ABD Başkanı Trump'ın ikinci dönemi fırtınalı başladı. Göreve gelir gelmez, iç ve dış politikada atmaya başladığı adımlar ve şova dönüştürerek imzaladığı kararnameler, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyada sarsıntılara yol açtı. Deyim yerindeyse Trump dünyayı hallaç pamuğu gibi atmaya başladı.
Dış politikasında dünya kamuoyu tarafından umutla karşılanan şey ise barış söylemiydi. Göreve gelir gelmez "24 saat içinde" Rusya- Ukrayna savaşını bitireceğini ilan ediyordu. Orta Doğu'dan da asker çekeceği beklentisi oluşmuştu. Gazze meselesinde sık sık "Ben gelmeden bu işi halledin, anlaşın" minvalinde konuşuyordu.
Gerçekten de Ukrayna'da savaş konusunda hızlı davrandı ve Riyad'da ABD-Rusya deşişleri bakanları arasında görüşmeler başladı. Görüşmelerin yeri, içeriği, muhatapları, (şimdilik) Avrupa ve Ukrayna'yı dışlaması tartışmalara yol açsa da barış için adım atıldığı ortada. Ancak sıra Gazze'ye geldiğinde tüm o anlaşma ve çatışmaların bitirilmesi söyleminin bir çırpıda kenara atıldığı ve yerini Gazze halkının tehcir edilmesi planına bıraktığı görüldü. Trump'ın iki milyon insanı Ürdün ve Mısır'a gönderip bölgeyi "Orta Doğu'nun Riviera'sına" dönüştüreceğini söylemesi, basit bir emlak yatırımı gibi bahsetmesi, başta Amerikalı Müslümanlar olmak üzere büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Şimdi konuyla ilgili görüş bildiren herkes "büyük bir şok" yaşadığını söylüyor.
Oysa Trump'ın önerdiği "çözüm" yeni değil. İsrail'in stratejik planının devamı ve bir ABD başkanı tarafından kaba bir şekilde dile getirilmesinden ibaret. Bu proje, 1948'deki kuruluşundan beri ABD'nin sıkı sıkıya bağlı olduğu İsrail'in güvenliği siyasetinin cilalanmış şeklinden başka bir şey değil. Nisyan ile malul olan hafızamızı tazelemek bu gerçeği görmek için yeterli olacaktır.
İsrail'in mülksüzleştirme stratejisi
İsrail stratejisinin temeli en baştan itibaren Filistinlileri mülksüzleştirip yerlerinden etme üzerine kuruludur. 1948'den günümüze kadar İsrail, Filistin'i, özellikle de Gazze'yi sayısız kez boşaltıp insansızlaştırma, yani etnik temizlik uygulamalarına girişmiştir. Kuruluş yılından, hatta kuruluş gününden itibaren İsrail ilk aşamada 400'den fazla Filistin köyünü etnik temizliğe uğrattığında, yerlerinden edilen 700 bin Filistinlinin 200 bini Gazze şeridine sığınmak zorunda kaldı. O dönemde Gazze nüfusu tam üç katına çıkmış oldu. Yıllar içinde Gazze nüfusunun yüzde 80'i Nakba döneminde yerlerinden edilen Filistinlilerden oluştu. Gazze, İsrail'in eski Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Eiland'ın deyimiyle, "büyük bir toplama kampına" dönüştü. Bu şahıs 2004'te, Sina'dan 600 kilometrekarelik bir alanın ilhak edilip Filistinlilerin o bölgeye sürülmesini öneriyordu.
Hamas'ın 7 Ekim Aksa Tufanı taarruzu sonrası Netanyahu'nun ısıtıp tekrar dile getirdiği Sina Çölü planı çok daha eskiye, 1951 yılına kadar dayanıyor. ABD ve İsrail daha o dönemde, Gazzelilerin Sina çölüne gönderilmesi için Mısır üzerinde baskı kuruyordu. Uluslararası meşruiyet arayışında olan dönemin Mısır yönetimi, 30 milyon Dolar karşılığında 12 bin Filistinliyi Sina'ya yerleştirmeyi kabul etti.
Eş zamanlı olarak İsrail, Gazze'deki kamplara ağır saldırılara girişerek insanları kaçmaya mecbur bırakmaya çalışıyordu. Neyse ki Filistinliler kalabalık sokak gösterileriyle direnerek Mısır'ı bu anlaşmadan vazgeçmek zorunda bıraktı. Elbette İsrail saldırganlığı sona ermedi. İsrail, tıpkı bugün olduğu gibi o gün de Gazze halkını terörize etmeye, yoğun tutuklamalara, yargısız infazlara, direnen her Filistinliyi öldürmeye, sakat bırakmaya, çocukları canlı
kalkan olarak kullanmaya devam etti.
1967'de yeniden işgali sırası ve sonrasında da İsrail 45 bin kişiyi Mısır ve Ürdün'e gitmeye zorladı. Dönemin Savunma Bakanı Moshe Dayan'ın "Ya köpekler gibi yaşamaya devam edeceksiniz ya da gideceksiniz" sözleri bugün bile her İsrail hükümetinin temel yaklaşımını oluşturuyor. 1970'lerde asker olan Ariel Şaron da Gazze'yi bütünüyle ablukaya alıp en kalabalık kamplara saldırma yolunu izliyordu. Kamplardaki tüm evlerin yıkılması emrini verdiğinde 20 bin Gazzeli yerinden edildi. Geçen yıl Netanyahu hükumetinin Cibaliye kampını tümden imha etmek üzere giriştiği saldırılara ne kadar benziyor değil mi?
Etnik temizlik ve sürgün politikası
1980'lerde İsrail Gazze topraklarının üçte birini "kamulaştırdı" ve yasadığı yerleşimcilere (işgalcilere) dağıttı. 1993 Oslo Barış Anlaşması sonrası da
Gazze'yi boşaltma çabaları sürdü. Sonrasındaki işgal ve onu izleyen yıllarda da bu hedeften hiçbir zaman vazgeçilmedi ve bu durum günümüze kadar
süregeldi. Görüldüğü gibi, Trump'ın Gazze'de etnik temizlik ve sürgüne dayalı "çözümü" korsan İsrail devletinin kurulduğu günden beri yürürlükte. Yeni olan ise bu denli açıklıkla ifade edilen bu hedefin gerçekleşmesi halinde, Gazze topraklarının ABD'ye devredileceğinin söylenmesi oldu. Elbette bu kısmı İsrail tarafını da memnun etmemiştir.
ABD-İsrail ikilisinin Gazze şeridi konusunda bu kadar hevesli olmasında Doğu Akdeniz'deki doğalgaz kaynaklarına tam hakimiyet ve öteden beri hayal edilen ve Süveyş Kanalı'na alternatif olarak inşa edilmek istenen Ben Gurion kanalı aracılığıyla ticaret yollarında sağlanacak avantaj etkili. Buna bir de Gazze'nin tamamen yıkılıp yeniden inşasında ortaya çıkacak rantı ekleyebiliriz. Kısacası, bugün Trump'ın dile getirdiği ve İsrail'in şimdiki hükümetinin de alkışlarla karşıladığı sözlerin hiçbiri yeni değil.
"Stratejik bir yatırım"
Dilbilimci ve düşünür Noam Chomsky ABD'nin İsrail'i kayıtsız şartsız desteklemesini açıklarken derinlerde yatan sosyolojik bir olguyu da vurguluyor. Şöyle diyor Chomsky: "Amerikalılar neredeyse içgüdüsel olarak, birçok yönden onlara Amerikan tarihini hatırlatan sömürgeci bir yerleşim devletine sempati duyma eğilimindeler. Onlar da 'vaat edilmiş bir toprak' talep etmişlerdi ve Amerika'da "gayri meşru olarak ikâmet eden" Kızılderilileri katlederek Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdiler. Bu Kızılderilileri asimile edilen 'Amalekliler' (Mısır'dan Filistin'e doğru kaçarlarken İbranileri taciz eden eski bir kabile) olarak düşünün."
ABD daha 1967'de İsrail'i "stratejik bir yatırım" olarak niteliyordu. Kendisini "Ben iyi bir siyonistim" diye tanıtan bir önceki başkan Biden, 2013 yılında "Amerika'nın İsrail'in güvenliğine olan desteği sarsılmaz, nokta. Bu sadece İsrail'e yönelik ahlaki bağlılığımızı değil, karşılıklı ulusal güvenlik çıkarlarımızı temel alıyor. Eğer bir İsrail olmasaydı, çıkarlarımızın korunabildiğinden emin olmak için bir İsrail icat etmek zorunda kalabilirdik" diyordu. Yani herhangi bir ABD başkanının dönemini Filistin açısından "daha iyi" diye nitelemek zor.
Örneğin Trump önceki dönemde ABD'nin yasadışı yerleşimcilere (işgalcilere) uyguladığı yaptırım kararını gelir gelmez kaldırdı. Ama İsrail'in bu yaptırımlara herhangi bir zamanda uyduğunu veya o işgalcilere caydırıcı bir şey yapıldığını söyleyebilir miyiz? İlk başkanlık döneminde Trump
Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımış ve Golan Tepeleri'ni de onlara hediye etmişti. Öte yandan Biden döneminde de İsrail Gazze soykırımını başlattı ve bunu ABD'nin bol keseden dağıttığı para, silah ve mühimmat desteğiyle sürdürdü.
7 Ekim sonrası değişen küresel dinamikler
Ne ABD'nin Orta Doğu'da İsrail merkezli jeopolitik düzeni koruma stratejisine bağlı desteği ne de İsrail'in saldırganlığı ve Filistin topraklarına tecavüzü değişecektir. Ancak 7 Ekim sonrası değişen başka bazı dinamikler var. Öncelikle ABD yeni dönemde kendi iç siyasetindeki dizayna (bürokraside büyük çaplı tasfiyeler, kurumların dönüşümü vb) ve Trump'ın ifade ettiği şekliyle yakın çevresindeki toprak parçalarına (Kanada, Panama, Grönland) musallat olmaya yoğunlaşacak gibi görünüyor. Büyüyen "Çin tehlikesi"ne odaklanabilmek için Ukrayna ve Gazze gibi konuların hızla dondurulması gerekiyor. Öte yandan Suriye'de gerçekleşen devrim sonrası dengeler büyük ölçüde değişti. Suriye artık yalnızca Rusya, ABD, İran ve İsrail arasındaki vekalet savaşının alanı olmaktan çıktı. Devrede Türkiye ve onun İsrail yönetimine kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta karşı çıkan lideri ve yönetimi var.
Bir taraftan da uzun zamandır İsrail'in yenilmezliğine inandırılmış olan Arap devletleri onun sanıldığı kadar güçlü olmadığını gördüler. Nihayetinde gerçek bir düzenli ordu olmayan Hamas karşısında İsrail'in 16 ayda yapabildiği şey aslen sivil yerleşimleri havadan bombalamak oldu. "Belini kırdık" dedikleri Hamas, ateşkes başlar başlamaz binlerce üyesiyle ortaya çıkıverdi ve esir takaslarını İsrail'den çok daha ciddi bir organizasyonla yürüttü. Yüzbinlerce Gazzeli de sürüldükleri topraklara dönüşe başladı. On binlerce ton bombayla yerle bir edilmiş şehirlere rağmen Gazzeliler vatanlarına yüz çevirmedi.
Üstelik dünya kamu vicdanı (hükümetlerin aksine) İsrail'in sorunların asıl kaynağı olduğunu gördü ve Filistin'in destansı direnişini sahiplendi. Filistin halkının varlığını bile inkâr eden anlayış giderek savunulamaz hale geliyor. Nitekim ABD ve Avrupa arasında, pek çok konuda olduğu gibi bu meselede de çatlaklar oluşacağı görülüyor. Daha şimdiden ABD ile kadim müttefiki İngiltere arasında fikir anlaşmazlıkları başladı. İngiliz Başbakan Keir Starmer'ın Avrupa'nın güvenliği konusunda açıkça ifade ettiği gibi "Washington'a güvenmenin zamanı geçti. Avrupa liderleri yeni gerçekliği kabul etmeli".
ABD'nin Ukrayna politikasındaki değişim
Daha iki ay önce Ukrayna'ya F-16 uçakları ve füzeler yollayan ABD'nin tepesine Ukrayna devlet başkanını "seçime gitmeyen diktatör", "yeteneksiz bir komedyen", "savaşı bitiremeyen beceriksiz biri" olarak tanımlayan yeni biri yerleşti. Üstelik yeni başkan Trump ülkesinin iki ay öncesine kadar düşman ilan edip yaptırımlarla "dövmeye" çalıştığı Rusya ile anlaştı bile. Yardımcısı JD Vance'in bu yılki Münih Güvenlik Konferansı'nda yaptığı konuşma Avrupa'da zaten soğuk duş etkisi yaratmıştı. Vance, adeta sınıfa kızgın giren öğretmen gibi tüm Avrupa liderlerine "fırça attı". Karşısında herhangi bir itirazda bulunamayan Avrupalı liderler, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un çağrısıyla Paris'te toplanıp "Bizimle nasıl böyle konuşur?" diye birbirlerine yakınmakla yetindiler ve toplantıdan somut bir çıktı elde edemeden dağıldılar.
Trump'ın yüz milyarlarca Dolar yatırım çekeceği Suudi Arabistan da tehcir planına hemen karşı çıktı. Prens Selman her ne kadar Hamas'tan hoşlanmasa da Filistin için iki devletli çözümden başka çare olmadığını biliyor. Trump'ın tehcire adres gösterdiği Mısır ve hatta bölgenin en zayıf halkası Ürdün bile plana karşı. Her ne kadar Ürdün Kralı Abdullah ABD'ye gittiğinde "ABD'nin yüce emellerini desteklediğini" söylese de, ülkesine döndüğünde gelen tepkiler üzerine, Filistinlilerin tehcirine tamamen karşı olduğunu ilan etmek zorunda kaldı. Bu planın ortada bir Haşimi tahtı bırakmayacağını oluşan sallantıdan hissetmiş olmalı.