Bercan Tutar: BİR SİYASİ MÜHENDİSLİK ÇALIŞMASI OLARAK GÖÇMEN KARŞITLIĞI

BİR SİYASİ MÜHENDİSLİK ÇALIŞMASI OLARAK GÖÇMEN KARŞITLIĞI
Giriş Tarihi: 14.07.2022 12:09 Son Güncelleme: 14.07.2022 12:09

Jeopolitik hipostazın çağımızdaki paradoksu kendini "göçmenlere yönelik ırkçı nefret" söylemiyle gösteriyor. İltica jeopolitiğindeki bu modern anlayış, kadim insanlık tarihine karşı büyük bir sapmaya ve meydan okumaya işaret ediyor aynı zamanda. Zira Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın cennetten sürgün edildikleri yer olarak dünya neredeyse bütün dinlerde ve milletlerin tarihinde başlangıcından beri bir "hicret yurdu" olarak telakki edilir. Bu yüzden olsa gerek doğduğumuzda "dünyaya geliriz" diyoruz. Yani her doğum aslında bir hicrettir. Daha sonra göç etmek üzere bu dünyada kalıyoruz. Kimse "dünyada olmuyor…" ama gelen herkes eninde sonunda bu dünyadan oluyor…

Bu nedenle insanlığın kolektif hafızasının şekillenmesinde büyük dinlere ait kutsal addedilen anlatıların etkisi tüm modern saptırmalara rağmen hâlâ belirleyicidir.


Çünkü neredeyse bütün büyük dinlerin temelinde hicret, iltica, göç ve muhacirlik var. Her Noel zamanında Hristiyanlar, Meryem'in bebek Îsâ'yı şiddetten kaçırmak üzere Mısır'a götürdüğü doğum hikâyesini anar. Müslümanların kameri takvimi Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye gidişiyle başlar. Müslümanların ilk hicret yurdu olan Habeşistan hafızlardaki tazeliğini hâlâ koruyor ve bu bağlamda bir geçmişten ziyade günümüzü temsil ediyor.


Hindular için kutsal sayılan bir hikâyede Vasudeva'nın bebek Krişna'nın öldürülmesini engellemek için Kamsa'nın sarayından kaçışı anlatılır. Yahudilik bir ulusun kendilerine zulmedenlerden kaçarak sürgüne gidişleriyle ilgili hikâyelerle inşa edilmiştir. Budistler, Siddharta'nın krallık yerine züht hayatını tercih ederek babasının sarayından kaçışına önem atfeder.
Bu hikâyeler ve bu hikâyelerdeki realite tüm inananlara, evlerini terk etmek zorunda kalan insanların kaçışlarındaki kutsallığı görmek noktasında bir temel sunar. Bir referans oluşturur.


Her ülkenin kendince bir "Suriyeliler" sorunu var


Kuşkusuz eskiden olduğu gibi şimdi de küresel düzeyde bir göç çağındayız yine. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre dünyadaki göçmen sayısı 300 milyona yaklaşıyor. Bir analojiyle ifade edersek eğer, diyebiliriz ki sadece Türkiye'nin değil dünyanın neredeyse her ülkesinin kendine göre bir "Suriyeliler, Pakistanlılar ve Afganlılar" olgusu var.


İngiltere'nin Suriyelileri Hintliler ve Pakistanlılar, ABD'nin Hispanikler, Fransa'nın Cezayir, Tunus ve Faslılar, Almanya'nın Türkler, İran'ın Afganistanlılar, Fas'ın Afrikalılar, Kolombiya'nın Venezuelalılar ve son olarak Polonya'nın Suriyelileri ise Ukraynalılar gibi görünüyor.
BM Yüksek Komiserliği ve Göç Kuruluşu'nun son raporuna göre dünyadaki 281 milyonu bulan göçmen kitlesinin 82 milyon 400 bini işkence, çatışma, şiddet, insan hakları ihlali ve ciddi zulüm tehdidi gibi sebeplerle zorla yerinden edilen insanlardan oluşuyor.
34 milyon insan ise çeşitli ülkelerde mülteci veya sığınmacı olarak yaşama tutunmaya çalışıyor. Buna Ukrayna'daki savaşın yol açtığı milyonlarca yeni göçmeni de eklediğimizde bilanço hayli kabarıyor. Sınırları içerisinde 3 milyon 700 bin Suriyeliyi "geçici koruma" altında barındıran Türkiye son sekiz yıldır dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda.


Türkiye'nin farkı yapıcı rasyonalitesi


Son zamanlarda Suriyeli göçmenler üzerinden ülkemizin hem iç hem de dış politikasına yönelik yoğun bir manipülasyon çalışması göze çarpıyor. Kuşkusuz dünyanın farklı ülkelerindeki 'Suriyelileri' tanımlamakta devletler ve insanlar genelde iki kutba ayrılıyor. Kimi mülteci ve göçmenleri bir realite kimi de temel bir sorun olarak görüyor.


Bakış açısı negatif, dışlayıcı ve yıkıcı olanlar, göçmenleri sorunun kaynağı diye algılar. Bakış açısı olumlu, inşacı ve yapıcı olanlar ise mültecileri sorun değil sorunları bulunan insanlar diye algılar. Zira göçmenler bir meseleden ziyade stratejik bir insani göç yönetimi ile bakılması ve inşacı yaklaşımla ele alınması gereken kritik bir realitedir. Türkiye ister Almanya'daki Türkler olsun ister Avrupa'daki Müslümanlar olsun; Afrikalılar, Arakanlılar yahut ABD'deki Latinler olsun göç olgusuna hep çözüm üreten yapıcı bir rasyonalite ile yaklaştı.
Çünkü ırkçı ve şovenist mantık, göçmeni hep "ana problem" diye yaftalar. Amerikalısı Meksikalıları, Alman'ı Türkleri, Fransız'ı Afrikalıları, İngiliz'i Hintlileri, İranlısı Afganları ve bu sınıfın Türk'ü de Suriyelileri toptan mahkûm eder. Bu jakoben yaklaşıma göre eski Türkiye'de Müslümanlar toptan gerici, Kürtler de toptan bölücü diye damgalanırdı. Oysa AK Parti'nin ezberleri bozan siyaseti önce tanımları değiştirdi, ardından da zihniyetleri dönüştürdü.


Çağımızın yeni köleleri, yasal azınlıklar


Fakat dünya ne yazık ki göçmenler konusunda geriye gidiyor. Küresel düzeyde Batı'da yabancılara yönelik 1980'lerdeki "adaptasyon" süreci, 1990'larda yerini "entegrasyon"a ve 2000'lerden sonra ise "asimilasyon"a bıraktı.


Küresel bir faşist salgın söz konusu. Artık Batı, mavi gözlü sarışınlar dışında asimile olmayı kabul etseler bile kimseyi kabul etmiyor. İnsani ve ekonomik çözümler üretilemeyince göçmenleri "tehlike, korku ve suç" kaynağı olarak gösteren ırkçı ideolojilere gün doğuyor. "Sınır dışı etme, yurttaşlıktan çıkarma ve tutuklama" ile tehdit eden anlayış ırkçılığı ve ayrımcılığı sistemleştirerek göçmenleri ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal haklardan mahrum "yasal azınlıklar" haline dönüştürüyor.


Kendilerini insancıl olarak tanımlayan Batılı liberal kesimlerin refah şovenizmi de gettolara, paralel topluma ve etnik kolonilere yol açıyor. Ne var ki Türkiye izlediği çözüm odaklı göç stratejisiyle Batılı faşist ve ırkçı zihniyetin kimyasını bozan bir "Siyah Kuğu" işlevi görüyor. İnsan hakları havariliğini kimseye kaptırmayan Batı'ya adeta insanlık dersi veriyor.


Bu bağlamda Türkiye, Suriye'den sonra Ukrayna krizinde de görüldüğü üzere dünyanın açık ara "ahlaki süpergücü" olduğunu yeniden tescilledi. Bu stratejinin kazanımları hesap edilemeyecek kadar değerlidir. İşte bu yüzden göçmenleri görünce aklı ve ruhu göçen iç ve dış odaklara inat Türkiye yolundan sapmıyor, sapmayacak.


Göçmenler nefret objesi haline getiriliyor


Ancak Türkiye'nin kararlı duruşuna rağmen ülkemizin gündeminde sığınmacılar ve onlara yönelen nefret dalgası giderek belirleyici hale gelmeye başlıyor. İstanbul'da Ramazan Bayramı'nı kutlayan Pakistanlılar, Eminönü'nde Afganistan bayrağı açan Afganlar ve artık kendi gettolarını kurmuş, farklı kentlerde ülkemizin sakini haline gelmiş Suriyeliler…


Bu göçmen gruplara Afrika'nın çeşitli ülkelerinden gelen siyahi göçmenler ve Ortadoğu coğrafyasından Türkiye'ye akın eden kitleleri de ekleyebiliriz. Son dönemlerde Türkiye sosyolojisine aslında tarihi ve kültürel olarak hiç de uzak olmayan bu göçmenler "yabancı" diye etiketlenerek nefret objesi haline getirilmek isteniyor.


Asparagas haberler, manipülatif çarpıtmalar, sosyal medyada açılan şovenist etiketler, dolaşıma sokulan provokatif videolar, kısa film çalışmaları ve bazı ırkçı siyasetçilerin açıklamalarıyla mülteciler üzerinden hükümet hedef tahtasına oturtuluyor. Ekonomik sıkışmanın toplumsal öfkeyi körüklediği bugünlerde, Türkiye adım adım kaotik bir senaryonun içine çekilmek isteniyor.


Sert söylemin kışkırtmaya devam ettiği kitlelerin birbirine fiziki müdahalede bulunması durumunda yaşanacak felaketten siyasi rant devşirmek isteyenler sabah akşam şeytani planlarını hayata geçirmeye çalışıyor.


Batı'dan ithal bir siyaset


Hoşgörü ve misafirperverliğin yurdu olarak bilinen Türkiye'yi şovenist söylemlerin hâkim olduğu bir göçmen cehennemine dönüştürme mühendisliği var. Artık ne Ensar tanımı üzerinden türetilen söylem ne göçün geçiciliği vurgusu bu ırkçı kesimleri durduramıyor.


Bunun sebebi öyle lanse edildiği gibi Türkiye'nin giderek kronikleşen enflasyon sorunu üzerine kurulu ekonomik kriz sarmalından bir türlü çıkamaması değil. Asıl neden Erdoğan liderliğindeki yeni Türkiye'yi devirebilme ihtimali… Göçmen kriziyle böyle bir olasılığın belirdiği düşüncesine kapılmaları…
İşini kaybeden, maaşı hayat pahalılığı karşısında ezilen veya emekli aylığıyla gün sonunu dahi getiremeyen vatandaşa bir çözüm sunamayan ırkçı siyaset, sığınmacıları günah keçisi yaparak vaziyeti kurtarmaya ve ülke yönetimine el koymaya çalıyor. Kayıtsız çalışarak sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan köle göçmenler halkın ekmeğini çalan "yavuz hırsız" muamelesine maruz bırakılmak isteniyor.


Türkiye siyaseti açısından bu tablo oldukça yeni olsa da gördüğümüz yerli ırkçı tepki ve söylemler pek yabancısı olmadığımız birer ithal ürünü… Batı ülkelerinde görülen göçmen karşıtlığının birebir aynısı. Fransa'da aşırı sağın sembol ismi Jean-Marie Le Pen partisi Ulusal Cephe'yi ilk kurduğunda "1 milyon göçmen = 1 milyon işsiz Fransız" sloganıyla büyük bir çıkış yakalamıştı. Hollanda'da ırkçı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders de benzer bir şekilde ülkesinin yabancılardan arındığında daha özgür ve refah dolu bir cennete dönüşeceği iddiasıyla oylarını katlamıştı.


İç ve dış odakların kaos organizasyonu


Görüldüğü üzere dünyanın hemen hemen her coğrafyasında mülteci karşıtı siyaset aynı dinamiklerle ilerliyor. Göçmenleri yabancı ilan et, ekonomik sorunları hesabına yaz, kötü ekonominin tetiklediği toplumsal gerilimi sığınmacı karşıtlığına aktararak ırkçı söylemini meşrulaştır. Ancak sakın ama sakın mali sorunların kökeninde yatan sistem sorgulamasına izin verme.


Hedef alınan azınlık grupları değişse de izlenen bu strateji Adolf Hitler'den bu yana pek çok kez rüştünü ispatladı. Irkçı aktörler tarafından bu kadar yararlı olmasının asıl sebebiyse, aşırı sağın yükseldiği söz konusu ülkelerde ekonomik düzenin tekerine çomak sokacak, "kral çıplak" diyerek kapitalizmi deşifre edecek kuvvette namuslu ve yerli siyasetçilerin olmaması.


2023'teki seçimlerde "Erdoğan'sız Türkiye projesi"ni hayata geçirmek isteyenler "hudut namustur" söylemi üzerinden devreye soktukları nefret siyasetinde sınır tanımıyor… İç ve dış odakların organize ettiği bu kaos siyaseti, aslında sadece göçmen karşıtı söylemi meşrulaştırarak provokasyona açık kitleleri cesaretlendirmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Bunda da başarılı olmaları çok zor. Çünkü Osmanlı kozmolojisine ve evrenselliğine sahip olan Anadolu halkı, bir siyasi mühendislik çalışması olan göçmen nefretine prim tanımaz.


Türkiye artık Batı'dan ithal ırkçı ve şovenist projelerle vesayet altına alınan eski ülke değil. Türkiye artık bir devletten çok daha fazlası. Bir medeniyeti temsil ediyor. Göç krizinde izlenen çözüm siyaseti bu anlayışı simgeliyor. Türkiye göçmenlere Batı'nın kölelik normlarıyla değil kendi kadim kültürünün dinamikleriyle yaklaşıyor. Türkiye düşmanlarının kimyasını bozan ve onları delirten şey işte bu realitenin kökleşmesidir.

BİZE ULAŞIN