Mehmet Hakan Kekeç: Akdeniz kiminse Roma odur

Akdeniz kiminse Roma odur
Giriş Tarihi: 24.02.2020 15:10 Son Güncelleme: 24.02.2020 15:10
Akdeniz’de Türkiye “Enerjinin paylaşılması” söylemiyle doğru olanı yapıyor. En azından çağın gerekliliklerinin kavrandığını gösteriyor.

Tarihin tekerrür edip etmediğine inanır mısınız, bilmiyorum. Belki tarihe gereğinden fazla önem verildiğini düşünüp inanmaz, belki de "tarihin metafiziği"ne kapılıp fasit bir daire içerisinde gidip geldiğimize inanırsınız. Benimse, neredeyse yaşanan her gelişme tarihin tekerrürüne ve metafizik alanına –tabiri caizse- hoşgörüyle bakmama neden oluyor. En azından "kadim meseleler"in dönüp dolaşıp kendini yeniden mesele hâline getirecek boşluğu bir şekilde bulduğunu görüyorum. Bunlardan biri de beynelmilel bir kriz sahası olarak özellikle son iki-üç yılda adından yeniden söz ettiren Akdeniz.

Türkiye'nin dış politikada artık "bağımsız" bir yol çizdiği ve dolayısıyla "çatışma" alanlarının arttığını söylerler, eksik bir tespittir ama doğrudur. Artık "Akdeniz"i de konuşur olduk. Libya'nın Trablus hükümeti ile yapılan anlaşma, enerji rezervleri bulmak için gönderilen gemiler, Yunanistan ve Mısır ile gerginlik, Berlin Konferansı gibi gündem başlıklarımız var. "Tarih başka başka çerçevelerde hep tekerrür ediyor" demekten başka ne söylenebilir… Akdeniz bu: Belki de dünyanın en "yaşlı" konusu. "Akdeniz neresi, Akdeniz'in sahibi ve Akdenizliler kim, bir 'Akdeniz ütopyası' mümkün mü?" sorularının cevaplarını oturup düşündüğümüzde bunu ilk defa biz yapmış olmayacağız.

Akdeniz'i edilgin bir saha veya herhangi bir deniz olmasından öte bir "aktör" olarak ele alan ve bu yönde inceleyen ilk isim Fransız tarihçi Fernand Braudel oldu. Türkiye'de de oldukça iyi bilinen ve akademik çalışmaların vazgeçilmez rehberlerinden biri olan üç ciltlik Akdeniz ve Akdeniz Dünyası kitabında Braudel, Akdeniz'i "belirleyici/kahramanın ta kendisi" olarak ele alıyor. Dolayısıyla coğrafyanın değişmez tesirlerine uzun uzadıya odaklanıyor. "Tarihsel coğrafya" ile "tarihin duvarlarla çevrilmiş bahçeleri" dediği siyasal olaylara hapsolan milliyetçi bakışı yıkmaya çalışıyor. Daha doğrusu yıkıyor. Yıkıntıların ardına baktığımızda çok çok eski ve dersler çıkarılması gereken bir hikâye görüyoruz.

Hikâyeyi Roma ile başlatmalı

"Akdeniz'in hikâyesi" dediğimizde Roma İmparatorluğu döneminden başlamalıyız. Bu yaşlı denizin batı ile doğusu da söz konu olduğunda 'siyasal birlik' sağlamış tek devlet kadim Roma İmparatorluğu'dur. Romalılar Akdeniz'e "Mare nostrum", yani "Bizim deniz" diyorlardı. Suriye'deki bir antik kent ile İtalya'daki bir antik kentin mimari ya da sosyal düzen bakımından birbirine benziyor olmasının nedeni budur: Romalılık.

Arkeolojik çalışmalar da Roma İmparatorluğu döneminde deniz trafiğinin arttığını –yani uzak ülkelerin artık birbirine daha rahat ulaşabildiğini- gösteriyor. Denize hâkimiyet eski çağlarda zenginliği de beraberinde getiriyordu. Çünkü "Roma yolları"ndan önce Akdeniz vardı. Yollar ve muhafızları olmadan evvel, karadan ulaşım pek de akıllıca bir yöntem değildi. "Entelektüel" lingua franca (ortak dil) olarak antik Yunanca, "dinî" lingua franca olarak da Latince Akdeniz ticareti üzerinden yayılıyordu. Doğu Akdeniz'in antik kentleri İtalya'ya, Batı Afrika'ya ve Mısır'a da ulaşıyordu.

Roma dinî, siyasi ve entelektüel birikimini Akdeniz üzerinden çok geniş bir coğrafyaya yaymasının sayesinde; önce 2'nci yüzyılda başlayan Hıristiyanlaşma ve ardından 4'üncü yüzyılda görülen "barbar göçleri" krizlerinden, Doğu'da yeni bir başkent kurarak sıyrılabildi Konstantinopolis. Ama artık ortada bir "Mare nostrum" yoktu. Akdeniz "birleşme"nin değil, artık "çatışma"nın sahası olarak görülüyordu.

Doğu Roma İmparatorluğu büyük agoralı açık kentleri bırakmış, surlarla çevrili korunaklı kentler inşa etmeye başlamıştı. Bu noktada, "Yaşlı Deniz"deki gelişmelerin hayatın her noktasına tesir eden değişmelere neden olduğunu görmenin ilginç olduğunu söylemem gerekir. Fakat yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz ki, "coğrafya" planını çoktan yapmış, onlarca benzemezi bir araya getirmeye hazırlanıyordu.

Benzemezleri bir arada yaşatan deniz

Doğu Roma bir yüzyıl sonra Akdeniz'deki hâkimiyeti İmparator Justinyanus döneminde yeniden sağladı. Zaten öncesinde yaşanan kopma gerçek bir "Akdenizi yitirme" değildi. Ortak kültür de kendini muhafaza edebildi. Çünkü İtalya'yı işgal eden barbarların donanma sahibi olacak zenginlikleri ve tecrübeleri yoktu. Fakat 7'nci yüzyılda daha büyük bir "sorun" ile karşı karşıya kaldılar: İslam.

İslam Orduları Kıbrıs ve Suriye'yi ele geçirmiş, Müslümanlar gemi yapımını öğrenmiş, Akdeniz'i "tehdit" edecek niteliğe teknik ve kültürel açıdan çok kısa sürede ulaşmıştı. Doğu Roma, birkaç yıl içerisinde hâkimiyetini paylaşmak durumunda kalsa da korkulan olmadı. Tuhaftır; Akdeniz kültürü kendini bu bölünmüşlük altında da koruyabildi. Değişme ve çatışmanın ardında, "Yaşlı Deniz", aynı zamanda "farklılıkları bir araya getiren" bir saha olarak kendini gösteriyordu.

Akdeniz'in sağladığı hareket ve ticaret, tarım teknolojilerinin gelişmesi, zamanla çevresinde birçok güç odağının oluşmasına neden oldu. Roma'sız Roma: Emeviler, Fatımiler, Abbasiler, Hamdaniler, Lombardlar, Normanlar, Papa güçleri, İtalyan komünleri, Bizans (Grekler), Karolenjler, yerel hanedanlar, korsanlar bu deniz etrafında onlarca apayrı dünya yerini aldı ve bu deniz sayesinde on benzemez yüzyıllarca isim değiştirerek ya da kendi içerisinde yeniden bölünerek bir arada yaşadı.

Evet, Akdeniz'in etrafında "İslam kentleri" oluşuyordu fakat sarayları, anıtsal yapıları, haşmetleri ve büyük limanlarıyla aslında bir Akdeniz kenti olan Konstantinopolis'i örnek alıyorlardı. Bu etkileşim sayesinde İslam, Arap olmayan Akdenizliler arasında da yayılıyordu. "Ribat" adı verilen sınır bölgelerindeki ilk dergâhlar manastırlardan dönüşüyor ya da onlara benziyordu. İslam'da ve Hıristiyanlıkta heterodoksinin gerilediği; ortodoksinin ve kitabiliğin oluştuğu ilk yerlerin Akdeniz etrafındaki kentler olması da bu açıdan kayda değerdir.

"Yaşlı Deniz"e hâkim olmak

Tarım teknolojilerinin büyük oranda geliştiği 11'inci yüzyıl, zenginliği Kuzey Avrupa'ya da yaymış ve Akdeniz bu açıdan tekelliğini kaybetmişti. Şimdi Avrupa'da zenginlik de nüfus da artıyor ve siyaseti yeni bir krizle baş başa bırakıyordu: Başıboş şövalyeler... Haçlı Seferleri fikriyle Vatikan bu dertten öyle ya da böyle kurtuldu. Kudüs'ü ele geçiren Haçlılar, Akdeniz havzasında görülmemiş bir katliama neden oldular. Müslüman entelektüeller de bunu "Barbarlığın medeniyete karşı zaferi" olarak görme eğilimindeydi.

Fakat Akdeniz gene Akdenizliğini yapacak ve bu medeniyetin içerisinde doğmuş ikinci/üçüncü Haçlı nesle bir arada yaşamayı öğretecekti. Tarihçiler tarafından bilinen bir hikâyedir: 13'üncü yüzyıl başlarında Batı'dan Kudüs'e yeni gelmiş bir Haçlı'yı, bir Müslümanı ibadeti sırasında rahatsız eder. Araya başka bir Haçlı girer ve Müslümana dönerek "Kusura bakma, bu (Batı'dan) daha yeni geldi" der.

Yazının bu bölümüne kadar farklı dönem ve örneklerle "Akdeniz"in (daha doğrusu coğrafyanın) kesin belirleyiciliği noktasında örnekler vermeye çalıştım. Görülen şu ki: Akdeniz bir serhattir ve çevresinde yaşayanları tarımı, toponomisi, ticareti, savaşları, ihtidaları ile öyle ya da böyle yaklaştırır. Akdeniz'e hâkim olmak kültüre ve zenginliğe hâkim olmak demektir ve imparatorluklar çağında da bu etkisini göstermiştir: Osmanlı, Habsburg ve Venedik… Uzun yıllar Yaşlı Deniz'in hâkimiyeti için yarışacaktır.

Akdenizli Osmanlı

Osmanlılar donanma konusunda zannedildiği gibi geç kalmış ya da anlatıldığı gibi "Akdeniz'in önemi"ni çok geç anlamış değildi. Daha Orhan Gazi döneminde Gelibolu ele geçirilmiş ve buradaki tersane kullanılmaya başlanmıştı. Gelibolu'nun ele geçirilmesi ile Osmanlı'nın Avrupa'da gerçek bir tehdit olarak algılanması eş zamanlıdır.

Rumeli fütuhatının tamamlanması ve Osmanlı donanmasının Akdeniz'deki gücünü giderek artırmasıyla, Suriye 1516'da, Mısır 1517'de, Cezayir 1529'da, Tunus 1534'te ve bugün tartışmaların merkezinde yer alan Trablusgarp 1551'de Osmanlı topraklarına katıldı. Ayrıca 1522'de Rodos ve 1571'de Kıbrıs'ın fethi, Akdeniz dünyasında Osmanlı hâkimiyetinin iyiden iyiye yayılmasını sağladı.

Osmanlılar kuzeyde İtalya kıyılarına ulaştıkları gibi güneyde Fas'a kadar olan bölgeyi de ele geçirdiler. Avrupalı devletler bu kesin hâkimiyetin karşısında ancak Osmanlılar ile anlaşarak ya da kendi içlerinde ittifaklar kurarak baş etmeye çalışıyordu. Peki, Devlet-i Aliye yazı boyunca bahsettiğim "Akdenizlilik"ten nasıl etkilendi?

Aslında Osmanlılar Akdeniz'i görmeden "Akdenizli" olmayı başarmış ender bir örnektir. Bizans sınırında kurulmuş olmaları, ilk hâkimiyet sahaları olan Rumeli'de Hıristiyanların yaşıyor olması ve Selçuklu kültürü üzerine inşa edilmeleri Osmanlılara "birlikte yaşama, hoşgörü, kültürel alışveriş, ticaret, şehir kurma" gibi özellikleri öğretmiştir. Akdeniz'deki hâkimiyetleri de bakıldığında farklı kültürleri bünyesinde toplayabilmesi Akdeniz'e istediğini verebilmesi sayesinde olmuştur.

"Akdeniz kiminse Roma odur"

Keşifler, sömürgecilik, denizcilikteki teknolojik gelişmeler, kanallar; Akdeniz'in belirleyiciliğinde zayıflamaya neden oldu. En azından artık "Akdeniz kiminse Roma odur" diyecek dönem geride kalmıştı. Akdeniz elbette hâlâ önemliydi ama bu "önemi" ele geçirmek için "Doğu ticaretini" elde tutmak gerekiyordu. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında rekabet başladı.

Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla Ümit Burnu'nu dolaşan gemilere çok daha kısa bir yol temin edilmiş oldu. İslâm âlemi bu durumdan gereği gibi faydalanamadı ve giderek elindeki toprakları kaybetti.

İtalya'nın Kuzey Afrika'daki Trablusgarp ve Bingazi gibi son Osmanlı topraklarını işgal etmesi (1911) ile de Akdeniz'de denge tamamen değişmiş oldu. Bugün bu Yaşlı Deniz bu sefer de "enerji kaynakları" ile sahibini ihya etme vaadi veriyor. Buna eş olarak -tabii bu enerjinin taşınması adına- Akdeniz'in batısında da söz söyleyebiliyor olmak gerekiyor. "Kadim meseleler"in dönüp dolaşıp başka bir kılıkta kendini yeniden sorun olarak ortaya koymasından; yani tarihin tuhaf bir biçimde tekerrür etmesinden başka nedir ki yaşadığımız? Hoş, sorun yoksa tarih de yoktur…

Elbette artık iki taraf için de hamaset çözüm değil. "Bir zamanlar buralar dedemindi" tadında duygusal yaklaşımlar kimseyi ikna etmeyecektir. Türkiye bu noktada "enerjinin paylaşılması" söylemiyle doğru olanı yapıyor. En azından çağın gerekliliklerinin kavrandığını gösteriyor. Anlaşılan o ki Yunanistan, Mısır ve İsrail tarihi, coğrafyayı ve en önemlisi hukuku yadsıyarak oldu-bittiler peşinde. Coğrafya ve tarih ve tabii içinde bulunduğumuz çağ, "Roma fikri"nin miadını doldurduğunu, 'Akdeniz' bağlamında rasyonaliteyi ortaya koymaktan başka çare olmadığını gösteriyor. Türkiye'nin Trablus hamlesi ise "Turgut Reis'in mirasıydı" bakışının çok ötesinde bir stratejiyi işaret ediyor.

BİZE ULAŞIN