Zeynep Temizer Atalar: “Sarı çizgiler” ve ilişkiler

“Sarı çizgiler” ve ilişkiler
Giriş Tarihi: 24.12.2019 14:41 Son Güncelleme: 24.12.2019 14:41
“İpotekli Kimlik” kendini en çok anne-çocuk ilişkisi içinde gösteriyor.

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım, oğluyla yaşadığı "sarı çizgi" tartışmasını paylaştı. Dört yaşlarındaki oğlu, metro durağında tehlike uyarısı için belirlenmiş sarı çizginin ötesine geçmek istiyor, o da onu korumak için bunu engellemeye çalışıyor.

Sonuçta etrafta onları izleyenlerin ve mutlaka bir fikri olanların da katılımıyla beraber ortaya gül gibi bir "geçerim-geçemezsin" çatışması çıkıyor.

Arkadaşımın oğluyla yaşadığı bu süreç, aslında birçoğumuzun çocuklarımızla ilişkimizde karşımızda çıkan, bir yandan disiplini sağlamaya çalışıp bir yandan da ilişkimizi nasıl koruyabileceğimiz sorunsalı…

Ama ben, bu sohbet ve sonrasında da, "sarı çizgi"yi bir metafor olarak görüp, bunun ilişkilerimizdeki yeri üzerine düşünmeye devam ettim.

Bu sarı çizgiler nasıl oluşuyor, sınırlarımız nerede başlıyor, nerede bitiyor? Birileri sınırlarımızı ihlal ettiğinde yani kendimiz için belirlediğimiz o çizginin ötesine geçtiğinde, tepkimiz ne oluyor? Peki, çocuğumuz yahut eşimiz için sarı çizgiyi biz mi belirliyoruz yoksa onlarınkini görebiliyor ve buna uygun mu hareket ediyoruz?

"Öteki" ile ilişkimiz
Yaşama başladığımızda, sınırlarımız da muğlâk bir hâlde oluyor. Doğumdan sonraki ilk birkaç ayda, bedenimizin yahut etrafımızda olan bitenin ne kadarı bize ait ve ne kadarını biz kontrol edebiliyoruz, çok net bir farkındalığımız olmuyor. Bu ayrımın başlangıç noktası ise, "öteki" ile ilişkimiz...

İlişki kurma, genetik olarak doğuştan sahip olduğumuz bir yeti değil. Bu, öteki yani anne yahut bakım verenle kurduğumuz bağ sayesinde gelişiyor. Yani daha çok duygusal sistemimizin kaynağı olan ve yaşamın ilk bir yılında gelişen sağ beynimiz, ilişki kurmayı öğrenebilmek için başka bir sağ beyne ihtiyaç duyuyor.

Anne yahut bakım verenin sağ beyni (duygusal tepkileri) ile bebeğin sağ beyni (o duygusal tepkileri alma ve buna göre kendi duygusal tepkilerini oluşturma süreci) ilk ilişkinin başlangıç noktası oluyor.

Bu ilişkinin başlangıcındaki muğlâklık, eğer sağlıklı bir ilişki kurulmuşsa, gelişen beyin-beden yapısı sayesinde zamanla netleşmeye başlıyor. Dolayısıyla hem kendi sınırımız hem de başkalarının sınırını fark etmemiz, bu sınırı korumamız yahut saygı duymamız, hem iç sistemimiz hem de dışarıdan gelen tepkilerle şekilleniyor.

Yaşamımız boyunca öteki tarafından kabul görmek, olumlu- olumsuz her özelliğimizle sevilmek ve değer görmek, en temel duygusal ihtiyaçlarımızdan biri... Eğer bu konuda, özellikle yaşamımızın erken dönemlerinde bazı tereddütlerimiz olmuşsa, kurduğumuz her ilişkinin temelinde de böyle bir kafa karışıklığı yer alabiliyor: Gerçekten seviliyor muyum yoksa bu, bazı şartlara mı bağlı? Bu durum sarı çizgimizi de etkiliyor elbette…

Sevilmemizi bazı şartların gerçekleşmesine bağlı olarak görüyorsak, çizgimiz de diğerlerine göre esneyebiliyor. Gerçekten ne istediğimizin farkında olmadan, başkalarını memnun etmek için "ne derler" diye düşünerek yaşamaya devam ediyoruz.

"İpotekli kimlik"
Kimlik üzerine çalışmalar yapan psikolog James E. Marcia, kendi yönünü belirlemekte zorlanan, başkalarının düşüncelerini daha önemli bulan ve yakın gibi görünse de aslında yüzeysel ilişkilere sahip bu kişilerin kimlik yapısını "ipotekli kimlik" olarak tanımlıyor.

Yani eğer ipotekli kimlik yapısına sahipsek, sarı çizgimizi ifade etmek ve korumak noktasında da sıkıntı yaşıyor, bunu daha çok başkalarının çizgilerine göre düzenlemeyi çok daha kolay ve konforlu bulabiliyoruz.

İpotekli kimlik kendini en çok anne-çocuk ilişkisi içinde gösteriyor. Bir kadın eşiyle ilişkisinde yahut iş yerindeki ekip arkadaşlarıyla ilişkisinde Marcia'ya göre "başarılı kimlik" statüsünde olabilirken, yani seçimleri konusunda kendinden emin, benlik saygısı yüksek, kararlarını kendi başına verebilirken, anne rolünde ipotekli kimlik yapısına sahip olabilir.

Yani, çocuğunun gerçekten ihtiyacı olmasa da bütün düzenini ona göre yapan, her isteğini yerine getiren ve anneliğini çevresindeki insanların olası tepkilerine göre şekillendiren bir kimliğe...

Bunun birkaç kaynağı olabiliyor: Bunlardan biri, annelikte daha çok duygusal süreçlerin dolayısıyla sağ beynin hâkim olması ve bir kadın anne olduğunda kendi çocukluk süreçlerinin de devreye girmesi…

Eğer anne, kendi çocukluk döneminde sevgiyi şartlı elde edeceği şeklinde yetiştirilmişse, kendi çocuğunu yetiştirirken de farkında olmadan benzer bir süreç izleyebiliyor. Çocuğu tarafından ancak onun isteklerini yerine getirirse sevileceğini –bilinçdışı olarak- düşünebiliyor.

Bir diğeri ise toplum baskısı… Anneliğin kültürel kodları, "çocuğu için kendi hayatını feda etme" üzerine kurulu olduğu için anne çocuğunu yetiştirirken de onun istekleri ve talepleri doğrultusunda hareket edebiliyor. Aksi bir davranış sergilediğinde "bencil ve kötü anne" etiketini almaktan korkabiliyor. Dolayısıyla hem annenin hem de çocuğun sarı çizgileri birbirine karışıyor ve çok daha büyük bir tehlike hâline geliyor.

Kendi sınırlarını belirlemek
Hâlbuki kendi sınırlarına sahip olan, bazen fedakârlık yapan ama bazen de sonuçlarına katlanarak tercihlerinin arkasında duran bir anne-babaya sahip olmak, çocuğun kendi sınırlarını belirlemesi adına da yol gösterici oluyor.

Arkadaşım doğru olduğuna inandığı için oğlunun isyanına ve etraftan gelen "nasıl çocuk yetiştirmiş" yaftalarına rağmen onu o çizginin gerisinde tutmaya çalışmış ve doğal olarak oldukça yorulmuş. Bu durumda tehlike çok netmiş ve çocuğunu korumaya çalışan her annenin yapacağı davranışı yapmış; ağlasa da onu sarı çizginin gerisine çekmek…

Ama bazen bu çizgiler metro durağındaki kadar belirgin olmayabiliyor. Ağlamasın diye arzularına gereğinden fazla müsamaha göstermek yahut hiçbir eksiklikle karşılaşmaması için her zaman hazır ol duruşunda bir anne olmaya çalışmak da bir "sarı çizgi ihlali" olabiliyor.

Bu durumun yansıması bazen çocuğumuzun da ipotekli bir kimlik yapısına sahip olmasına yahut ne kendi ne de başkalarının sınırlarına dikkat eden, zorba bir yapıya bürünmesine neden olabiliyor ve biz o zamanlarda tehlikenin farkında olamıyoruz.

Yaşam boyu karşılaştığımız kişiler yahut durumlarla kurduğumuz ilişkinin temelinde anne/ bakım verenle kurulan ilişkinin yattığını savunan, "Bağlanma Kuramı"nı ortaya koyan psikiyatr John Bowlby bu durumun zaman içinde değişebileceğini de söyler.

Daha açıkça çocukluk döneminde kurulan ilişkideki aksaklıkların, yaşam içinde eşle, çok yakın bir arkadaşla yahut bir terapistle kurulan tek bir doğru ilişki ile yeniden onarılabildiğini savunur. Sarı çizgiler yeniden çizilebilir yahut solmuşsa yeniden belirginleştirilebilir der.

Belki bize düşen de bir ebeveyn yahut bir yetişkin olarak çizgilerimize sahip çıkmaktır ne dersiniz?

BİZE ULAŞIN