Hayal ile Hakikat Arasında: Bir Mabet veya ‘Fabrika’ Olmak Arasında Tabiat Tasavvuru
On üçüncü asrın büyük düşünürü Feridüddin Attar'ın ünlü eseri Mantıku't-tayr'ı, (Kuşların Konuşması) zihnim şu soruyla meşgul bir halde okumuştum: Bir insan gerçekten kuşlarla konuşmuş mudur, yoksa sembolik bir anlatım mı var kitapta? Kuşlar üzerinden insan kendini mi anlatmış, yoksa bütün tabiatın Allah'a doğru 'miracı' ve O'nu tespihine kendisini de mi katmıştır? İnsan bir hayvanla, bir bitki ile söyleşebilir mi? Hayvana 'fısıldamaktan' veya onu 'konuşturmaktan' (fabl) söz etmiyoruz, bir söyleyip bir dinlemekten kısaca musahabeden söz ediyoruz! İnsanın çiçeklerle, ağaçlarla sohbeti masallarda kalan, aklın katılığından usanmış ve onu paranteze almış romantik bir tahayyül müdür? Yunus Emre 'Sordum sarı çiçeğe' dediğinde veya Mevlana 'sazlıktan kopartılan' kamıştan -nebatat- söz ederken, aklı ertelemiş evren anlayışını mı hatırlayacağız?
Kuran-ı Kerim'de peygamberlerin bir kısmına böyle bir ihsanda bulunulmasından söz eden ayetler vardır: Konforunu korumakla güdülenmiş akıl bunları 'mucize' diye önce 'yüceltir' sonra kendinden uzaklaştırır. İnsan hayvan-ı natık (düşünen-konuşan canlı) ise daha doğrusu sadece insan 'natık' ise, öteki canlıların 'natık' olmasından söz etmek sadece mecazen mümkün olabilir. Böyle bir anlayışta insanın kuş ile konuşması veya bir kuşu 'konuşturması', edebiyatın konusudur. Edebiyatın konusu olmak ise gerçeklikten çok 'öyle görmek' veya 'öyle kurgulamak-hissetmek' şeklinde betimleyebileceğimiz bir tahayyül bahsidir. 'Âlem hayal ettiğin gibidir.'
İnsan ahlaki bir varlıktır
Kadim çağlar ile modern zamanlar arasındaki kırılma noktalarından birisi şu soruda düğümlenir: İnsanın öteki varlıklarla ilişkisinin zemini hayal midir, hakikat mi? İnsan hayvan-ı natıktır, birinci kısmı 'hayvaniyet', yani canlılık, onu öteki canlılarla cinste birleştirirken nutk, yani düşünen-konuşan olmak, ayrıştırır. Modern öncesi zamanlarda bu teori bilinse bile, konuşma-düşünme niteliğinin insana mahsus yönüyle canlılarda da bulunan kısmını ayırt eden bir teori daha vardı. Bu teoriyle insanın dışındaki tabiat özel bir anlamda akıllı-makul sayılmış, insan bu 'natık' varlıklar içerisinde başka nitelikleriyle tebarüz etmiş kabul edilmişti. Bu yaklaşım insan ve tabiat ilişkilerinde temelde bir değişim getirmiş, insanın ahlakî varlık olmasının gerekliliği teminat altına alınmıştı. Çünkü düşünme sadece bir eylem değildir; düşünmek, sahibine birey olmak imkânı verir. Tabiattaki varlıklar hakkında da 'düşünme' özelliği kabul edilince, onlar da insan gibi 'şahsiyet sahibi' varlıklar haline gelecektir. Dini düşünceden kaynaklanan bu tabiat anlayışı, tabiatı 'akıllı' varlıklardan müteşekkil sayarak insan ve tabiat ayrımını başka bir noktada aramıştır. İnsanı ayrıştıran şey, onun ahlaki varlık olmasıdır. Binaenaleyh insan 'düşündüğü' için öteki varlıklardan ayrışmadı, kendisi ve çevresi üzerinde düşünmeden Allah'a vararak oradan da ahlaki bir eylem çıkartabilen varlık olmakla ayrıştı.
Kadim dünya ile modern dünya arasındaki kopuşu gösteren en iyi ifadelerden birisi Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanında geçen şu cümledir: "Tabiat artık bir mabet değil, bir fabrikadır." Romanın mağlup etmek istediği dini düşüncenin egemen olduğu asırlarda tabiat bir mabet olarak mı görülmüştü? "Bütün yeryüzü mescit kılındı bana" anlamında bir hadis-i şerif vardır fakat hadis-i şerif, yazarın 'itham' ettiği anlamda tabiatı bir mabet olarak görmez; en azından İslam düşüncesinde tabiat mabet değildir. Fakat cümlenin önemli kısmı burası değil; bu cümleyi modern çağın alameti kılan kısmı tabiatın bir 'fabrika', yani mekanik işleve sahip bir yapı olarak tasavvur eden kısmıydı. İnsan tabiatı inceleyerek ondan bir şey üreterek kendi varlığını muhafaza edecek, tabiatı nesneleştirerek bilgisine itimatla onunla zorbaca bir ilişki kuracaktı çünkü bilgi kudret demekti. Modern dünya 'fabrika' haline gelen tabiatın ortaya çıkardığı sorunların en iyi şahididir. Bu sayede sadece tabiat fabrika olmadı, insan da 'robot' haline gelerek yalnızlaştı. Başka bir anlatımla fabrika tabiat içinde insana kalan yer, makine veya robot haline gelmekten gayri değildi. Demek ki 'tabiat bir fabrikadır' cümlesi bir hayalden ibaretti ve gerçekle ilişkisi yoktu.
İnsan ve tabiat ilişkisi nasıl ele alınırsa hakikate en yakın olana ulaşırız? Bu meyanda bize sağlıklı bir bakış açısı sunabilecek yazarlardan biri Erzurumlu İbrahim Hakkı'dır. Onun ünlü eseri Marifetname herkesin az çok aşina olduğu Türkçe yazılmış önemli klasiklerden birisidir. Kitabın pek çok kısmı insanların dikkatini çekmiştir; öyle ki her bölümünün müstakil bir okur kitlesi bile oluşmuştur. Bu itibarla kitap, kelimenin tam anlamıyla bir evren ansiklopedisidir. İçinde gök bilimi, botanik, zooloji ve nihayet insana dair hemen her şey yer alır. Kitaba ilk bakanlar neyle karşılaştıklarını anlamaz. Büyük bir âlim ile mi karşı karşıyayız, yoksa dağınık ve irtibatsız bir kitap mıdır önümüzdeki eser? Bir âlim bu kadar meseleyi nasıl bilebilir? Bu soruların cevabı çok zor değildir aslında! Böyle bir kitabı yazmak geleneksel kaynaklarla mümkün bir işti. Çünkü ortada geniş bir bilgi birikimi yoktu, bütün bilgiler işlenmiş ve çeşitli kitaplarda tadat edilmişti zaten. Bu nedenle İbrahim Hakkı'nın 'büyük' âlim olması için yeterli bir sebep bulamayız eserinde. Bununla birlikte eseri önemli kılan bir nitelik vardır ki, o da kitabın isminde saklıdır: Marifetname! Marifetname insanı tanıma kitabıdır. İnsanı tanımak!
Tabiat insanın evidir
İbrahim Hakkı'nın dikkatimizi çektiği ilk husus şudur: İnsanı tanıyabilmek için önce bütün evren için bir mebde ve mead sorusu sormak demektir. Bu evren nedir, nereden geldi ve nereye gidecektir? Her şeyden önemlisi de evren içindeki nesnelerin birbiriyle irtibatı nedir? Tabiat hakkında bir fikrimiz yok ise insan hakkında da olmayacaktır. İnsanı tanımak tabiatı tanımanın bir parçası, tabiatı tanımak ise insanı tanımakla tamamlanacak bir süreçtir. Çünkü tabiat insanın evidir; hatta tabiat insanın 'anasıdır.' Bu son cümle ise İbnü'l-Arabi'ye aittir.
İslam tabiatın yaratılışından söz ederken, insanın içinde bulunduğu boş bir mekândan söz etmez. İslam'da âlem veya tabiat boşluk anlamına gelmez. İslam'ın tabiat görüşünün en önemli yönü, tabiatın kişilik sahibi olmasıdır. Hz. Peygamber'den söz eden rivayetler onun çevresindeki varlıklara ve özellikle kullandığı eşyaya 'isim' verdiğinden bahseder. 'İsim vermek' kişilik sahibi kılmak veya öyle görmek demektir. Bir tahayyül değil, hakikattir. Bir nesnenin adını bilirsek, onu ötekinden ayrıştıran niteliği bilmiş oluruz; onu ayrıştıran niteliği bilmek ise ona saygı göstermenin ilkesidir. Hz. Peygamber insanlara, nesnelere isim vermeyi, onları birbirinden ayrıştırmayı öğretirken "Allah Âdem'e isimleri öğretti" ayetinin ne manaya geldiğini de bize gösterdi.
İsimleri bilmek
'İsimleri bilmek' demek, eşyayı şahsiyet sahibi varlıklar olarak görmek demektir. İslam'ın marifet anlayışı böyle şekillendi: Her şeyin özel şahsiyetini ve kabiliyetini tanıyabilmek! Bu bilgiye göre o varlığa davranmak ise edep veya ahlak adını alır. Bu durumda tabiat anlamsız bir boşluk veya sadece insana mekân olarak tahsis edilen bir yer değil, kişilik sahibi bir varlık haline gelerek insanı ahlaki davranışa icbar eder. Turgenyev'in cümlesine dönersek, tabiat bir mabettir yerine 'bütün tabiat şahsiyet sahibi bir varlıktır' desek, İslam'ın dünya görüşünü daha iyi anlatırdık. Buna bir de 'şahsiyet sahibine layık olduğu şekilde davranmak da ahlakın temel ilkesidir' cümlesini eklesek, İslam ahlak nazariyesinin boyutlarını idrak ederdik. İslam ahlak anlayışı, bu sayede, ahlakı insanlar arası bir ilişki olarak sınırlamak yerine bütün şahsiyet sahibi tabiata karşı sorumluluk duygusuna evrilen metafizik bir derinlik kazanır. Bu durum ayetlerde ve hadislerde beyan edilir. Gökler, yerler, insandan önce 'emanet'in teklif edildiği yerlerdi. Onlar emaneti kabul etmemiş, bundan çekinmişlerdi.
Meselenin birinci kısmı budur: Şahsiyet sahibi tabiat içinde yaşadığımızı bilmek, ahlaklı bir varlık olmanın lazım şartıdır. İnsan ve tabiat ilişkisinin ikinci kısmında ise şunu hatırda tutmak gerekir: Tabiat insanın ilkesidir. İnsan tabiattan var olmuş, tabiat sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu durum tabiattaki unsurlar ile insan arasında kurulan irtibatla alakalıdır. Müslüman bilginler tabiatın dört temel unsurdan oluştuğunu düşünür: Toprak, su, hava ve ateş! Bunlar genel ilkelerdir ve naslar da insanın ve varlıkların bunlardan veya bunların karışımından yaratıldığından söz ederler. Çağımızda tabiat bu unsurlarla açıklanmaz fakat bu durum bu gerçeği değiştirmez. Toprak unsuru, genel bir ilke olarak insanın yaratılışının ana öğesidir. Toprak bizi bütün öteki varlıklarla birleştirir. Su, hava ve ateş gibi unsurlar -çağımızda bunları daha çok sembolik anlamlarıyla ele alma temayülü vardır- insan tabiatının öteki öğeleridir. İnsan tabiattaki varlıklarla aynı ilkelerden var olmakla tabiat ile yaratılışta kardeştir. Müslüman düşünürler tabiat ile insanın kardeşliğini çeşitli örneklerle anlatır. Mesela hurma ağacından söz ederken 'Âdem'in kız kardeşi', dolayısıyla 'Âdem oğullarının halası' tabiri kullanılır. Bunu öteki bitkilerle de irtibatlı hale getirmek mümkündür. Ağaçtan söz edilirken 'insan bir ağaçtır' denilir. İslam ahlak metinlerinde hayvanlarla insan arasındaki yakınlıktan söz edilir; hayvanların insana ahlak öğretmesinden bahseden metinler vardır. Her şeyden önemlisi bütün varlıklar insana 'amade' kılınmışken insan onlara karşı emanet gözüyle bakmakla yükümlü kılınır. Bu sayede insan, şahsiyet sahibi tabiat içinde ahlaklı bir varlık olarak tarif edilir. Çağımızda Müslüman düşünürlerin yeni bir çevre ve tabiat teorisi inşa ederken hareket edecekleri bazı ilkeler bunlardır. Ne yazık ki, İslam tabiat teorisi hâlâ 'tecdit' ve 'ihya' bekleyen zengin bir malzeme olarak eserlerde unutulmuştur.