Malum, Ensar Vakfı bünyesinde yer alan yurtlardan birinde, içinde zerre kadar insanlık kırıntısı kalan birinin asla kabul edemeyeceği bir rezalet yaşandı.
Bir vakfın bünyesinde yer alan bir yurtta böyle bir olay yaşanıyorsa, elbette bu durumda sorumlular aranmalı ve şiddetli yaptırımlar uygulanmalı. Ensar Vakfı'nın da kabul edilemez ihmalinin olduğu su götürmez gerçek ama vakfın, rezaletin üstüne gidip, bir daha böyle bir durumun yaşanmaması için her şeyi yapacağından şüphemiz yok. Vakıf emanet aldığı çocukları naif bir hüsnüzan ile kimsenin eline teslim etmemeli, gerekli bütün denetim mekanizmalarını kurmalı. Vakfın başkanı da defalarca bu tedbirlerin alınacağını ifade etti.
Bütün bu çirkinliğin yanında başka bir çirkinlik de, her zamanki insanların,'mal bulmuş mağribi' edasıyla, yaşanılan bu rezaleti bütün Müslümanlara mâl etme çabası... Bu tavır, alışık olduğumuz bir tavır. Yeşilçam filmlerinde yıllarca çizilen; paracı, kadın düşkünü, sahtekâr hoca tipi ile oluşturulmak istenen algı ve 28 Şubat döneminde Fadime Şahinler, Ali Kalkancılar, cinci hocalar üzerinden yapılan operasyon aynı. İslam'ı ve Müslümanları cinsel temalar üzerinde vurmak ve karalamak ama bunun için artık yeni argümanlar bulmaları lazım, zira bunları artık kimse yemiyor. Çünkü hakkaniyetini kaybetmemiş her insan biliyor ki bu hastalıklı durum, insanda dinine göre ortaya çıkmıyor.
Hayatlarında pedofili hakkında bir kez düşünüp bir şey yazmamış olanların, olaya çok duyarlı görünmeleri ve bilhassa İslam'ın altını çizmeleri, insanın aklına şu soruyu getiriyor: Böyle bir olay, seküler bir yapının bünyesinde kurulan yurtlarda yaşansaydı olayı normal mi karşılayacaklardı, bunu mu söylemek istiyorlar? Anlayamadıkları nokta bu; sapık her yerde sapıktır, cani her yerde cani...
Katil uşak, başrol ingiliz!
Can Dündar, 90 günlük ağır tutukluluk sürecini, yazdığı bir kitapla bitirdi. Tahliyesine karar veren duruşmaya katılanların bir kısmı şöyle: İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre, Kanada, İtalya, Polonya Başkonsolosları, Almanya Büyükelçisi ile Avrupalı bazı parlamenterler… Gazeteci Hartmann'ı tutuklayan ülkenin konsolosu da orda. Ağzı kulaklarında bir selfie çekiyorlar. İngiliz başrolde tabii… Fotoğrafı görünce bir de meşhur bir Kızılderili atasözü geldi hatırıma: "Bir suda iki balık kavga ediyorsa, oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir."
Batının iki yüzü
Lacivert Dergi olarak bir önerimiz var: 'Batı'nın iki yüzü' kelimeleri tek kelime olsun ve 'Batınınikiyüzü' olarak sözlüğe girsin. 'Türkiye'de basın özgürlüğü yok' çığırtkanlığı yapan, gazeteciliği dokunulmaz, engellenemez ve kutsanmış bir meslek gibi görüp, her gün yayınladıkları yeni bir liste ile Türkiye'de hayat koşullarının ne kadar 'zor' olduğunu yazıp duran Batı medyası, her zamanki ikiyüzlülüğünü yine gösterdi.
53 yaşındaki Fransız gazeteci Florence Hartmann, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından, Bosna soykırımına ilişkin gizli belgeleri kitabında kullanmak suçundan 7 bin Euro para cezasına çarptırılmıştı. Cezayı ödemediği için 2009'da hakkında tutuklama kararı verilen Hartmann, dünyanın en demokrat ülkelerinden biri olan Hollanda'da tutuklandı. Tutuklandı tutuklanmasına ama ne gazetelere manşet oldu, ne meslektaşları destek oldu, ne de bir büyükelçi yahut konsolos, kendisiyle 'yanındayız' mesajı vermek için selfie çekti.
Dağdaki çoban vektör biliyor. Kullandığı oy senle eşit mi?
Elazığ'da yaşayan Zeki Gür, Sarılı köyünde çobanlık yaptığı sırada 1988'de üniversite sınavını kazanarak, Fırat Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'ne yerleşmiş. İstediği şey fizik profesörü olmakmış ama parasızlıktan okulu bırakmak durumunda kalınca bölümüne 40 sene kadar ara vermek zorunda kalmış. Şimdi ise 63 yaşında. Aftan yararlanarak bölümüne tekrar girdi. Arkadaşları ve hocaları azimli ve başarılı bir öğrenci olduğunu söylüyor. Ve hâlâ çobanlık yapıyor. İbret yâ hû!
Olmasaydı sonunuz böyle
Yaygın sohbettir. Dünya meseleleri konuşulmaya başlandığında illa şu cümle bir kere geçer: "Japonlar ne çalışkan millet, üstelik ahlakî amelleri tam İslam üzerine, bir itikatları eksik". Japonlar kibar ve güzel insanlar olarak bilinirler, o yüzden gönlümüzden geçer, Japonların Müslüman olmasını isteriz. Geçtiğimiz günlerde haber sitelerine herkesi şaşkına çeviren bir haber düştü. "DAİŞ'e katılmak üzere Türkiye üzerinden Suriye'ye geçmeye çalışan Japon M.M (24), Gaziantep'te yakalandı." Aşağı yukarı herkesin tepkisi aynıydı: "Japon'un DAİŞ'te ne işi var arkadaş, otur evinde mis gibi bilgisayar programı yaz, araba falan tasarla." Üstelik Ürdün'de iki Japon vatandaşı DAİŞ tarafından kaçırıldığında dünya üzerinde Ürdün diye bir yer olduğunu yeni öğrendiniz! Bu durumu, DAİŞ'in bir propaganda çalışması olarak düşünebileceğimiz gibi, M.M'nin bilgisayar oyunlarındaki savaş sahnelerinden çok etkilendiğini ve sanal dünya ile gerçek dünya arasındaki farkı yitirdiğini de düşünmek mümkün. Yine de her ne olursa olsun, bir Japon'u DAİŞ'e katılmaya iten hem sosyolojik, hem psikolojik sebepler kesinlikle araştırılmalı. Biz onların Müslüman olmasını istemiştik ama böyle değil.