan roman kahramanlarından çok, yine meselesi olan ama iddiasız (sıradan refleksler gösteren) roman kahramanlarını seviyorum. "Mesele" burada ikincil işleve sahip. İddiasızlıkları daha çekici.
Romanlarda "insan" görmek istiyorum
Lady Brett Ashley, Caddy, Marla Singer...
Bu üç roman kahramanı hangi mesele etrafında deviniyorlar? Bunu bilmek bize ne kazandıracak? "Kült" bir kahramana dönüşmüş Marla Singer'la, talihsiz bir öykünün kurbanı Caddy ve transandantal hayat kadını Lady Brett Ashley'i benim zihnimde ortak kılan nedir? Bir sorunsal temelinde kurgulanmış olmaları mı?
Benjamin, peki?
Dördü de, romanların "ikincil" karakteridir. Meseleleri nedir bilmiyorum ama fena halde "yaşayan" kişiler bunlar. (Faulkner'ın Caddy'yi takdimi ne müthiştir: "Lanetliydi ve üstelik bunu biliyordu..." Yıllar sonra, işgüzar yayıncı, Rasih Güran imzalı o harikulade Ses ve Öfke çevirisini edit etme gereği duyacak, Caddy'li bölümü "Bahtsızdı ve bunu biliyordu" diye düzeltecektir. Bu gereksiz düzeltme ve "Türkçeleştirme" işgüzarlığının kurbanlarından biri de Andre Gide'dir ve cinayet mahallinde Tahsin Yücel'in parmak izleri bulunmaktadır. Tahsin Yücel'in, kendi çevirilerini yıllar sonra gözden geçirip ne hale getirdiğini görmek isteyenler ayrıca Simenon, Proust ve Camus çevirilerine bakabilir.)
Lady Brett Ashley, biraz Maria Puder'e mi benziyor?
Ben mi benzetiyorum sadece?
Hemingway Güneş de Doğar'da Paris'i yazdı. Paris ne kadar Lady Brett Ashley'se, Maria Pured de o kadar Berlin'dir.
Bu dörtlü içinde, galiba en çok aptal Benjy'yi seviyorum. Faulkner Ses ve Öfke'nin ilk bölümünü aptal Benjy'nin zihninde kurgulamış. Benjy'nin gördükleri ve algıladıkları, bölük pörçük, zaman ve mekân kaymalarıyla birlikte, öyle ustalıkla anlatılıyor ki böylesini ancak Faulkner gibi bir usta yazabilir.
Bu yazıyı okuyacak eşhas, "Hani Selim Işık, Hikmet Benol?" diyecektir. Birbirlerini tamamlayan ama aynı zamanda birbirlerini nakzeden bu iki önemli roman kahramanına yer olmamalı mıdır? Aynı soru Huzur'un kahramanları için de geçerlidir.
İtiraf etmem gerekirse, Selim Işık da, Hikmet Benol da, bana, ete kemiğe bürünmüş, eyleyen ve devinen kahramanlar olarak görünmediler.
Başım belaya girmeyecekse, Huzur'un kahramanları için de aynı şeyi söylemek istiyorum.
Ülkemizin macerasını (yakın tarihimizin bir veçhesini) kavramak isteyenler, Oğuz Atay'ı ve Tanpınar'ı mutlaka okumalıdırlar. Çok önemli meseleleri tartıştılar ve kahramanları aracılığıyla "geri plana itilenleri" gösterdiler. Sadece değerli iki romancıdan değil, iki düşünürden söz ediyoruz.
Kemal Tahir de öyle...
"Roman kahramanı" denince benim aklıma Süleyman Kemal geliyor.
Kitaplı bir eve doğmadım. İçinde bulunduğum çevre ve kendimi gerçekleştirdiğim muhit, geleneğin ve törenin ağır tarassudu altında bulunduğu için, bir tek kitap dışındaki kitaplara (hele romanlara) kuşkuyla bakılırdı. Roman, "bozucu" ve ifsat edici" bir araçtı. Kitapla bir tesadüf sonucu karşılaştım. Daha doğrusu, günün birinde, çatı arasında bir kitap buldum. Babamın, gençlik dönemlerinde okuyup bir sandık dibine gizlediği (göz önünden kaldırdığı) bir romandı bu. Reşat Nuri Güntekin'in Harabelerin Çiçeği adlı kısa romanı... İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Büyük bir istekle, açlıkla, ihtilaçla okuduğumu hatırlıyorum. Uzun süre etkisinden kurtulamadım. Romanın kahramanı Süleyman Kemal'i zihnimden silemedim. Kaç kez dönüp yeniden okumak istedim, kaç kez kitabı elime alıp sayfaları karıştırdım ama bendeki büyüsü bozulmasın diye, ikinci kez okumaya cesaret edemedim... Çünkü Reşat Nuri Güntekin'in romancılığını tanımıştım artık ve Harabelerin Çiçeği'nin ayrıksı bir yerde durmadığını (önemli bir roman sayılmayacağını) biliyordum. Yeniden okursam, Süleyman Kemal'i kaybederdim.
Beni etkileyen, bir şekilde zihnimi meşgul eden roman kahramanlarını sıralamaya kalksam, upuzun bir liste oluşturur. Meursault'yü mutlaka ilk sıralara yerleştiririm.
Meursault, bir cinayet işledi.
Bu cinayetin izini sürenler "aklımızı aşan" değerlendirmelerde bulundular, içinde "saçma düşüncesi" geçen parlak cümleler kurdular ama bana göre Meursault, herhangi bir "eyleyen"di. Bir cinayet işledi. Duruşma salonunda, bir Fransız gazeteciyle göz göze geldi. O gazetecinin kendisini "anladığını" düşündü. O gazetecinin, aynı zamanda romanın yazarı Albert Camus olduğunu ise kimse yazmadı.
Bir de, "varlıkları" tartışmalı roman kahramanlarını seviyorum galiba... Tarık Buğra'nın Nahit Bey'i (İbişin Rüyası romanının kahramanı Nahit Bey), sıkıldığında, şaşkınken, kederliyken ya da ellerini koyacak yer aradığında, "içeri doğru" seslenir: "Rıza Baba, çay!"
Rıza Baba'yı görmeyiz. Sesini duymayız. Ama Rıza Baba hep oradadır. "Rıza Baba, çay" cümlesi için kurgulanmıştır. Rıza Baba olmazsa, o roman eksik kalacaktır ve Nahit diye biri olmayacaktır. Rıza Baba olmazsa, Hatice de ete kemiğe bürünüp Nahit'in aklını çelemeyecektir.
Bu yazıyı, sadece bende yaşadığını düşündüğüm bir roman kahramanıyla bitireyim.
Riskli bir önermede bulunacağım aynı zamanda...
Bekir Büyükarkın, tarihi romanlarıyla tanınan bir yazarımız.Meraklısı dışındakilerin bilmediği ve yazdıkları "kanon" tarafından beğenilmeyen, "edebiyat dışı" sayılan bir yazarımız.
Bekir Büyükarkın Yoldaki Adam'da, "istibdat dönemi" diye adlandırılan o yoğun çalkantılı politik dönemi (Mahmut adlı iddiasız bir kişinin tanıklığıyla) anlatıyor. Yazarın, döneme (ve olaylara) bakışı problemli ama Mahmut, "eyledikleri" itibariyle bende iz bırakmış bir karakter.
İlle de tek isim vermem gerekecekse, "Don Kişot" derim.
Üstüne kahraman tanımam!