Dağa götürülen çocukların annelerinin eylem çadırına gittiğinizde âdeta bir yas evine girmiş gibi oluyorsunuz. Hani taziyelerin kabul edilip eş dostun acıyı paylaşmak için bir araya geldiği yer misali.
Nereden duyduğumu hatırlamadığım bir türkü ya da şarkı sözü takılıyor aklımın ucuna; üç oğlum var biri asker, biri dağda, biri zorda… Ancak filmlerde ya da türkülerde olur böyle şeyler derken aslında filmlerin ve türkülerin halkın içinden çıktığını unutmuş gibiyim. 19 yaşında dağa götürülen (anneler 'kaçırılan' sözünden hoşlanmıyorlar). Ferhat'tan bahsederken annesi diğer iki kardeşinden de bahsediyor; biri askermiş, diğeri ise zorda (hapiste). Fakat o dağa götürülen oğluna ağlıyor bir tek, belli ki hapiste olanın yaşıyor olması onun için bir teselli. Ne de olsa başının üstünde damı ve yiyecek bir sıcak çorbası var. Ama Ferhat için gözyaşı hiç kurumuyor, âdeta yas tutuyor.
Dağa götürülen çocukların annelerinin eylem çadırına gittiğinizde bir yas evine girmiş gibi oluyorsunuz. Hani taziyelerin kabul edilip eş dostun acıyı paylaşmak için bir araya geldiği yer misali. Dinmeyen gözyaşı, durup durup birbirine oğullarını ve onlarla ilgili en güzel anılarını anlatan anneler, sonra biraz suskunlaşıp, güç toplayıp yeniden ağlamalarla başlayan ağıtlar. Ağıt geleneği Doğu'da yaygın olmakla birlikte ölünün ardından tutulan yasın en önemli belirtecidir. Acısıyla baş edemeyen annenin de bir şekilde oğluna seslenişidir, hiçbir zaman duyamayacağını bile bile ondan vazgeçmediğinin ifadesidir. Ölünün ardından yakılan ağıt da gidenden vazgeçilmediğinin, hâlâ ona seslenerek var edildiğinin ve gidişin kabul edilmediğinin bir işaretidir.
"19 yaşındaydı" diyor kadınlardan biri, "aşçıydı, pasaportunu çıkartıp Kıbrıs'a gidecekti çalışmaya." Pasaport çıkarmaya gittiği günden beri kayıp. Uzun süre aramaların ardından, köyden bir başkasının fotoğrafa bakarak "O çocuk dağda" demesi üzerine gidişin nereye olduğunu anlamışlar ve bir o kadar da şaşırmışlar. Diğer bir kadın onun ağıdına gözyaşlarıyla eşlik ediyor. 14 yaşındaki oğlu okuldan eve gelmiş, yemek yemiş ve internet kafeye gitmiş… Gidiş o gidiş, bir daha haber alınamamış oğlundan. Oğlunun yeşil gömleği her daim kucağında ona ait kalan son şey.
#Sayfa#
Bir diğeri de iki kız çocuğundan haber alamayan bir annenin hikâyesi. Cumhuriyet Üniversitesi 1. sınıf psikoloji öğrencisi olan kızı ortadan kaybolduktan sonra onu aramak için peşine düşen ve ailesine kardeşinin izini bulduğunu söyleyen, Samsun'da öğretmen olan ablasından da haber alınamıyor bir zaman sonra.
14 yaşında olan Efekan sara hastası ve 3 aydır ailesi kendisinden haber alamıyor. Giden çocuğu ile tüm hayallerinin de yok olduğunu söylüyor annesi. Bu annelere en acı gelense Diyarbakır'daki annelerin sessizliği. Daha kötüsü, eylem yapan anneler orada çocukları için otururken yoldan geçen başka kadınlar hiç çekinmeden onlara laf atıp yaptıklarını kınamaya kadar vardırıyorlar işi.
Henüz birçoğu reşit bile olmamış çocukların götürüldükleri yeri tercih ettiklerini ve ailelerin bunun için eylem yapmaması gerektiğini söyleyip müdahil oluyorlar. Delikanlılık çağına henüz ulaşmış çocukların özgürlüğünü savunurken, kaybettiği çocuğu için canını ortaya koyan annelerin özgürlüğünü ve insani haklarını yok sayabiliyorlar. Özgürlüğün sadece kendileri gibi düşünenler için meşru ve hak olduğunu zannetmenin en çığırtkan ve çirkin göstergesiydi bu müdahaleler.
19 yaşında ortaokul mezunu, İstanbul'da bir tekstil atölyesinde çalışan ve 4 aydır kayıp olan Ramazan'ın annesi ise belki de bir anne için en acı sözleri söylüyordu: "Mezarı olsa toprağını öperdim, Allah'ın emri derdim. Şimdi yaşıyor mu ölü mü bilmiyorum. Acaba İstanbul'a gitsem, bastığı toprakları öpsem hasretim diner mi diye düşünüyorum." diyor.
Ayrı ayrı hikâyeleri olan 22 yaşındaki Dilber'in, 14 Yaşındaki Yusuf'un, 17 yaşındaki Remzi'nin, 18 yaşındaki Mizbah'ın, 13 yaşındaki Nurullah'ın ve 19 yaşındaki Ramazan'ın annesinin de dilekleri çadırın dışına astıkları yazılarda özetleniyor aslında:
'Edi Bese' (Yeter Artık), 'Yaşasın Barış Yaşasın Anaların İsyanı', 'Savaşa gitme kardeşkanı dökme', 'Çok acı çektik çok bedel ödedik, artık yeter', 'Annelerin ideolojileri yoktur, vicdanları vardır.' En çok göze çarpanlardan.
#Sayfa#
Çözüm sürecinin başlaması ile birlikte diplomasi adımları atmak adına PKK 5 Ekim 2013'de, Birleşmiş Milletler'in de desteklediği Cenevre Çağrısı adlı sivil toplum kuruluşuyla 'Çocukların Silahlı Çatışmaların Etkilerinden Korunmasına Dair Taahhütname' imzalamıştı. Taahhütname ile 18 yaş altı çocukların çatışmalarda yer almasını engellemiş ve onları çatışmaların etkilerinden korumak adına politikalarını halk nezdinde resmî hale getirmişti bir nevi. Ancak taahhütnameye şöyle bir şerh eklemişti; yeni bir savaşçı olmayanlar kategorisi oluşturacak ve 16-18 yaş arasındaki çocuklar da eğer isterse bu kategoriye katılabilecekti. Yani silahlandırmaktan vazgeçtiği çocukları yine de dağa çağırıp orada tutma hakkına sahipti. Bugün eylem yapan annelere baktığımızda ise yapılan anlaşmanın ilk kısmına uyuluyor mu bilemiyoruz ama öte yandan konulan bu şerhin 12-16 yaş arası çocukların da orada tutularak yerine getirildiği söylenebilir.
30 yılı aşkın süredir devam eden bu etnik savaşın o bölgede yaşayan ya da bölgeye yolu bir şekilde düşmüş herkes için aynı acıya çıkan ayrı hikâyeleri vardır. Kazım Öz Fotoğraf filminde bu hikâyelerden birini bölgeye farklı amaçlarla, hatta tam olarak birbirinin zıddı sebeplerle giden iki genç üzerinden anlatır. Film, biri dağa çıkmak diğeri ise askere gitmek için -ki ilk başlarda ikisi de gidiş nedenlerini birbirlerinden gizlerler- yola çıkan iki gencin otobüs yolculuğunu konu alır. Belki uzun vadede karşı karşıya gelecek bu iki genç, anılarını paylaştıkları iyi birer yol arkadaşı olurlar birbirlerine. Otobüste birbirlerinin yerine oturmayı bile sorun etmeyen bu gençler için o an kim oldukları ya da ne yaptıkları önemli değildir. Yol arkadaşı olmuşlardır bir kere. Sonra aşktan konuşmaya başlarlar, ilk ortak mevzu kadınlardır. Kadınların nankörlüğü üzerinden başlayan bir hayat sorgulaması ile devam eder sohbet. İki genç, iki farklı hayat ve belki de tam olarak neden karşı karşıya geldiklerini bile bilmeden yitecek yaşamlar... Kendi kurmadıkları savaşın dışında paylaşamadıkları hiçbir şey olmayan, aksine kısa bir yolculukta bile birçok ortak nokta bulan bu gençler, var olan savaşın aktörleri olmaya gidiyorlardı.
Annelerin bu eylemi birçok soru işaretini de beraberinde getiriyor. Bunca yıldır dağa giden çocuklar olmasına rağmen bugün ne olmuştu da artık bu tercih ilk olarak kendi ailelerinden başlayarak sorgulanmaya başlamıştı? Ya da bu aileler önceden de sorguluyor ve fakat korkuyorlar mıydı ses çıkarmaya? Belki de herkes için tek çıkış ve ümitti de şimdi ikinci bir ümit mi yeşermişti bu anneler için? Barış süreci ile birlikte dağa gitmeden de bir hayat kurup gelecek hazırlayabileceklerdi kendilerine. Peki, reşit olmuş bir çocuk kendi isteği ile gittiğinde acaba burada sorgulanması gereken tam olarak neydi?
Reşit olmak demek hayata, dünyaya karşı kahraman olmak için serde delikanlılığın olması demek değil miydi? Kanların deli aktığı, bu yüzden de rasyonel düşünülemeyen, yalnızca duygular ile hareket edilip başkaları için bir şeyler yapmanın en anlamlı olduğu zamanlardı bu yaşlar. Bir nevi kahraman olmak için en uygun yaş. Peki, kahraman olmaları adına neler vaat ediliyordu bu çocuklara ki; okullarını, ailelerini, sevdiklerini bırakıp gidebiliyorlardı? Acaba kahraman olmanın başka yollarını, imkânlarını veremediğimiz için biz de müsebbibi değil miydik bu gidişlerin? Başka bir dünya tahayyülü, ikinci bir yol farklı tercihler yaptıramaz mıydı bu çocuklara? Tek suç, kendilerince çaresiz bırakıldıktan sonra delikanlılıkla yapılan -kimi zaman sonradan istese de vazgeçilemeyen- bir tercihin peşi sıra gitmiş gençlerin miydi acaba?