Fatma Toksoy: Aşkın Mürekkepsiz Hali: Çıkın Mektuplar

Aşkın Mürekkepsiz Hali: Çıkın Mektuplar
Giriş Tarihi: 30.06.2014 17:17 Son Güncelleme: 28.11.2014 11:43
Fatma Toksoy SAYI:03Temmuz 2014
Muhabbet dili diyebileceğimiz bu aşk lisanında, adlarıyla kafiye oluşturacak şekilde anlamları olan çiçek, sebze, meyve, mendil ve yiyecekler mektubun vazifesini görürmüş. Bu maddelerin bulunduğu mendil, kese vb. taşıyıcılar 'Muhabbetname/Sevgi Mektupları' diye adlandırılırmış. Okuma yazma bilmeyenler veya mektubu yakalatma korkusu olanlar bu yola başvurarak sevgilerini dile getirirlermiş. Küçük küçücük, mercimek büyüklüğünde bir yeşil ışık. Parlamakta. Parladığında âşıkların da gözleri parlıyor. Artık âşıklar yârin memleketinde, yârin caddesinde semtinde sokağında gezinmiyorlar. Facebook sokağında, Twitter bulvarında geziyorlar. Küçük küçücük, mercimek büyüklüğünde bir yeşil ışık bekliyorlar bilgisayar başında. Elleri klavyenin üzerinde, sevgilinin elini tutar gibi fareyi kavrayıp farenin oklarıyla (imleç) resmi okşayan dokunuşlar yapıyorlar. Yandığında yeşil ışık; ah o ışık yandığında âşıkların gözleri nasıl da parlıyor. Yürekleri hopluyor. Maşuklarını görmüşçesine. Aşklara yakılan yeşil ışık bu… Çağın gereği, çağdaşlığın gereği (!). Yüreklere yakılan bir ışık. Diğerleri beklemede. Diğerlerine simsiyah.

Sen ekranımın sağ köşesi
Sen yeşerince
Klavyeme yapışır parmaklarım
Yüreğim atar tuş seslerinde
Ekran karışır, paylaşımlar susar
O yeşil nokta büyür büyür
Soluğumu noktalar... (Esma Budak)

Eskiden böyle miydi âşıklar? Yeşil ışık mı beklerlerdi? Üniversiteyken yurt köşelerinde bekleşirdi delikanlılar. Kız gecikince dilimize düşerlerdi. "Arkadaşım yeşermişsin yapraklanmışsın, yakında çiçek açarsın." diye takılırdık. Ya da kıza, "Ne beklettin çocuğu be kızım, yeşerdi çiçek açacak neredeyse." diye çıkışırdık da, "Beter olsun, daha çok bekleyecek." diye acımasızlığını ortaya koyardı. Bir de postacı yolu beklerdi âşıklar. Maşukun gönderdiği gül veya çiçek kokulu bir mektup için günlerce hatta haftalarca… Ve ona yine cevaben ucu yakılmış mektuplar gönderirlerdi. Hele askerde ise bu daha da bir yanık olurdu askercik için.

Yine yakmış yâr mektubun ucunu
Askerlikte sevda çekmek zor diyor
Yükleyip postanın bana suçunu
Hatırımı teller ile sor diyor…#Sayfa#


Sahi teller de vardı beklenen. Saatlerce… Şehrin PTT'si bağlantıyı kuracak da sevgililer konuşacaklar. Belki PTT'ye gidecek sevgili. Evinden konuşacaksa telefonun kıyıcığına yanaşır, sevgiliye yaklaşır gibi usulca. Telefonun ayağına gider, sevgilinin ayağına gider gibi. Çünkü telefonlar bir köşede, üzerlerinde ince zarif örtüleriyle beklerlerdi. Gelin duvağını açar gibi örtüyü tutar, ahizeyi kaldırır ve numaraları çevirirdiniz: Tırrrtttt tırttt. Sesi gelirdi sevdiğinin. Yarı mahcup konuşulurdu, o telefonun kıyıcığına oturup hasbihal edilirdi sevgiliyle. Uzun uzun konuşulur muydu dersiniz? Parası olan için belki. Ama yalnızca sesini duyup iyi olduğunu anlamak bile yeterdi seven için. Mahcup bir "seni seviyorum" diyebilirseniz ne mutlu size.

Telgraf da vardı, şimdi genelde düğünlerde nostaljik bir ayrıntı olarak kullanılan…

Telgrafın tellerine kuşlar mı konar
İnsan sevdiğine yârim böyle mi yanar.

Telgraf genelde mutlu, ivedi veya acı bir haberde kullanılırdı. Ya sevdiğine bir şey olmuş, ya geliyor, ya gelmeyecektir. Veya 'bitsin' demiştir, koparmıştır aşkın bağlarını tellerle. Kelimeleri heceleri sayılıdır, kısıtlıdır. Meramınızı ne kadar az kelimeyle ifade edebilirseniz o kadar az ödersiniz PTT'ye.

Gece gelen telgraf
Dört heceden ibaretti:
"Vefat etti."
İmza yok.
Bu dört hece bile çok. (Nazım Hikmet)


Nokta bile bir değerdi. Cümle sonunda nokta işaretini koymak bir kelimelik ücrete tabiydi. Ancak 'stop' kelimesi ücretsizdi ve üç beş kelimelik bir telgraf metninin içinde bile çokça 'stop' geçerdi. Hayatı durdururdu stoplar. Nice sevdalara, ayrılıklara, ölümlere tanıklık etti telgraflar. Telgrafları da postacılar getirirdi. Sahi postacı kapıyı kaç kere çalardı? Postacının kapıyı çalmasına bile tahammül edemeyen âşıklar vardı. Bir genç, mahallesinden bir kızı sevmiş. Sonra genç gurbete gitmek zorunda kalınca yolları ayrılmış. Aradan geçen yıllar sevgilerini azaltmamış. Delikanlı geri geldiğinde sevgilisi ona sitem etmiş: "A gönlüme hükmeden! Bunca yıl geçti, yolunu gözledim. Ne bir haber, ne bir mektup. Meğer ne kadar vefasızmışsın." Âşık başını yere eğerek, gözleri dolu dolu cevap vermiş:,

"Ey sevgili! Yüzünü görmek benim için uğruna ölünecek bir hasret iken, o şerefi postacıya mı bağışlasaydım?" (İskender Pala, Aşkname, İstanbul: Kapı Yayınları, 2007, s. 38)
#Sayfa#

Nesnelerin diliyle aşk

Okuma-yazma bilenler alıp ellerine diviti, kalemi, hasretle, iştiyakla gönül mürekkebine bandırıp kâğıtlara döktüler kelime ve cümleleri… Bilmeyenler?
Okuma yazma bilmeyenler devlet daireleri çevresindeki arzuhalcilere mektup yazdırırlarmış. Arzuhalciler, dilekçe yazma tekniği gibi, aşk mektuplarının başlangıçları için de belli kalıplar kullanırlarmış. Mesela: "Tende canım, kaşı kemanım, meleksima canım, ey benim dilrubûde üftâdesi olduğum nezâketlü mehabetlü zarâfetlü cânım huzûru, nazlı dildârım, sultânım hazretleri, gül yüzlü şahım, derde dermanım vb..." Şiir gibi kafiyeli mektup metinleri de yazarlarmış.
Bugün bize garip hatta komik gelen bu ağdalı cümleler hiç şüphe yok ki zamanında çok canlar yakmıştır.

Sırf mektuplarla mı ulaştırılırdı sevgiliye yürekteki yangınlar? Tabii ki de hayır. Muhabbet dili vardı, sükût edilerek anlaşılan; çeşitli işaret, işmar ve nesneler kullanılarak konuşulan. Dille, mektupla değil; sükût eden sevgilinin yerine konuşan, hislere tercüman olan meyveler, sebzeler, renkler, çiçekler, mendiller ve yiyeceklerle. Mürekkep kullanmadan gönderilen mektuplar… Çıkın mektuplar.

Muhabbet dili diyebileceğimiz bu aşk lisanında, adlarıyla kâfiye oluşturacak şekilde anlamları olan çiçek, sebze, meyve, mendil ve yiyecekler mektubun vazifesini görürmüş. Bu maddelerin bulunduğu mendil, kese vb. taşıyıcılar 'muhabbetname/sevgi mektupları' diye adlandırılırmış. Okuma yazma bilmeyenler veya mektubu yakalatma korkusu olanlar bu yola başvurarak sevgilerini dile getirirlermiş. Bu muhabbetnamelerin şifresini, bu çıkınları çözmek de genelde erkeklere kalırmış. Mesela sevdiğine çıkın mektup gönderen bir kadın, çıkının içine pırasa koyarak mânilerden faydalanıp, aranmak istediğini belirtirmiş: "Bahçelerde pırasa / Yârim beni arasa!"

Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1886'da yazılan Lisan-ı Ezhâr: Zahirelerin Dili adlı risaleden bu yiyeceklerin, bazen bir mektup kadar uzun anlamlarını aktarmıştır:#Sayfa#

"Yoğurt: Gönlünü benden soğut.
Pirinç: Yanındakinden vazgeç. Âleme ettin bizi gülünç. Sabah kahvesini bizde iç.
Biber: Ciğerim yanar tüter.
Maydanoz: Tenha mıdır odanız? Gelirse güzel gelsin, çirkin almaz midemiz.
Bakla: Al beni sinende sakla.
Börülce: Efendim keyfin nice?
Nohut: Derdinden oldum bîhût. Al beni sinende uyut.
Enginar: Gönül otağını kurmuş, efendisiyle cengi var.
Piyaz: Eylerim Hakk'a niyaz.
Kereviz: Daha neler görürüz. Yaprağını deleriz, ele geçse nazlı yar, biz murada ereriz.
Ekmek: Murada ermek. Maksadım seni öpmek. Neden bizi terk etmek?
Vişne: Küs olduğun yâr ile bir daha görüşme.
Elma: Beni sevdaya salma. İster al ister alma. Ahımı alma. Yâdları sarma."
(Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri 3, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Yayınları, 1995. s.s. 189-190)

Bu bitki ve nesnelerin kullanımları özeldir. Bildiğimiz manaların dışındadır genelde. Mesela; çıkın mektupta salatalık varsa, bu yasak bir ilişkinin ortaya çıkacağı korkusuna delalet etmekteymiş. Yani kişi 'seni seviyorum ama bunun duyulmasından korkuyorum' demekteymiş. Yine 'sarmaşık'ın sevdiğine sarılma arzusunu veya sadakati ifade ettiği sanılabilir ancak sandığımızın tam tersine, 'Yakamdan düş!' anlamındaymış. 'Taş', taş kalplilik çağrıştırsa da aslında 'Koyalım bir yastığa baş' demekmiş. Mavi renk de 'Sana oldum mail' anlamına gelirmiş.

Erik: Senin için eridik.
Şeker: Canım seni çeker.
Öd ağacı: Dermanım sensin.
(M. Kayahan Özgül, Çıkın-Mektup Yahut "Bir Maniniz Yoksa…", Ankara: Hece Yayınları, 1997, s.s. 7-20)

Dahası da var… Sabredin hele… Türkiye'ye elçi olarak atanan kocasıyla birlikte İstanbul'a gelen Lady Mary Wortley Montagu'nun 1717-1718 yılları arasında buradan dostlarına yazdığı mektuplar seyahatname niteliğinde Türk Mektupları adıyla neşredilmiştir. İşte bu Lady, arkadaşlarına bir çıkın mektup gönderir ve o çıkını yani bohçayı hangi sıraya göre açacaklarını da tarif eder. Bu çıkındaki nesneler sıra ile okunduğunda ortaya, konuşan bu nesnelerden dile gelen duygular çıkıyor. Kriptoloji ilmi gibi, şifre çözer gibi çözülen çıkınlar. Lady Montagu'nun gönderdiği çıkından sırasıyla çıkan nesneler ve manaları:

"İnci: Sensin güzellerin genci.
Karanfil: Karanfilsin kararın yok/ Gonca gülsün tımarın yok/ Ben seni çoktan severim/ Senin benden haberin yok.
Pul: Derdime derman bul.
Kâat (kâğıt): Bayılırım saat saat.
Armut: Ver bana bir umut.
Sabun: Aşkınla oldum zebun (güçsüz).
Kömür: Ben öleyim size ömür
Gül: Ben ağlarım, sen gül.
Hasır: Olayım sana esir.
Çuha: Üstüne bulunmaz baha.
Tarçın: Sen gel, ben çekeyim senin harcın.
Çıra: Aşkınla oldum çıra.
Sırma: Gözünü benden ayırma.
Saç: Başıma sensin taç.
Üzüm: Benim iki gözüm.
Tel: Ölüyorum tez gel.
Biber: Bana yok mu bir haber?"
(Lady Montagu, Türkiye Mektupları, çev. Aysel Kurutluoğlu, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser,
Kervan Yayıncılık, s.s. 119-120)
#Sayfa#
Şimdi bu nesnelerden oluşan bu çıkın şifreyi yani muhabbetnameyi bu manalara göre çözüp bunu mektuplaştıralım: "Sensin güzellerin genci." Hitabıyla başlayan bu mektup şöyle devam etmekte: "Karanfilsin kararın yok, Gonca gülsün tımarın yok, Ben seni çoktan severim, Senin benden haberin yok. Ey sevgili! Derdime derman bul. Aşkından bayılırım saat saat. Artık ver bana bir umut. Senin derdinden oldum zebun. Ben öleyim size ömür. Aşkından ben ağlarım, sen gül. İste, olayım sana esir. Üstüne bulunmaz baha, değerin ölçülmez.. Sen gel, ben çekeyim senin harcın (masrafın, yani değerin harcın neyse ben bilir ve çekerim). Aşkınla oldum çıra. Gözünü benden ayırma. Başıma sensin taç. Benim iki gözüm. Ölüyorum tez gel." Son olarak da bu mürekkepsiz mektubu "Bana yok mu bir haber?" diye sonlandırarak, dile getirdiği bu hislerinin cevabını beklemektedir sevgiliden.

Bazen bu şifreleri çözemeyen veya bilmeyen âşıklar kaş yapayım derken göz de çıkarabilirler, özellikle bu nesnelerin ve çiçeklerin dilini bilmiyorlarsa. Recaizade Ekrem'in Alafranga genci Bihruz, görür görmez âşık olduğu Perîveş'e duygularını açıklamak ister. Yakasında takılı olan Sardunya çiçeğini yakasından çıkararak, kıza 'Böyle bir fanee çiçek' diye takdim eder. 'Böyle bir solgun çiçeğim' manasınadır gencin söyledikleri. Sardunya da onun okuduğu kitaba göre 'Yakınında olmaktan bahtiyarım' demektir. Kız da alır göğsüne takar. Ancak gel gör ki bunları böyle yorumlamaz ve Bihruz'un verdiği, sevgisini açıklayan mektubunu da okuma yazma bilmediğinden yırtar atar. 'Fanee: Solgun' kelimesini 'fâni' olarak algılar ve bunu sardunya ile birleştirerek, 'Benim aşkım da bu çiçek gibidir. Böyle solar gider.' şeklinde hüküm vererek Bihruz'a yüz vermez, onu kıvrandırır.

Şimdiki âşıklar…

Aşk mektupları, erkekler açısından bir kadını yola getirmek için en büyük silahtır. Çünkü yazdıkları mektuplarla kadın ruhuna hitap etmeye çalışmışlar ve genelde de başarabilmişlerdir bu silahla hanımların gönüllerini fethetmeyi. Ancak aşkı başlatan mektupları erkekler, bitirenleri de kadınlar yazarmış genellikle! Çıkın mektuplar veya muhabbetnameler de kadınların sevgilerinin veya nefretlerinin imasıdır ve erkekler de pek bundan anlamazlar. Anlamadıkları muhabbetnameleri de yine kadınlardan yardım alarak çözerler.

Musahipzade Celal, İstanbul Efendisi adlı piyesinde, İstanbul Efendisi'nin kızı Esma, beğendiği delikanlıya attığı mendille adresini bildirir. Safi isimli delikanlı, bu tür haberleşmelerin cahili olduğundan bu mendildeki maddelerden bir şey anlamaz ve bu işleri bilen yaşlı bir kadından yardım ister. Kadın mendile bakar. Mendilin üç ucu düğümlüdür. Kadın, "Ne var bu düğümlerin içinde?" diye sorar. Safi cevaplar: "Ne olacak, düğümlü olan bir ucunda mermer parçaları var. Birinde kırmızı aşı boyası, birinde de iki cam parçası. Mendili attıkları zaman mendilin bir ucu da ıslaktı. Anlaşılacak şey değil. Muamma." Kadın cevap verir: "Anlaşılmayacak bir şey yok. Mendil pembe ve ıtırşahi kokuyor. Pembe, gönlüm var sende. Bu hanım seni seviyor." Sonra, mendilin ucunu açarak mermerleri sayar ve delikanlıya: "Bu hanım altı mermerde oturuyor çünkü 6 tane mermer parçası var. Mendil ıslaktı dedin. O zaman bu hanımın evi bir çeşmenin karşısında ve çifte camlı, aşı boyalı bir ev."
(Musahipzade Celâl, İstanbul Efendisi, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s.s. 18-20)
#Sayfa#
Bir mendilin dilini, anlatmak istediklerini çözebilmek ve o güzeli, o sevgiliyi bulabilmek veya sevgiyi dile getirebilmek için büyük emek sarf edilirmiş! Emek verilen her şeyin kıymetli olması gibi sevgi de sevgili de kıymetliymiş. Şimdi sosyal medyada Facebook, Twitter, Instagram, WhatsApp gibi yerlerde âşıklar maşukları bekliyor. Twitter'daki âşıklar, maşuklarına telgraf gibi sınırlı, 140 karaktere sığdırdıkları cümleler kuruyorlar. Duygularını en veciz şekilde ifade etme yolunu arıyorlar. Sosyal ağlar bir nevi muhabbetname gibi. Âşığa atılan mendil gibi, çözülmesi gereken ucu açık cümlelerle dolu. Birbirine sinirlenen sevgililer artık Facebook, WhatsApp veya Twitter'da veryansın ediyorlar:
"Bazı insanların CAPSLOCK tuşu basılı kalmış çok BÜYÜK konuşuyorlar…"
"İçinde güven olmayan bir ilişki, sim kartı olmayan telefona benzer; sadece oyun oynarsın."

Hatta bu restleşme biraz daha ileriye gidince yoğurt veya vişne göndermiyorlar artık sevgililer. Ya da 'Bitti, ayrılalım' diye telgraf çekmiyorlar. Biri diğerini Facebook'ta engelliyor. Diğeri de aynı yolla şöyle gönderiyor haberini: "Sen Facebook'tan silersin, ben hayatımdan, anlatabildim mi?"
Postacıya beddua eden veya telgrafın tellerini kurşunlayan da yok artık…

Neyleyim;
Facebook'ta resmini görmeyeceksem
Listende kimler ekli bilmeyeceksem
İstediğim an seni dürtemeyeceksem
Kapansın hesabım, face'i neyleyim.
Başkasıyla kalpten online olacaksan
Sevgimi yok sayıp engel koyacaksan
Bana değil ellere yorum yapacaksan
Yıkılsın sanal âlem net'i neyleyim.
Twitter'ı verseler değişmem sana
Saklama hislerini mention'la bana
El görür söz olur pampiş demem sana
Sen yoksan tweet'i chat'i neyleyim
Kopsun net bağlantım web'i neyleyim.
(Emre Behrem)

Artık yâr mektubun ucunu yakmıyor. Postacı kapıyı sadece faturalar, evraklar için çalıyor. E-postaya, mesaj ve maillere yenik düşse de mektup hâlâ asaletini ve gizemini koruyor gibi… Merak ediyorum, kaç kişidir acaba sevdiğine üşenmeyip mektup yazan? Ucunu yakarak, saç telleri koyarak, güllerle süsleyerek, kokulandırarak… Ya da bütün bunların yerini tutan kokulu, başlıklı veya birbirinden güzel resimli rengârenk kâğıtlara gönül mürekkebiyle yazan kaç kişidir? Ya postacı yolu bekleyen?
BİZE ULAŞIN