Bireyselleşmeden, kişisel özgürlüklerden ve ısrarla üzerinde durulan farklılıklardan kasıt sahiden de neydi? Modern zamanlarda insanın temel meselesinin kendine has düşüncelerinin, eylemlerinin, söylemlerinin ve konumunun olması gerekmez miydi? Bizleri ısrarlı bir şekilde topluluklardan, geçmiş düşünce ve yaşam pratiklerimizden, inancımızdan, kültürümüzden çekip kopartmaya çalışan ve bize mutluluğu vaat eden gelişmiş dünya bizi nerede topladı?
Zihinlerimiz çölleşiyor. Toplumların büyük bir kesiminde bilginin kendisine ve felsefesine dair en ufak bir merak ve öğrenme ihtiyacı kalmadı artık. Bilginin kaynağı olarak gördüğümüz tek yer internet. Öğrenciler daha küçük sınıflardan itibaren: "İnternette var zaten" hastalığına tutulup hiçbir bilgiyi kısa ya da uzun süreli hafızalarına atmamaya, öğrenmemeye başladılar. Aklımıza bir şey takıldığı zaman elimiz hemen cep telefonlarına gidiyor.
Konuyu iyi bilen bir arkadaşımıza, bir uzmana, belki size komik gelecek ama bir kitaba ulaşmayı düşünmüyoruz artık. Zaten hepsi internette var.
Peki, internette olan bilgi ne kadar doğru? İnternet sözlüklerine, kaynaklarına ne kadar güvenebiliriz? Değiştirilen, manipüle edilen bu kaynaklardan bilgi edinmek sahiden de mümkün olabilir mi? Cevapları elbette ki biliyorsunuz.
Çevremdeki üniversite hocalarına, ekrana çıkan uzmanlara ve söz sahibi insanlara baktığımda toplumumuzun kitap okumadığını, giderek bayağılaştığımızı ve cahilleştiğimizi anlatıyorlar. Doğru ama bu bayağılaşma sadece bize has bir şey değil.
26 bin Amerikalı üstünde incelemelerde bulunan "ABD Zaman Kullanım Anketi"ne göre 2004 ile 2017 arasında zevk için kitap okuyan erkeklerin oranı yüzde 40, kadınların ise yüzde 29 azalmış. Kamuoyu araştırma şirketi Gallup'ın verilerine göre, yılda tek bir kitap bile okumayan Amerikalıların oranı 1978 ile 2014 arasında üç katına çıkmış. Amerikalıların yaklaşık yüzde 57'si bir yılda tek bir kitap bile okumuyor şu an. Hatta 2017 yılına gelindiğinde
ortalama bir Amerikalı günde 17 dakikasını kitap okumaya ayırırken, 5 saatini telefon başında geçirmeye başlamış.
Tek tipleşen anlam dünyası
Bilginin kaynağına ya da gerçek bilgiye ulaşamadığımızda düşüncelerimiz, fikirlerimiz ve sonrasında doğal olarak duygu ve davranışlarımız da bozuluyor. Sadece sosyal medya uygulamaları ve gündüz kuşağı programları ile yaşayan dünya vatandaşlarının düşünce ve anlam dünyası bir yerden sonra tek tipleşiyor.
Bir kafeye ya da lokantaya oturduğunuzda etrafınıza bir kulak kabartın genç erkekler ve hanımefendiler arasında konuşulan konuların birbirine çok benzediğini fark edeceksiniz hemen. Konuşulan konular arasında ilk sırada ilişkiler geliyor. Saatler boyunca sevgililerini, eski sevgililerini, ilişki tavsiyelerini konuşabiliyorlar. Konuşulan bir diğer konu alışveriş (tüketim), sonrasında diziler, filmler, futbol ve siyaset. Elbette ki tüm bu konu başlıkları ile ilgili konuşmak ve tartışmak gerekir ama biz bu başlıkları sadece önümüze sürüldüğü şekliyle konuşup tartışıyoruz. Takip ettiğimiz internet
ünlüsü, köşe yazarı konuyla ilgili ne söylemişse biz de o fikri bir papağan gibi tekrarlıyoruz. Konuyla ilgili kitap okumak, makale karıştırmak, araştırma yapmak pek cezbetmiyor bizi. Önümüzdeki her neyse tüketip, zikredip kalkıyoruz.
Bu durum doğal olarak düşünce ve anlam dünyamızı zayıflatıyor. Derinleşmeden, sadece yüzeyde dolanan insanlar haline getiriyor. Fikirlerimiz ve beğenilerimiz aynılaşıyor, daha da kötüsü kontrol edilebilir hale getiriliyor. Meşhur dijital medya platformları hangi diziyi, filmi önümüze koyarsa milyonlarca insan onu tüketiyor ve ardından ezber cümlelerle onun hakkında konuşuyor. İnternet ünlüleri hangi kitabı, çorabı, kahveyi önerirse onu tüketiyoruz, onlar üzerine düşünüyoruz.
Kendine ait bir fikri, söylemi, duruşu ve hatta imajı olan insanı görünce çölde su bulmuş gibi seviniyoruz. Milyonlarca kişinin aynı şeyi konuştuğu, izlediği, dinlediği bir yerde kendi yolunu arayan, o yolda okumalar yapan, kendi gündemini oluşturan insanların sayısı dramatik bir şekilde azalıyor çünkü. Popüler olanı tüketmek istiyoruz çünkü bu durum sahnede daha çok görünmemize, daha çok alkış almamıza ve havalı görünmemize imkân sağlıyor. İçi boş kişisel gelişim kitaplarını, yakışıklı, boğuk sesli abilerin yazdığı aşk romanlarını okumak varken neden Sâmiha Ayverdi'yi, Şule Gürbüz'ü, Kemal Tahir'i okuyalım değil mi?
Aynı tezgâhtan çıkmış robotlar
Bu bayağılık ve aynılık sadece düşünce ve sanat dünyamıza değil görüntümüze de sirayet etmiş vaziyette. Kullandığımız telefon kaplarını bile influencer'ların önerisi ve beğenisi belirliyor. O dönem bize story'lerde hangi gömleği, ayakkabıyı, kabanı önerirlerse mağaza vitrinlerinde onları
görüyoruz, o ürünler dışında bir şeyler bulabilmek neredeyse imkânsızlaşıyor. Özellikle gençler takip ettikleri ünlüler, şarkıcılar, dizi oyuncuları gibi görünmek için ekstra çaba sarf ediyorlar. Bir alışveriş merkezine, kalabalık meydanlara, kafelere gittiğinizde kısa bir süre içerisinde birbiri gibi giyinmiş onlarca insan görebiliyorsunuz.
Artan ve maliyeti düşen estetik operasyonlarla beraber fiziksel olarak da birbirimize benzemeye başladık. Önümüze sürülen "güzel kadın ya da erkek" modeline uygun bir biçimde kemiklerimize yeniden şekil veriyor, yüzümüze farklı maddeler enjekte ettiriyoruz. Bu durum da bir yerden sonra aynı tezgâhtan çıkmış robotlara benzetiyor bizi. Doğuştan getirdiğimiz, bize has görüntümüz, insan eliyle, bir örneğe bakılarak yapılan işlemlerle farklılaşıyor ve öznelliği yaralanıyor.
Düşüncesi, görüntüsü, anlamı, tüketimi kontrol edilen insanın doğal olarak siyasi seçimleri de kontrol edilmeye başlanıyor. İnsanlar kendi önlerine sürülen sloganları ve ideolojileri düşünmeden, tartışmadan, kör bir bağnazlıkla kabul etme ve savunma eğilimindeler artık. Bu da kitlelerin daha kolay yönetilmesi ve yönlendirilmesine imkân sağlıyor. Siyasi bir lider: "Üç gün boyunca süt içmeyeceğiz" dediğinde ona inanan kitlenin büyük bir kısmı
neden süt içmeyeceklerini bile sorgulamadan süt içmeyi bırakabiliyor. Çünkü bir şeyleri seçebilme, irade gösterebilme, düşünebilme yetimiz elimizden alındı.
Peki, ama neden? İnsan davranışları nasıl bir psikoloji ile böyle yönlendirilebilir?
Sürü psikolojisi?
Sürü psikolojisi, bireylerin grup içinde davranışlarını, düşüncelerini ve kararlarını kolektif bir dinamikle uyumlu hale getirdiği sosyal bir fenomeni tanımlar. Terim, literatürde daha çok "grup düşüncesi" (groupthink), "toplumsal sürü davranışı" veya "kalabalık psikolojisi" olarak geçer. Temelinde, bireyin sosyal onay ihtiyacı, korku, belirsizlik veya aidiyet duygusuyla hareket ederek özerk karar alma becerisini askıya alması yatar. Bu durum, mantıklı düşünceden ziyade duygusal ve içgüdüsel tepkilerle şekillenir.
Sürü psikolojisi kavramı, 19. yüzyılın sonlarında sosyal psikolojinin doğuşuyla birlikte akademik ilgi görmeye başladı. Fransız sosyolog Gustave
Le Bon, 1895'te yayımlanan Kalabalıkların Psikolojisi adlı eserinde, bireylerin kalabalık içinde "ilkel" bir bilinçaltına geri döndüğünü ve kolektif eylemlerin mantıktan uzak, duygusal bir karakter kazandığını savundu. Le Bon'a göre, kalabalıklar "hipnotize olmuş" gibi davranır ve lider
figürleri körü körüne takip eder.
Sigmund Freud ise bu fikri psikanaliz ile harmanladı. Kitle Psikolojisi ve Ego Analizi (1921) adlı çalışmasında, kalabalıkların bireyin süperego baskısını
zayıflatarak içgüdüsel dürtüleri serbest bıraktığını öne sürdü. Freud, grup dinamiklerinin bireyi "sürüye" bağımlı hale getirdiğini vurguladı.
1950'lerde, Solomon Asch'in basit bir çizgi deneyi, insanlığın utancını ortaya serdi. Katılımcılar, grubun yanlış cevap vermesi halinde bile "eşit uzunluktaki çizgileri farklı" diyecek kadar uyum sağlıyordu. Asch, bu sonuçla şunu kanıtladı: "Yalnızlık korkusu, gerçeği reddetmemize neden olabilir."
1972'de Irving Janis, "grup düşüncesi" kavramını literatüre soktu. Kennedy'nin Domuzlar Körfezi çıkarması gibi tarihi fiyaskoları incelediğinde,
grupların "uyum sağlama baskısıyla" kritik hatalar yaptığını gördü. Janis'e göre, "Grup içinde fikir ayrılığı, ihanetle eşdeğer görülürse, felaket kaçınılmazdır."
Hiperaktif bir canavar
Günümüzde de bu grup düşüncesinin bizlere neler yaptırdığını görebiliyoruz. Bir TikTok videosu düşünün: 15 saniyede milyonlarca beğeni
alıyor. Peki neden? Çünkü algoritmalar bize "bakın, herkes bunu seviyor" diye fısıldıyor. Sosyal medya, sürü psikolojisini hiperaktif bir canavara
dönüştürdü. Yankı odaları, insanları "düşünce balonlarına" hapsediyor. Örneğin, 2020'deki #ChallengeMe akımları, gençleri tehlikeli eylemlere sürükledi. "Herkes atlıyorsa, ben de atlamalıyım" dürtüsü, mantığı susturuyor.
Sadece sosyal medyada değil para piyasalarında da grup düşüncesi hâkim. 2021'de Dogecoin'in değeri, Elon Musk'ın bir Tweet'iyle aniden yükseldi. Binlerce insan, "geç kalmamalıyım" diye birikimlerini riske attı. Peki, bu bir rastlantı mı? Hayır. Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman'ın dediği gibi: "İnsan beyni, kaybetme korkusunu kazanma arzusundan iki kat güçlü hisseder." Sürü psikolojisi, piyasalarda panik satışları ve balonları tetikleyen bir domino etkisi yaratıp insanları büyük zararlara sürükleyebiliyor.
COVID-19 sürecinde tüm dünyada tuvalet kâğıdı stoklama çılgınlığını bir düşünün. İnsanlar, "başkaları alıyorsa bir sebebi vardır" düşüncesiyle ihtiyaç dışı hareket etti. Bu davranışın altında kontrolü kaybetme endişesi ve başkalarının yaptığını doğru kabul etme eğilimi vardı elbette.
Sürü psikolojisi her zaman kötü değil. 2017'deki #MeToo hareketi, milyonların kolektif cesaretiyle cinsel tacizi konuşulabilir kıldı. Ya da 2020'de George Floyd protestoları, ırkçılık karşıtı küresel bir bilinç yarattı. Psikologlar, bu tür hareketler için "yapıcı sürü davranışı" terimini kullanıyor. Kilit nokta: Liderlerin manipülatif değil, ilham verici olması.
Peki, ne yapmalı?
Adım 1: Duygusal Bulaşmayı Fark Et: Kalabalık bir konserde alkışlara katılmamak neden bu kadar zor? Çünkü duygular bulaşıcıdır. Nörobilimci
Tania Singer'ın araştırmaları, insan beyninin "aynı duyguyu paylaşan insanlarla senkronize olduğunu" gösteriyor. Bu durumda yapılacak şey: Bir adım geri çekilip, "Bu his bana mı ait yoksa bulaştı mı?" diye sormak.
Adım 2: "Anonim Kalabalıklar" Yaratma: Sosyal psikolog Philip Zimbardo'nun "Dehşetin Sıradanlığı" çalışması, anonimliğin insanları riskli davranışlara ittiğini gösteriyor. Sosyal medyada sahte hesaplar açmak, nefret söylemini artırıyor. Çözüm: "Kim olduğunu bil" ilkesi. Platformlar gerçek kimlikleri teşvik ederse, sorumluluk duygusu artar.
Adım 3: Eleştirel Düşünme Kasını Geliştir: Bir bilgiyle karşılaştığında otomatik tepki verme. Psikolog Daniel J. Levitin'in Sahte Haberler Çağında Düşünmek kitabından bir teknik: "3 Saniye Kuralı". Paylaşmadan önce dur, derin bir nefes al ve şunları sor: Kaynak güvenilir mi? Kanıt var mı? Tersi iddia edilebilir mi?
Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Tanıdığım her insana kimsenin mızrak ucu olmamasını, algılarının ve duyarlılığının açık olmasını ve bu açık zihinle beraber kendi gündemlerini takip etmesi uygun bir dille kırmadan anlatmaya çalışıyorum. Her eylemimiz, düşüncemiz ve söylemimiz öncesinde kendimize şunu soralım: Bu gerçekten benim seçimim mi, yoksa sadece akıntıya mı kapıldım?