Şubat 2018 - Şaşkın Kerteriz
Yeşilçam filmlerinin "unutulmaz" oyuncuları hayatını kaybettiğinde gazetelerde ve TV'lerde hep aynı başlıklarla karşılaşır olduk; "Ailemizden biri gibiydiler." Bunun üzerine düşünmek gerektiğine inanıyorum artık. Yeşilçam filmlerindeki oyuncular hayatımıza bu kadar dokunmuşken, yeni oyuncular neden onların yanında daha sönük kalıyor?
Sorumun çok pratik bir cevabı var aslında; Münir Özkul'dan Kemal Sunal'a oradan Şener Şen'e hatta Ayşen Gruda'ya kadar bu oyuncuların en önemli yanları dokunulabilir olmalarıdır. Sadece dokunulabilirlik de değil elbet, bir de o oyuncularda kendimizden bir şeyler buluruz. Oysa günümüz oyuncuları için aynı şeyleri söylemem mümkün değil. Günümüz ünlüleri sosyal medya sayesinde ulaşılabilir, kolay takip edilebilir olduğu halde neredeyse kalın çizgilerle kendilerini halktan ayırmak istiyorlar ya da öyle sunuluyorlar. Dizilerdeki oyuncular hep çok fazla güzel, çok fazla yakışıklı. İddialı oyuncular hepsi. İddiaları oyunculuklarından gelmiyor, çizdikleri tipolojiden geliyor.
Şunu kabul ediyorum tabii ki, hayatımız da eskisi gibi değil artık. Herkes hayatını bir iddia üzerinden kurmak istiyor. Okuduğu okul, içinde bulunduğu muhit, dâhil olduğu modern cemaat… Bütün sıfatlar aynı zamanda bir tür ayrıcalık silahı olarak kullanılıyor bir ötekine karşı. Giysinin demokratikleşmesi, teknolojinin neredeyse bir "din"e dönüşmesi sayesinde öğle yemeğimizi bile ilginç "sunum"lar üzerinden değerlendirip sosyal medyada fotoğrafını paylaşıyoruz. En çok da kendimiz bir sunum haline geldik. Belki de Yeşilçam oyuncularının hiçbir çağdaş sunuma "yakışmayan" doğal halleri bize eski kendimizi hatırlatıyordur.
Siz de sıkılmadınız mı?
Bazı kavramlar var ki resmen üzerine çullanıyoruz. Medeniyet kavramı da öyle. İslam medeniyeti, şehir medeniyeti, şiir medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Selçuklu medeniyeti, bizim medeniyetimiz… Şimdilerde mülteci kavramı da öyle. Böylesi toplu tanımlar içimizdeki vicdan duygusunun törpülenmesine yol açıyor. Oysa mülteci deyip bir torbaya attığımız kişi her şeyden önce bizim gibi etten ve kemikten yaratılmış bir "insan."
Süleyman Çobanoğlu
Hangi tele vurunca böyle hıçkırabilir
Güneşi kanadında taşıyan büyük melek
Senin ince gönlünü hangi kış kırabilir,
Ey sırma nakışında sarkıt duran kelebek!
Yaz, bütün binalara birden geldiği zaman,
Kanın gelişi gibi tıkalı bir damara,
Ilık bir sükûnetle sarmalanır uyuman;
Narin bir kadifeyle kaplanır derin yara.
Bir sosyal demokrat tipolojisi
Eskiden Ankara'da bir fakültede okuyanlar -hele ki bu fakülte Siyasal ya da İktisat olunca- kendilerini memleketin sahibi sanırlardı. Rahmetli amcam da öyle idi. Ankara'da okumuştu ve memurluktan emekli olmuştu. Hayatta başka bir iş yapmaya merak duymadı. Tek meraklı olduğu iş, devlet katlarında dolaşıp eşin dostun sorunlarını çözmekti. Dilekçe yazılacaksa o, muhtara gidilecekse o, mahkemede işin varsa o… Başlı başına bir Aziz Nesin hikâyesini andıran bu serüvenleri arasında benim en sevdiğim kısım, devlet dairelerinde sorun çıkaran bir birimle uğraşmasını izlemekti. Ola ki bir memur, ortalama bir müdür ya da bürokrat önünü tıkasın. Hemen vatandaş Ahmet olarak kılıcını kuşanır, karşısındakine iş koluna dair haklarını hatırlatır, onu kıskacına düşürmenin sevinciyle sürekli uğraşırdı. Çelimsiz biri olduğu halde adı "Herkül Ahmet"e çıkmıştı tam da bu sebepten. Eşref saatini yakalayıp neden böylesi işlerle uğraştığını sorduğumda ise cevabı hiç değişmezdi: "Ben bu memleketin sahibiyim."
Önceleri bana bir hayli komik gelen bu sahiplenmenin sonra sonra bir anlamı olduğunu keşfettim. Amcam gibi karakterler genelde ortalama sosyal demokrat tiplerdir. Bugün ağzını açan devlette böylesi insan tipinin yittiğini söyleyip duruyor. Bu karakterler genelde Erdal İnönü ile Bülent Ecevit'in kendine yakın yönlerini yontup kişiliğini kurmuştur. Ve "memleketi sahiplenme" güdüsü amcamınki gibi masumlaşınca alkışlanacak bir kişilik olurken, kronikleştikçe bir tür zorba kişiliğe de dönüşebilir. Bazı köşe yazarlarının dönüp dolaşıp bize Erdal İnönü veya Bülent Ecevit güzellemesi yapması tam da bu açıdan altında gizli bir sinsilik, gizli bir faşist güzelleme saklar.
Klasikleri neden okuruz?
Elimde rakamlar yok ama biliyorum ki klasikler yayınlandıkları günden itibaren kat kat artan bir okunma grafiğine sahiptirler. Anna Karenina hâlâ okunuyor mesela, insanlar hâlâ Raskolnikov'u merak ediyor, Emma Bovary ile sohbet etmek istiyorlar.
Klasik denilince aklımıza gelen ilk tür tabii ki roman. Şundan dolayı: Özellikle 19'uncu yüzyıl romanı günümüzde yazıldığı gibi sadece bir anlatı metninden ibaret değildi. Yazarlar roman yazarken aynı zamanda bir tez üzerinde de düşünürlerdi. Romanlarında evren kurarken, kavramları yeniden adlandırır, onlar üzerine başka açılardan düşünmeyi sağlarlardı. Tolstoy'un kurtuluş fikri mesela. Yine Dostoyevski'nin suç kavramı üzerine, hatta kumar, Ortodoksluk üzerine düşünceleri… Uzun uzun bu kavramları tartışan kahramanlar…
Geçtiğimiz aylarda bir süre hastanede yatmak zorunda kalınca içimden klasikleri yeniden okumak geçti. Elim önce ve kesinlikle Savaş ve Barış'a gitti tabii ki. Sonra klasikleri neden okuduğumuzu düşündüm. Hatta önümde "boş" bir zaman dilimi açılınca neden önce klasikleri okumayı düşündüğümü? Şu sonuçlara vardım: Klasikler bir tür zihin açıklığıyla okunuyor. Bir de 19'uncu yüzyıl insanının hayatı gayet sade idi. Muhtemelen bugün gözümüzü korkutan 1000-2000 sayfalık romanları onlar büyük bir sevinçle okumuşlardı.
Doğrudur, hayatımız artık eskisi kadar sade değil. Çok katmanlı ve karışık bir hayat yaşıyoruz. Dolayısıyla romancılar da eskisi gibi evren kurma meraklısı değiller. Başka hayatlardan söz açarken bunu farklı teknikler kullanarak yapıyorlar. Bu tekniklerden bilinç akışını mesela çok beğeniyorum. Yine de ara sıra zaman buldukça klasiklere dönüyorum ben. Özellikle Rus romanlarındaki uzun diyaloglardan hoşlanıyorum. Tolstoy'un tezgâhına kıvrılıp uzun bir kış yolculuğuna çıkmak istiyorum. Ya da o zihin açıklığını, sadeliğini yakalamak istediğimde yeniden klasiklere dönmek istiyorum.