Bereket tanrıçasından şişman veba bakiresine: Pandemilerin değiştirdiği zihin dünyamız
Tarih ilmi çok uzun bir süre hanedanları övme, savaşlardaki cengaverlikleri süslü cümlelerle betimleme ve sebep/sonuç bağlamından kopuk bir şekilde siyasal gelişmeleri meşrulaştırma aracı olarak kullanıldı. İngiliz iktisat tarihçisi Eileen Power'ın deyimiyle, örneğin, "sokaktaki vatandaş hakkında konuşmak (yani bu vatandaşın nasıl yaşadığı ve nasıl öldüğü) tarihin ciddiyetine yakıştırılmıyordu." Görkemli sarayların ve uçsuz bucaksız savaş meydanlarının dışında kalan olaylar, ancak 'ciddi hadiseler' ile direkt bağlantısı varsa –o da belki- siyasi ve idari tarih üreticilerinin dikkatini çekebiliyordu. Zaman içerisinde -özellikle iktisat tarihinin öneminin anlaşılmasıyla- bu alışkanlık kırılmaya çalışıldı ve Robert Bartlett'in Ortaçağ İnsanları adlı kitabın önsözünde bahsettiği keşif -kimi tarihçiler nazarındagerçekleşti: Birey tecrübelerinin (yani sokağın) bütün toplum ve hayat tarzının anlaşılması için kullanılmaya başlanması… Fakat örnekler hâlâ devede kulak denecek niceliktedir.
Bugünlerde evlerimizde Koronavirüs pandemisi nedeniyle zorunlu bir ikamet süreci yaşıyoruz. Vakit geçirmek için en iyi yöntemlerden biri kitap okumak. Şimdi elinize herhangi bir tarih kitabı alırsanız eğer, o çağlarda yaşayan 'sıradan' insanların neredeyse hiç hastalanmadıklarını, günlük kaygıların içerisine asla düşmediklerini (çünkü çoğu bugün ulusallaşmış kahramanları konu edinir ve kahramanların meseleleri de elbette hep evrensel ve cihanşümuldür), zamanlarını tuhaf bir alışkanlık ve döngüsellik içerisinde geçirdiklerini ve olmazsa olmaz hanedan entrikalarının edilgin izleyicileri olduklarını zannedersiniz. Kıtaların hâkimi kral ve sultanların düşmanları üzerine savurdukları kılıç ve topuzlar sanki topraktan bitmiştir, atlara da bakım gerekmez, onlar kendi kendilerine bakıyorlardır… Üretenler kimlerdir, hangi şartlarda yaşamışlardır, hastalanırlar mı, ne zaman ölürler, canları sıkılır mı, yorgun argın döndükleri evleri neye benzer, o evlerde titrek mum alevlerinin eşliğinde neler düşünürler, neler konuşurlar, sürekli gündemleri var mıdır yok mudur, bilmeyiz.
Korku ve bağnazlık
Eski çağlarda yaşayan insanlara (ve Dostoyevski'nin deyimiyle insancıklara) dair emin olduğumuz hayal meyal tanımlayabileceğimiz bir bilgi vardır gene de: Bu insanların çoğu dindardır (Bu ifadeyi teslimiyetçilik değil, bağnazlık manasında kullanıyorum. Neredeyse tamamen bir 'uç' coğrafyası olan Küçük Asya tecrübemizin bambaşka seyrettiğini ve bambaşka bir dindarlık ürettiğini söylemeliyim). Düşünürüz ki 'güncel ya da evrensel' bütün hesapları, beklentileri, çabaları 'kutsalın ateşi' ile tutuşmuş ve tabii olarak birer yaşam tutkusuna dönüşmüştür. Dolayısıyla yanlarındaki herkes 'kardeşleri' (bugün hâlâ çalışır durumda olan Orta Çağ'dan kalma örgütlerin hemen hemen hepsinin adı 'kardeşliği' ile biter), düşmanları ise yok edilmeleri gereken 'şeytan hizmetçileri'dir. Böyle de olması gerekir, zira üretimin henüz sanayileşmediği (yani tamamen insan gücüne ve toprağa bağımlı olduğu) dönemlerde, savaş, en önemli ekonomi sürdürme araçlarından biriydi. Savaş için iki şey olmazsa olmaz gerekliliktedir: Aç insanlar ve bir de tutkulu insanlar. Tarih kitaplarının her bir sahnesini canlılıkla tasvir edip kahramanlarını öve öve bitiremediği savaşların gerisinde işte bu iki 'gözden kaçan gerçek' vardır.
Tarih ilmi sorularla ilerler… Öyleyse biz de soralım: Bu insanlar nasıl bu kadar tutkulu hâle gelebiliyordu? Curzio Malaparte "Çünkü korkuyorlardı" diyor. Neden? Kimden? Andrew Nikiforuk en önemli korku nedenini açıklıyor: Salgın. Öyle ki 'düşman korkusundan' daha canlı bir korkuydu bu. Pandemiler, geçmişin insanlarını birer adanmışa dönüştürüyordu ki haksız da sayılmazlar, ellerinden başka ne gelirdi? Bizim bugün şaşkınlıkla karşıladığımız, tam olarak tanımlayamadığımız için de ucuz komplo teorileri ile açıklamaya çalıştığımız ve aslında sebebi olmasına rağmen gene teknolojiden medet umarak çaresini beklediğimiz salgınlar, daha birkaç on yıl öncesine kadar, toplumların değişmez gündemlerinden biriydi. Bazı dönemler o kadar sık tekrar ederdi ki, bugün genç dediğimiz 40'lı yaşlarına gelenler artık kocamış muamelesi görürdü. "Eski zamanlarda ortalıkta o kadar çok hastalık dolaşırdı ki, atalarımız bütün günlerini dua ederek geçirirlerdi. İşten, seyahatlerden ya da yemeklerden önce, ne bu yılın salgın hastalığı ne de dünyanın abesliği onları mahvetmesin diye Tanrı'nın yardımını dilerlerdi" (Andrew Nikiforuk). Korku, batıl ve radikal bir itikada sürüklüyordu.
Komplo değil, kaçınılmaz son
Koronavirüs bize dünya tarihinin unutulmuş bir fenomenini hatırlattı: Pandemiler. Unutulmasının nedeni ilk paragraflarda bahsettiğim eksik tarih algımız (yani hanedanlar ve savaşlar dışında bir geçmiş tahayyül edemiyor olmamız) nedeniyledir. Zihinlerde pek yeri olmadığı için sanırım, pandemilerin birer 'doğal afet' olduğunu ve sebeplerini ıskalıyoruz. Fenni âlemimize o kadar güveniyoruz ki ortada bir komplo olmadığı müddetçe şu an yaşadığımız günlere 'mantıklı' bir izah getiremiyoruz. Dolayısıyla doktorlardan çok 'küreselleşmeyi okuyan' ve tahminlerde bulunan sözde analist ve stratejistlere kulak kesiliyoruz. Aslında pandemiler en az depremler kadar doğaldır ve "İleride salgınlar olacak" demek, en az "İleride depremler olacak" demek kadar abestir. Rudolf Virchow, salgınlara, "Değişen koşullardaki yaşam" der ve uygarlık serüvenine ait anormal koşulların birçok hastalığı yarattığını anlatır. Gerçekten de öyledir: Salgınlar tarihine baktığımızda hepsinin tarım toplumlarının gelişmesi ve hayvanlarla iç içe yaşanması nedeniyle ortaya çıktığını görüyoruz. Özellikle nüfus patlamaları yaşandığında kendini gösteriyor ve neredeyse bir doğal seleksiyona dönüşüyor. Daha fazla ticaret için üretilen gemilerin yapımında kullanılan ahşap elbette ormanlardan elde edilirdi ve yok edilen ağaçların bulunduğu yere yağan yağmur bataklıklara neden olurdu, sonrasında, hoş geldin sıtma. Koronavirüs de anlaşılan Çin güneyinde yer alan vahşi yaşamın daraltılması ve sofraya konulması nedeniyle çıktı.
Lacivert'in Mart sayısında yer alan 'Korona'nın hatırlattığı: Veba' adlı yazımda, pandemilerin en az savaşlar kadar tarih yapma gücü olduğunu ve dünyanın bugünkü hâline gelmesinde 'küçük canavarlar'ın en az kılıç ve mızraklar kadar tesir ettiğini anlatmaya çalışmıştım. Mükerrere lüzum yok, fakat feodalizmi zayıflatan ilk sebebin 14'üncü yüzyıldaki Kara Ölüm pandemisi olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. 'Büyük resmi' gördüysek, bu yazıda biraz daha 'küçük resme' odaklanalım: İnsanların zihin dünyasında ne gibi değişimlere neden oldu bu salgınlar? İlkinden az evvel bahsettim: Korku ve neden olduğu bağnazlık. "(Orta Çağ'da) Bohemya'daki toprak işçilerinin sıtmadan korunmak için özel bir duaları vardı. Şafakla kalkar, tarlalarında diz çöker, "kutsal haç"ın altında üç paternoster ve üç ave mırıldanırlardı. Sonra, âmin demeden doğrudan tanrıya seslenirlerdi: "Yüce İsa, neden öyle titriyorsun? Yoksa ateşin mi var? Benim ateşim yok ve olmayacak" (Mahşerin Dördüncü Atlısı). Sıtma dedim, sıtmanın neden olduğu bir 'düşünce'den daha bahsedeyim öyleyse: Irkçılık. Avrupalı beyaz, sömürmek için gittiği Afrika'da sadece köle ve elmas bulmadı. Bir de sıtma buldu. Ateşlendi. Daha evine dönemeden öldü. Ama bu kara canlılara nedense hiçbir şey olmuyordu. "Demek biz insanız, buralarda yaşayamıyor, ölüyoruz. Bunlarsa tam olarak insan değil, hayvanlar gibi yaşıyorlar" dediler. Buradan sömürü için gerekli ideolojilerini ürettiler. Çünkü bağışıklıktan henüz haberleri yoktu.
Duaları değiştiren salgın
Salgınlar en önemlisi, sokaktaki, köydeki, şehirdeki insanın doğa ile ilişkisini yeniden biçimlendirdi. Tek tanrılı dinler aslında uzun süre içlerinde eski 'doğa dinlerinin' etkilerini barındırdı. Avrupalı serflerin/köylünün dinî senktretik yapıdaydı ve 'büyücülük' harici putperest inançlardan kalan izler, krallar ve kilise tarafından hoş karşılanırdı. Kilise, sadece, serflerin pagan bereket dualarında yer alan tanrı isimlerinin değişmesini isterdi: İsa ve Meryem deyin… Çünkü üretim, 'din hukukundan' daha önemliydi. Fakat bilhassa Kara Ölüm, doğayı dosttan tehlikeli bir düşmana dönüştürdü. "Bir zamanlar saygı duyulan doğa, artık korkulan ve mücadele edilmesi gereken bir düşmandı. Bilim adamları, hekimler, ekonomistler ve kâşifler yüzyıllardır kendilerini, insanlığın gelişmesini engelleyecek doğal güçleri yok etmeye ya da zayıflatmaya adadılar. İnsan soyu demiryolları, barajlar, motorlar, antibiyotikler ve atom bombaları vasıtasıyla doğayla savaştı. Bizi bu karanlık günlere getiren modern düşüncenin tohumları, 1348 yılının kıtlık ve hastalık günlerinde fareler ve pirelerle atılmıştı." (Kemal Özden - Mustafa Özmat) Dedelerinin 'yaşamın kaynağı' olarak gördüğü doğa, Orta Çağ insanı için artık o kadar da masum değildi. Dualar değişti.
Pandemiler 'sıradan' insanın zaman kavramıyla ilişkisini de değiştirdi. 16'ncı yüzyılda elçi olarak Osmanlı'ya gelen Busbecq, Osmanlıların en çok 'zaman ile ilişkisine' hayret etmişti. Yazdığı bir mektupta Busbecq, bir yolculuk sırasında sürekli erken kaldırılmaktan şikâyet ediyor. Zamanı güneşe bakarak anlamaya çalışan yol arkadaşları bazen istemsizce daha sabah olmadan elçiyi uyandırıyorlardı. Diğerleri hatayı hemen anlayıp tekrar uyusalar da Busbecq zorlanıyordu. Çünkü saatleri yoktu. Peki, Avrupa'nın neden vardı? Gene salgınlara bakacağız… Salgınlarda köylü nüfusunun çoğunu kaybeden Avrupa, geride 'sayısı ve vakti az' köylüler bulmuştu. Bunlar zamana bakarak çalışıyor ve eski esnek düzeni kabul etmiyorlardı. Bu alışkanlık sanayi üretimine de yansıdı. Ve mesai mefhumu oluştu. Şu 'küçük canavarlara' bakar mısınız, nelere nelere neden oluyorlar…
Düşman olarak: Öteki
Her çağın kendince bir komplo okuması olduğu gibi eski çağ insanlarının da elbette vardı. Fakat her komplo 'cehalet' kaynaklı değildir. Rekabet ve farklı hesaplar da ön plandadır. Kamçıcılar Tarikatı'nın heterodoks üyeleri, "Vebanın sebebi Yahudiler" dediğinde, çoğu tefeci olan Yahudilere olan borçlarından kurtulmayı hesap ediyorlardı. Dolayısıyla pandemiler, sıradan insanın 'öteki' ile ilişkisini de biçimlendirdi. Antik düşünce, felsefe ve Latince ile Hellence kültür üzerine hâkim kilise entelektüelleri de salgından etkilenmiş, yerine 'sadece yerel dillere hakim' ruhbanlar gelmiş ve 'öteki ile ilişkiyi' daha bir çıkmaza sokacak öğretiler sokaklarda yankılanır olmuştu. Ötekiyi yok etmek dışında bulabildikleri çareler bu ruhbanların, tuhaf muskalar ve kan akıtmalı adaklardı. Elbette bir işe yaramadı. Doğa ile zaten arası bozuk köylü ile şehirlinin bir de kiliseye güveni azaldı. Bağnazlık ile kiliseye güven arasında bir zıtlık derhal göze çarpabilir, 'ekümenik kiliseye' güvenin azaldığını kast ettiğimi söylemeliyim. Öte yandan güçlenen 'yerel yönetimlerin' buldukları çareler de bir o kadar yerel ve kullanışsızdı. Ama bir yöntem var ki, işte sokaktaki insanın zihnini ötekiye tamamen kapattı: Karantina.
Hastadan korkmak, hastalar ile yakın olmak istememek, Alzheimer hastalarına ilaçlarını verip ama nasıl olduklarını sormamak, engellileri, otistikleri, kronik hastaları öcü gibi görmek, insan zihin dünyasına 'karantina' düşüncesiyle yerleşiyor (Kimi zaman haklı ve mecbur bir yöntem olduğunu söylemeliyim. Benim burada sorun ettiğim, karantinanın endirekt neden olduğu zihinsel değişim). Cüzzam salgınlarına yönelik bulunabilen en iyi yöntem buydu: Cüzzam evlerine kapatılmaları. Evlere kapatılmadan önce cüzzamlılar için cenaze törenine benzer bir tören düzenlenirdi. Ama Allah'tan İncil'deki Lazarus'un da cüzzamlı olduğuna karar verildi de cüzzamlılar evlerinde ölüme terk edilmedi (Hastanelerin ilk örnekleri cüzzamlı evleridir). Onlara maddi olarak yardım edenler cennetle müjdelendi. Fakat artık o bugün bizim için alışkanlığa dönüşmüş düşünce çoktan yerleşmişti: Kamusal alanı sağlıksız olandan arındırmak…
Bugün bildiğimiz oraklı Azrail imgesi (pandemilerin etkisiyle Alman sanatçıların resimlerine giriyor ilk), bu imgenin 'korku hikâyelerine' malzeme olması, doğanın bereketten ziyade içerisinde korkunç bilinmez yaratıklar saklayan bir sırlar evreni olması (ki bizdeki karşılığı gülyabanidir), bereket tanrıçasının gidip yerine şişman ve çirkin veba bakiresinin gelmesi, ikona ya da din adamları vasıtasıyla duanın önemsizleşip (salgınlara bile çare bulamadılar sonuçta) yaratıcı ile direkt temas kurma (Luther'in vaadi budur) gibi daha birçok değişen sayabiliriz salgınlar nedeniyle. Kimisi komplo teorileri nedeniyle değişiyor (ki hiçbirine kendinizi kaptırmayın), kimisi acı gerçekler nedeniyle, Koronavirüs sonrası için de ne beynelmilel ne de bireysel, hiçbir şeyin aynı kalacağını düşünmeyin.