Dışa bağımlılık meselesi, kökleri Osmanlı’nın duraklama dönemine kadar uzanan kadim bir meselemiz. Bağımlılıktan kurtulmada en önemli etken ise ‘özgüven’. Her işte olduğu gibi, başarmak için önce yapabilirliğimize inanmamız, kafamızın içindeki engelleri kaldırmamız gerek.
Türkiye'de kültür, düşünce, fikriyat alanlarında özellikle bazı zümrelerde var olan dışa bağımlılığın temel dinamiklerini nasıl açıklayabiliriz? Geçmişle mukayese ettiğimizde özellikle bugün bu bağımlılığın seyri, etkisi ve geçerliliği hakkında neler söylemek istersiniz?
Ercan Yıldırım: Türkiye'de kültürel algılarda uzun Batılılaşma çabalarının sonucunda belirgin bir ilerleme yaşandı. Özellikle 90'lardan sonra sadece geleneksel-modern kültür arasında farklılıklar değil; modern olanı kabul bakımından başta dindarlar olmak üzere çekincenin, bariyerin olmadığı görüldü. Tabii bununla birlikte fikriyat bakımından da yeni gelişmeler yaşanıyor.
Tanzimat ile beraber Batı'daki bilimi, düşünceyi ülkeye taşıma çalışmaları ilk büyük adaptasyon örnekleriydi. Elbette cumhuriyet reformları en büyük, en önemli adaptasyonu gerçekleştirmiş ve sadece kültürü değil, bilimi, ilim anlayışını, düşüncenin kodlarını ele geçirmiştir. Fikri ve zihni yapımızın adeta genetiğiyle oynanmıştır. Bu kapsamda Hasan Ali Yücel'in tercümeleri, sosyalizmin gelişimi, muhafazakârlık, Pakistan ve Mısır başta olmak üzere İslam ülkelerinden yapılan çeviriler, fikri platformumuzu epey belirledi. Belki bunlardan daha önemlisi 80'li yılların ortasından itibaren Batı'dan yapılan aktarmalar oldu. İslamcıların, sosyalistlerin, etnik kimliklerin merkeze yaklaşamaması, Kemalist yönetici elitin etkisini kırma girişimlerine postmodernizm can simidi gibi yetişti. 90'lardan itibaren bazı yayınevleri ve dergiler aracılığıyla postmodern anlayışı taşıyıcı kitaplar çevrildi, İslamcılar başta olmak üzere pek çok kesim, hakikatin çoğulluğundan, hermenötikten, yakın tarih eleştirisinden, çok kültürlülük ve çoğulculuktan bahsetmeye başladı. Yakın tarih okumalarında, İslami yaklaşımlarda bile yabancıların, oryantalistlerin tesirleri arttı.
Tüm bu aktarmalar, adaptasyonlar elbette Türkiye'nin geç modernleşmesi, Batılı kapitalist dünya sisteminin ne derece alınmasıyla ilgili tereddütlere dayanır. Demokrasi, laiklik, siyasal yönelimler, ideolojilerle hep sonradan tanışan, Batı'da aktüel etkisi tükendikten sonra ülkemize gelen tartışmalar, yeni ve kurtarıcı olarak kabul gördü. Yapıbozum böyledir mesela.
Dolayısıyla egemen medeniyetin dili, kültürü, fikri meseleleri bizim gibi çevredeki merkeze öykünenlere birebir etki eder.
Geçmiş ya da bugün fark etmiyor. Kapitalist dünya sistemi bugün iktisadi manada vazgeçilmez teklifler, şartlar öne sürdüğü, cazibe merkezi olduğu için doğrudan sisteme bağlılık duyuluyor. Dolayısıyla iktisadi kültür peşinden siyasi oluşumları, onlara bağlı olarak da kültürel donanımı belirliyor.
Geçmişten farklı olarak neoliberalizmle beraber, Batılılaşmayı, modernliği çok daha fazla kabul etmiş, hatta sahiplenmiş görünüyoruz. Yani Batılılaşma bizim için artık can simidi mesabesinde. Dindarlık ile modernliği 'görece' uzlaştırdığımız için zaten amaçlarımızı büyük oranda karşılıyoruz. Laik kesim için hâlâ modernleşmenin şiddeti yavaş seyrediyor, camilerin çoğalması, başörtülülerin sayıca artışı, sandığın gösterdiği sonuçlar ürkütücüyken dindarlığın modern karakter göstermesi olumlu karşılanıyor. Özgün eser dünyada zaten olamaz ama bugün kültürel iktidarı elinde tutan tek kesim var o da Batı…
Kültürel iktidar ne sol, ne sağ, ne muhafazakârların elinde, sadece Batı'nın tekelinde. Bunu kıracak, 'yarma' harekâtı yapacak bir oluşum maalesef uç vermedi; bu kültürel donanım ve kabul edilmiş, kanıksanmış iktisadi yapıyla uzun bir zaman uç vermez de…
Türkiye'nin geçmişte ve bugün ekonomide dışa bağımlılık durumunu kıyasladığımızda nasıl bir resimle karşı karşıyayız?
Sadık Ünay: Ekonomide dışa bağımlılık meselesi, kökleri Osmanlı'nın duraklama dönemine kadar uzanan kadim bir meselemiz aslında. Merkantilizm, sanayi devrimi ve sömürgeci yayılım süreçleriyle küresel kapitalizmin temellerini atan Batı dünyası ile yüzleşmemizin en kritik alanlarından biri. İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere ve Fransa merkantilizmin ilk dalgasını; ABD, Almanya ve Japonya ise ikinci dalgasını oluşturup ekonomik refah ve kalkınma üzerinden milli birlik tanımlaması yaparlarken Osmanlı daha çok iç problemleri ile meşgul olmak durumundaydı. Batı'daki merkantil zihniyet, devlet destekleri, korumacılık, sömürgecilik ve savaşlar üzerinden yerli bir sınai burjuvazinin geliştirilmesi ve siyasi elitle ittifak kurması üzerinden yürürken Osmanlı'da sermaye temerküzü siyasi merkeze potansiyel tehdit olarak algılandı ve yerli sermayeye hep mesafe ile bakıldı. Bu durum, Galata Bankerleri ve Levanten sermayenin oluşan boşluğu doldurmasıyla sonuçlanacaktı.
Osmanlı tarih sahnesinden çekilir ve Cumhuriyet kurulurken sanayi devrimini büyük ölçüde ıskalamış; 19'uncu yüzyıl boyunca hem teknolojik hem de kurumsal anlamda ortaya çıkan hızlı gelişmelerin oldukça dışında kalmış bir haldeydik. Bu yüzden, 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile resmiyete geçen ticari bağımlılığımız, finansal ve sınai alanlardaki bağımlılık ile perçinlenmiş durumdaydı.
Tek parti döneminin devletçilik yaklaşımı prensipte ekonomik dışa bağımlılığı azaltmak üzerine tasarlanmıştı ama Lozan Anlaşması'nda bile beş yıl süre ile dış ticarette tarife oranlarını yükseltmek hakkından mahrum bırakılmıştık. Birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya'da başarıyla uygulanan 'Bebek Sanayi' koruması bizim de hayalimizdi ama bu yaklaşımı ortaya koymak için devlet ile ittifak kuracak bir burjuvazi sınıfı ortada yoktu. Tek parti rejimi, toprak sahipleri ve bürokratlardan bir girişimci sınıf yaratmayı denedi ama bu deneme büyük oranda başarısız oldu. Ortaya devlete göbekten bağlı, siyasi imtiyazları ile servet sahibi olan imtiyazlı bir sınıf çıktı.
Çok partili döneme geçişten sonra ekonomide dışa bağımlılığı azaltmak yine siyasi gündemin başta gelen konularından biriydi. Önce tarıma dayalı bir kalkınma stratejisi ve serbest ticaret rejimi ile bu başarılmak istendi. 1950'lerin sonlarına doğru sistem çıkmaza girip darbe ile sonuçlanınca sanayi planlaması ve ithal ikamesi sistemine geçildi. Ama sonuç yine büyük bir başarı hikâyesi olmaktan uzaktı. Türkiye'nin konfora alışık girişimci sınıfı küresel sermaye ile rekabete girmekten her zaman kaçındı. O yüzden global şirketlerden lisanslar alıp montaj üretimi yaparak büyümeyi tercih ettiler.
1980'lerde ekonomik liberalizasyon programının uygulanması ve 1990'larda AB ile Gümrük Birliği'ne girilmesi girişimci sınıfı daha entegre ve küresel stratejileri uygulamaya ittiyse de, özellikle büyük aile holdingleri etrafında organize olan ekonomik elitler, dış bağımlılığı bir problem olarak görmediler.
2000'li yıllarda bu resim yavaş yavaş değişmeye başladı. AK Parti'nin daha çok KOBİ'lere dayanan bir siyasi hareket olması KOBİ'lerin ekonomik aktivite içindeki yerlerini önemseyen ve yerli sermayenin gelişimini özendiren bir ortam oluşturdu. Devletin yerli Ar-Ge ve inovasyona sağladığı destekler geometrik olarak arttı. Özellikle milli savunma ve kritik sınai alanlarda dışa bağımlılığın azaltılması için planlar hazırlandı. Ancak, büyük sermaye grupları sağlanan destekleri bir şekilde alıp dış ilişkilerini devam ettirmenin farklı yollarını buldular.
Sonuçta ekonomide dışa bağımlılık meselesi, özellikle tasarım, bilgi teknolojileri ve yeni nesil endüstrilerde Türkiye'nin önemli bir problemi olmayı sürdürüyor. Birçok alt ve orta teknolojili (makina gibi) sektörde Türkiye dışa bağımlılığı büyük ölçüde aştı ancak yüksek teknolojili sektörlerde hâlâ aşmaya gayret ediyor.
Türkiye'nin teknolojideki dışa bağımlılığı konusunda geçmiş ve bugünü mukayese ettiğinizde neler söylemek istersiniz?
Arzu Akalın: Teknolojide dışa bağımlılıktan kurtulmada en önemli etkenin ne olursa olsun 'özgüven' olduğuna inanan birisiyim. Her işte olduğu gibi, başarmak için önce yapabilirliğimize inanmamız, kafamızın içindeki engelleri kaldırmamız gerek. Şüphesiz bu konuda bir ülkede uygulanagelen eğitim sisteminin önemi çok büyük. Konuları olduğu gibi alıp uygulamak yerine, sorgulayıp, atipik bakmayı öğrenmediğimiz, bu alışkanlığı edinmediğimiz, bu cesareti göstermediğimiz sürece teknolojide dışa bağımlılıktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Tabii böyle bir analizi yapabilmemiz için, bağımlı hale geliş sürecimizi doğru analiz etmek gerekir.
İnsanlık tarihi boyunca bilim ve tekniğin kullanımı, egemenlik ilişkileri ve toplumların diğer toplumlar arasındaki statüsünü belirleyici etkiye sahiptir. Özellikle iletişim, savaş ve üretim teknolojilerine sahip olmak bu anlamda çok önemlidir. Sanayi devrimi sonrası teknolojide dışarıya bağımlı hale gelişimiz biraz da bu yüzden tabandan tavana, toplumun her kesimi tarafından 'memleket meselesi' kategorisinde düşünülür, tartışılır. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da 'toplu iğneyi bile yapamıyoruz' ya da 'aslında biz de şunları yapıyoruz, Batı'dan geri sayılmayız' gibi hamasi ya da gayrı hamasi bir tutum içerisine girebiliyoruz. Hâlbuki hamasi söylemlerle kafa yormak yerine sürece ve bugün geldiğimiz noktaya bakmak daha doğrudur.
Örneğin sanayi devrimi Avrupa'nın yaşadığı iç çalkantıların bir sonucuydu. Yani belli zorunluluklara paralel gelişti. Fatih Sultan Mehmet'in şahi toplarını yaptırışını düşünelim… Şahi topları, Sultan Mehmet'in, devlet yapılanmasını imparatorluğa dönüştürme hayalinin küçük bir parçasıydı.
21'inci yüzyıla girişimizle birlikte teknolojinin ilerleme seyri önceki yıllara oranlara katlanarak arttı ve teknoloji çok daha kolay erişilebilir bir hal aldı. Böylesi hızlı bir seyrin ve küreselleşmenin bir sonucu olarak, 'yüzde yüz yerli üretim teknoloji' diye bir uygulama artık işlevselliğini kaybetmeye başladı. Bugün dünyanın en bilinen markaları bile kullandığı teknolojinin bir bölümünü başka ülkelerden ithal ediyor. Mesela, kullandığımız herhangi marka bir bilgisayarın işlemcisi, lensleri, bataryası, işletim sistemi gibi her bir parçası farklı ülkelerde üretiliyor. Böylelikle hem kalite standartları yükseliyor hem de maliyet düşüyor. Bu da bizim açımızdan bir avantaj tabii.
Ülkemizde arge yatırımlarının teşvik edilmesi özellikle son yıllarda takdirle karşıladığım gelişmelerden birisi. 20 yıl önce patent kelimesini bile yerli yerinde kullanamaz durumda iken, bugün yerli şirketlerimizin özellikle argelerini güçlendirmek konusunda daha duyarlı olması ülkemize dair yaşanan olumlu gelişmeler arasında yer almaktadır. 1995 yılında yerli patent sayılarına baktığımızda 170, yabancı patent sayısının ise 1520 olduğunu görüyoruz. 2015 yılına geldiğimizde ise yerli patent sayısı 5512, yabancı patent sayısı ise 8446'ya ulaşmış durumdadır. Peki bu sayı yeterli mi, elbette değil ama rakamların stabil kalmaması, artıyor olması, özgün buluşlar yaptığımızın da bir kanıtı diğer yandan.
Şirketlerin, vizyon tanımlarında teknolojide dışa bağımlılıktan kurtulma hedefinin olması, üniversitelerimizin, devlet teşviklerinin buluş yapmayı, argesel faaliyetleri destekliyor olması şüphesiz teknolojide kendi ayakları üzerinde duran bir ülke inşasında olmazsa olmaz hususlar arasındadır.
Yerli markaların, teknolojide dışa bağımlılıktan kurtulabilmek için desteklenmesi de şüphesiz çok önemlidir. Bu anlamda yeni havalimanı projesinde yerli şirketlere ve teknolojilere öncelik verilmesi, adeta pozitif ayrımcılık uygulanmasını çok önemli buluyorum. Tecrübe dediğimiz şey, ancak üreterek, bir işin ucundan tutarak elde edilebilir. Bu imkânların kullandırılması önemli. Nasıl ki yabancı ülkelerde uygulanan projelerde yerli markaların kullanılması özendiriliyor hatta işletmeciler buna zorunlu tutuluyorsa bizim de yerli çalışmaları olabildiğince destekliyor olmamız önem arz etmektedir.
Hâlihazırdaki teknolojiyi; zihinsel ve fiziksel potansiyelimiz, vizyonumuz ve hayallerimizle birleştirdiğimiz takdirde, yakın gelecekte ihtiyaç duyduğumuz teknolojiyi üretebilir ve hatta pazarlayabilir duruma gelmememiz için hiçbir neden yok.
Özetle; özgüven sahibi bir duruşla, kaliteden taviz vermeden, işe odaklanarak yapılacak her çalışma bize teknolojide ciddi yol aldıracak olmazsa olmazlar arasındadır. Bugünün Türkiye'sinde artık kendi otomobilimizi, tankımızı, akıllı telefonumuzu ve hatta silahlarımızı üretebilecek seviyeye ulaştık ve her geçen gün bu konuda yeni gelişmelere tanık oluyoruz. Türkiye'nin son yıllarda her anlamda nasıl büyüdüğüne bakacak olursak, teknolojik bağımlılıktan kurtulmamıza da az kaldığını söyleyebilirim.
Türkiye'nin dış politikadaki dışa bağımlılığı geçmiş ve bugün göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde neler söylenebilir?
Kılıç Buğra Kanat: Türkiye'nin yakın geçmişindeki dış politika bağımlılığı, ana eksenini Soğuk Savaş'ın oluşturduğu küresel kutuplaşma sonucu gerçekleşen bir durumdu. Mevcut durumda ikiye bölünen dünyada Türkiye kendi tarafını seçmiş ve birkaç farklı durumdan ötürü de Batı bloğunda yer alarak güvenlik alanında buraya bağımlı hale gelmişti. Daha sonrasında bu güvenlik merkezli bağımlılık kendini konsolide ederken aynı zamanda ekonomik ve siyasi bağımlılığı da beraberinde getirdi. O dönemlerde dünyada oluşmaya başlayan Bağlantısızlar Hareketi'ne de ilgi gösterilmemiştir. Bağlı olduğumuz bloğun bize aynı oranda ve şekilde bağlı olduğunu düşünmek belki de bu bağımlılık hissine meşruiyet kazandıran bir durumdu. Bu meşruiyetin dışında gereksinimler sebebiyle ortaya çıkan bu hal daha sonraki yıllarda sanki gerekli bir halmiş algısını da beraberinde getirdi. Böylece dış politikada oldukça tek yönlü ve bu tek yönlü perspektifi ortadan kaldıracak herhangi bir hamlenin tehdit olarak görüldüğü bir perspektif oluştu. Bu statüko aynı zamanda mevcut politikaların sorgulanması ve değerlendirilmesi noktasında da tüm kapıları kapadı.
Sonuç olarak dünyada yaşanan Soğuk Savaş ve bu kutuplaşmanın ortaya çıkardığı atmosfer fazlasıyla içselleştirilerek, güvenlik politikalarında ihtiyaç duyulan bağlılık siyasi ve düşünsel anlamda bir bağımlılığa yol açtı. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Türkiye'nin yaşadığı dış politikadaki kimlik krizi bu bağımlılığın sebebiydi. Kimsenin beklemediği bir şekilde sona eren Soğuk Savaş sonrası Batı bloğuna duyulan bu bağımlılık ciddi bir bunalımla sonuçlandı. Öncelikle bizim bağımlı olduğumuz ülkelerin bize aynı şekilde bağlı olmadığı ve Türkiye'ye duyulan ihtiyacın Soğuk Savaş şartlarında Sovyet tehdidi sebebiyle ortaya çıkmış bir durum olduğu görüldü. Bu durum elbette aynı dönemde Soğuk Savaş kurumları olan NATO gibi örgütlerin de yaşadığı bunalım ile paralel bir durumdu. Ancak diğer ülkeler aynı şekilde bağımlı olmadığı ve bu durumu genel olarak güvenlik ekseninde sınırlı tuttuğu için Soğuk Savaş sonrası duruma uyumları oldukça hızlı gerçekleşti. Türkiye gibi birkaç ülke ise bu dönemde alternatif bir politika ve vizyon oluşturmakta oldukça zorlandı. Seneler süren bağımlılık durumu bu tip ani değişim ve kriz durumlarına olan hazırlık ve tedbiri de ortadan kaldırmıştı. Dolayısıyla Türkiye artık kayıp yıllar olarak bilinen 1990'lı yıllarda bu bağımlılık hissiyle ve biraz da ortada kalmışlık duygusuyla ciddi bir kimlik bunalımı yaşadı.
Bu dönemde dış politikada yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin dış politikaya yaklaşım biçimi aslında bu sonucu ortaya koyuyordu. Bağımlılık, pragmatizmi ortadan kaldırmış ve olaylara yaklaşımda sorunlu bir duruma da yol açmıştı. Dış politikada bu durum kendini farklı ülkelerle kurulan aşk-nefret ilişkisi şeklinde gösterirken, bir yandan da bağımlılık ilişkisinin devamı için nafile çabalara girişiliyordu. Öyle ki bu dönemde 'uydu devlet' kavramı dahi bir kısım insanın kulağına hoş gelmeye başladı. Bu bağımlılığın katılığı, bağımlılığa karşı olanların düşünce biçiminde de ciddi zorlamalara eşlik etti. Ortada bu bağımlılığı ciddi anlamda sorgulayacak ve alternatif bir vizyon geliştirip bunu pratiğe aktaracak kadrolar olmadığı için 1990'lar boyunca bağımlılık karşıtları neredeyse hamasete düşen bir söylemle bu görevi icra etmeye çalıştı. 2000'li yıllar bu sebeple de her anlamda devrimsel özellikler taşımaktadır.