İçinde dindar erkeklerin ve dindar kadınların bulunduğu bir sinopsis
Sergei Mikhailovich Eisenstein'ı tanırsınız. Peki, Glumof'un Film Günlüğü filmini bilir misiniz? Ya 1917 Rus İhtilali'ni anlatan Dünyayı Sarsan 10 Gün filmini? 1946'da tamamladığı son film olan iki bölümlü Korkunç Ivan dâhil 20'ye yakın film yönetmiş bu kişiyi ve eserlerini tanımıyor olamazsınız herhalde.
Ben kendisini Viva Meksika filmiyle tanıdım; filmlerini gördüm, yazdıklarını okudum. 1940'larda yazdığı Film Sense ve Film Form (Nijat Özen'in çevirisiyle Film Duyumu ve Film Biçimi) adlı kitapları, dünyaya sinemanın ne olması gerektiğini öğreten eserlerdir.
Sergei Mikhailovich'ten önce film dediğimiz şey, bir kere çekilmeye başlanır ve sahnedeki oyun bitince çekim dururdu. Sergei Mikhailovich, sinemanın "rüya" gibi bir şey, yani illa gerçek hayattaki gibi zaman ve mekân bağlantısı olmadan yapılabileceğini keşfeden kişidir. Rüyamızda, 10 günlük bayram izninde çoluğu çocuğu arabaya doldurup, sizinle aynı durumdaki diğer milyonlarca otomobil sürücüsü ile birlikte ölümüne bir yarışla Antalya yollarına düştüğünüzde ne oluyor? 649,6 kilometreyi metre-metre ve saniye-saniye kat ediyorsunuz değil mi? Ama rüyada öyle olmuyor. İlk sahnede İstanbul'dan yola çıkıyorsunuz, ikinci sahnede Antalya'da otele giriyorsunuz. Aradaki saatler ve kilometreler, püf! Tıpkı filmlerdeki gibi... İşte Sergei Mikhailovich bunu keşfedip filmi, sahne-sahne çeken sonra bunları zamkla birbirine yapıştırarak arada istemediği bir hareket yahut beğenmediği bir rol kesme varsa onları da ayıklayarak filme rüya özelliğini kazandıran kişidir! Yani film düzlenmesini, kurguyu keşfeden mübarektir kendisi!
Şimdi bunları neden anlattım?
Zaman ve mekân ile sınırlı olmayan sadece Eisenstein sonrası dünya filmciliği değil; aynı zamanda bizim GYY'mizdir ve kendisi bu tayy-i zaman ve tayy-i mekân hususiyetinin yanı sıra bizim bilmediğimiz nice şeyleri de bilmektedir ki, bu zavallı gazeteciye derginin bu sayısı için yeni bir keşif görevi vermiş bulunmaktadır. Bu zavallı gazeteci de yine sizin için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak Moskova Film Enstitüsü'nde yaptığı araştırmalar sonucu az sonra aktaracağım macerayı yaşamış ve size de yaşatmak üzere kaleme almış bulunuyor. Göreceksiniz ki Eisenstein, bizim bugünümüzü resmeden nice senaryoya imza atmış kişidir.
Sergei Mikhailovich Eisenstein'ın bir diğer keşfi senaryo denen şeydir. Diyeceksiniz ki; "Peki o zaman Homeros'un İlyada'sı nedir?" Apuleius'un Altın Katır romanı, milattan sonra 2'nci yüzyılda yazılmış; ona ne buyuracak bu Eisenstein efendi?
Şunu buyuracak ki, sizin de ifade ettiğiniz gibi bunlar roman türünde eserlerdir ve Eisenstein efendi, romanı değil senaryoyu icat etmiştir. Romanı/hikâyeyi ve hatta tiyatro eserini filmi çekilecek bir metin haline çevirmiş, adına da senaryo demiştir.
Öyle hemen kâğıda kaleme sarılıp senaryo yazamazsınız. Önce bir isim bulursunuz senaryonuza. Sonra bu adın altına filmin sloganı, mesajı, okuyanı heyecanlandıracak bir ifade olarak 'logline' denen cümle yazılır. Sonra üç cümlede filmin ana hatlarını belirtirsiniz. Bunun altına 300 kelimelik bir sinopsis (özet) yazılır. Sonra 4 bin kelimelik treatment (Türkiye'de tretman deniliyor) kaleme alınır. Şimdi artık senaryonun kendisini yazma aşamasına geldiniz demektir. Senaryonun her sayfası, filmin bir dakikası gibi hesaplanır. 120 sayfalık bir senaryo iki saatlik film olur.
Bunların hepsini Sergei Mikhailovich taa 1923'te belirlemiş ve 1926'de Sovyetler Birliği'nde Devlet Sinema Enstitüsü'nü kurup kendisini de oraya profesör olarak atatınca bunları ders olarak okutmaya başlamış. Ortada henüz Amerikan sineması da olmadığı için (Hollywood o zamanlar hep dutluktu) İngilizler, İtalyanlar ve Afganlar koşup bu enstitüde sinemacılık öğreniyorlarmış.
Elbette Sovyetler Birliği, Batı'nın ve Doğu'nun elbirliği ile ortadan kalkınca Devlet Sinema Enstitüsü de ortadan kalkmıştır diye düşünebilirsiniz. Hayır! Zaten kimi siyaset bilimi uzmanlarına göre Sovyetlerin sadece adı ortadan kalktı!
Konudan uzaklaşmayalım. Sayın GYY'miz, bizi gerçek bilgiye yönlendirme görevi çerçevesinde, benden Moskova'ya gidip Sergei Mikhailovich'in yayınlanmamış senaryolarını, hatta oraya buraya not aldığı sinopsislerini elden geçirmemi istedi. Whatsapp mesajında; "Öyle zannediyorum ki üstadın, Türkiye'nin ve birçok Müslüman ülkenin bugününü yorumlamakta ışık tutacak sinopsis ve tretmanları var" diyor.
Tabii biliyor bu muhabirin, Homer'in İlyada'yı yazdığı tarihlerde Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenci iken İlber Ortaylı'nın Kırım Tatarı annesi Şefika Hanım'dan Rusça tedris ettiğini ama nereden bilsin bu Rusçanın şimdilerde "что это? это книга!" (What is this? It is a book!) düzeyinde kaldığını?
Kısa mesajında GYY'miz şöyle diyordu: "Şöyle bir dünya hayal ediyorum: Sinema var; kötüler ve iyiler var; erkekler ve kadınlar var. Bu çerçevede bir yazı!"
Sayın okuyucu, Montesquieu Mektupları'ndan bu yana arz edegeldiğimiz öteki araştırma sonuçlarımızı zihninizde hallettiğinize, Rusça arşiv çalışması yapabildiğime inandığınıza göre artık böyle basit tayy-i zaman ve Whatsapp'tan niyet okuma gibi yeteneklere de inanabilirsiniz diye umuyorum.
Nitekim enstitü arşivindeki kısa bir araştırma, ortaya birçok konusu 'bize' yakın taslak ve proje çıkarttı. Demek ki Sergei Mikhailovich, 50 yaşında kalp krizinden terk-i hayat eylemese idi belki de bir Kerbela Zırhlısı filmini yapacaktı!
Şimdi sizi, bu muhtemel eserlerden biriyle baş başa bırakıyoruz.
Fatih'in parfümü
Tagline: Zehrin panzehri sevgi olmalı?
Sinopsis: Türkiye'de yaşayan erkek Müslümanların uzun süredir mütedeyyin kızlara karşı sergilediği bitmek tükenmek bilmeyen nobranlık, yukarıdan bakma ve empati yoksunluğu genç üniversite öğrencisi Mücahit için bir süredir aklını kurcalayan tek problemdi. Etrafında tek derdi nargile içip sarışın kızlarla kesişmek olan, muhafazakâr olmayan kesime karşı bir türlü söküp atamadıkları aşağılık kompleksinin getirdiği tuhaf bir Müslümanlığa saplanıp kalmış binlerce erkek dolaşıyordu. Bu sorunun kaynağı tam olarak neydi? Bunu sosyolojik bir sorundan başka, belki de metafizik bir sorun olduğundan şüpheleniyordu.
Mücahit, her zamanki tahrir defteri çalışmaları için gittiği Arşiv Müdürlüğü'nde ilginç bir belgeyle karşılaşır. Burada Fatih Sultan Mehmet'e ait olduğu iddia edilen özel bir defterden söz edilir. İlk seferde çok ciddiye almamasına rağmen birkaç gün sonra okuduğu bir başka mahkeme sicilinde deli olarak adlandırılan bir davacının bir zehrin açıldığından ve bunu durdurmak için Fatih'ten yardım istenmesi gerektiğini söylediğinden bahsedildiğini görür. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısına ait olan bu kayıtta, söz konusu kişinin Mücahit'in şikâyet ettiği şeylere benzer konulardan bahsettiğini görür. Müslüman erkeklerin yaşadığı yozlaşmadan şikâyet edilmektedir.
Mücahit kafasındaki sorular ve bu gizemli mahkeme kaydının kendisinde yarattığı şüphelerle boğuşurken derslerinde geri kalmaya başlar. Devamsızlık ve ara sınavlardan alınan düşük notlar birbirini izler. Kendisini soran arkadaşları ve hocalarına ailevi sorunları olduğunu söyler. Bitmek tükenmek bilmeyen gizem ve şüphelerin sonunda ilginç bir olay yaşar. Son zamanlarda sık sık gittiği sahaflardaki bir yaşlı kitapçı kendisini bir akşam sohbet etmek için davet eder. Buluşmanın yeri tuhaftır: Belgrad Ormanı.
Mücahit buluşma yeri ve saatinde istenen yere gelir. Yaşlı kitapçı Mücahit'i ormanın derinliklerine doğru bir gezintiye çıkartır. Zifiri karanlıkta yaptıkları yürüyüşte kitapçı Mücahit'e tuhaf sorular sorar ve daha önce bu yürüyüşü yapanların bir şekilde başarısız olduklarını anlatır. Mücahit korkmamaktadır. Kendinden emin şekilde varacakları yeri bekler.
Yolun sonunda II. Mahmut Kemeri'nin yakınlarında bir alana varırlar. Kitapçı her şeyi baştan anlatmaya başlar. Mücahit'in araştırdığı şeyi öğrendiği günden beri kendisini denediğini ve ona büyük bir sırrı barındıran, Müslüman erkeklerin yaşadığı bu sıkıntının içyüzünü anlatmaya karar verdiğini söyler.
Efsaneye göre, İstanbul'un fethinden çok az önce, birkaç papaz şehrin Müslümanların eline geçmesi halinde bir büyü yaparak onların erkeklerinin karakterlerini bozmayı amaçlamışlardır. Değişik esanslardan oluşan bir koku üretirler. Karışıma son olarak Müslümanları bozacak bir madde eklenmiştir. Bu karışım, İslamiyet'in bu topraklardaki hâkimiyeti kılıçla engellenemezse bir gönüllü Hıristiyan tarafından açılacak ve havaya salınacaktır.
Ancak hazırlıklar tamamlanamadan şehir düşünce, papazlar bu planlarını anlatacak imkân bulamazlar ve şişeyi yanına bir not yazarak Ayasofya'da bir gizli bölmeye yerleştirirler. Fetihten sonra Fatih, antik eserleri okumak için sık gittiği Ayasofya kütüphanesinde bu şişeyi bulur. Akşemsettin'e durumu bildirir ve bu durumu gizli tutmaya karar verirler. Akşemsettin zehir için bir panzehir hazırlar ve zehirli şişenin açılıp kokunun yayılması durumunda devreye sokulması için bir not yazar.
Hikâyenin asıl sıkıntılı kısmı buradan sonra başlar. Panzehrin saklandığı yer bilinmemektedir. Fatih'in vefatından yüz yıllar sonra, 1821 yılında zehirli şişe, dönemin patriği Gregorius tarafından Rus Çarı'nın verdiği emirle açılmıştır. Tarihte ilk kez bir patrik idam edilir. Herkes II. Mahmut'un patrik Gregorius'u Mora isyanı sırasında Rumları örgütlediği yüzünden astığını zanneder lakin asıl sebebi kimse bilmemektedir. Mahmut, Gregorius'un zehirli şişeyi ele geçirdiğini ve Müslümanları durdurabilmek için son çare olarak görülen zehri yaydığını öğrenmiştir. İdamın asıl sebebi budur ama kimseye söylenmez.
İşte o dönemden sonra Müslüman erkekler önü alınamaz bir yozlaşmaya uğrarlar. Mücahit şaşkınlıktan ağzını açamaz hale gelmiştir. "Peki, bunları neden bana anlattın amca?" diye sorabilir sadece. Kitapçı gülümsedikten sonra; "Çünkü II. Mahmut'un bize yardım etmek için sakladığı kitap burada" der. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra sağ kalan son yeniçeriler burada saklanır ve teslim olmalarını sağlamak için sultan ormanı ateşe verir. Olaydan yıllar sonra, panzehirle ilgili bazı şifreli el yazmaları bulunan Fatih'e ait bir kitap Mahmut'un eline geçer. Kitapta bazı matematiksel kodlar ve işaretlerle birlikte değişik tariflerin yer aldığı görülür. Bazı kısımları Latince yazılmıştır. Mahmut, içine gelecek nesillere hitaben bir mesaj yazarak düşmanların eline geçeceği korkusuyla kitabı ormana gömdürür. "Fakat şimdiye dek hiç kimse, bana da bu hikâyeyi anlatanlar dâhil kitaptaki şifreyi çözmeye vakıf olamadılar."
Kitabı Mücahit'e uzatır; "Bana ilk geldiğinde bu kitaptan bahsedildiğini söylemiştin, o zamandan beri çok tereddüt yaşadım ama kitabı sana veriyorum, umarım panzehri bulmak sana nasip olur oğlum." der.
Mücahit kitabı okumaya başlar. Gerçekten kütüphanede gördüğü belgelerdeki iddialar doğru çıkmıştır; Fatih'in gizli özel defteri gerçektir ve şu an ellerindedir. İddia edilen matematiksel kodlar daha önce hiç karşılaşmadığı formüllerdir. Fatih'in verdiği ipuçları ve bağlantıları takip eder.
Bir bulmaca çözer ve yapbozun parçalarını birleştirir gibi giden süreç esnasında genç Mücahit, kendisiyle ilgili bir iç sorgulamaya başlar. Aslında sürekli eleştirdiği Müslüman erkekler gibi kendisinin bile bilinçaltında kadınlara karşı ne kadar tahammülsüz, otoriterliğe meyilli ve müşkülpesent olduğunu fark eder. Günler geçtikçe enerjisi azalmaya başlar. Yaşlı kitapçı haklı çıkar, panzehrin formülünü bulmak imkânsız gibidir. Ümitleri günden güne tükenirken Mücahit, kendisiyle ilgili içsel sorgulamanın da bitmiş olduğunu fark eder. Artık başka birisi olmuştur. Fatih panzehrin sadece bu bulmacayı çözerken sarf edilen emek olduğunu kastetmişti. Evet o emek, sevgiydi. Müslüman erkeklerin kendilerini tedavi edebilmek, bu büyüden kurtarabilmek için süslü püslü bir şişe içindeki sihirli bir kokuya ihtiyaçları yoktu. Fatih ve Akşemsettin'e göre tek gereken sevgiydi.
_________________________
Ciddi notlar:
Bu senaryoyu, Tutturamayanlar filminin yapımcı-yönetmeni, BAU İletişim Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde çalışan Emir Orhan Kılıç şu eserlerden yararlanarak yazdı:
Fatmanur Altun, "Bu Hanımlara Hadlerini Bildiriniz" (Lacivert, 25, 2016)
Meryem İlayda Atlas, "Kürtaja da karşıyım, yasağa da" (Radikal, 04 Haziran 2012 )
İsmet Özel, "Başörtülü kızlar felsefe bilmelidir" (Yeni Şafak, 5 Ocak 2001)
İsmail Kılıçarslan, "Şallı erkekler" (Yeni Şafak, 6 Eylül 2013)
Patric Süskind, Parfume: The Story of a Murderer (1986)
Nathaniel Hawthorne, Young Goodman Brown (1835)