ULVİ OLMAYAN SANAT İNSANI YOBAZLAŞTIRIR
Bağnazlık kavramı üzerine biraz düşünerek başlayalım isterseniz. Bağnaz, tutucu, yobaz veya dogmacı deyince sizin zihninizde nasıl bir tip canlanıyor?
En basit tarifiyle, insanın içinde olabileceği en kötü hallerden biri olarak değerlendirmek lazım bağnazlığı. Bağnazın muhatabına karşı olan tutumu üzerinden bir değerlendirme yapıyoruz genellikle ama en başta kişiyi içten içe yiyip tüketen bir durum. Kendisini aydın ve çağdaş olarak tanımlayan
ve yüksek bilince sahip olduğunu düşünen insanların, başkalarını tutucu gördüğü ama aslında tutuculuğa bizzat kendilerinin duçar olduğu bir gerçek. Ama bence bunu konuşmadan evvel iğneyi kendimize bir batıralım da çuvaldızı ondan sonra başkalarına tutalım. Bağnazlık her cemiyetin, her kişinin içerisinde zaman zaman olduğu bir hal. Örneğin dindar camiaya bir göz atalım. Cemaatler, cemiyetler, vakıflar, dernekler ve bilumum toplulukların "En doğru benim" zannının nasıl olumsuz yansımalar ortaya çıkardığını sosyal hayat içerisinde hep beraber görüyoruz. Dünyada hepimizin gözü önünde birçok zulümler yaşanıyor, bunlara karşı bile hemfikir olamama hali var. Hâlbuki dindar insanların tevhid kavramı üzerinde birleşmiş olmaları gerekiyor
ki inandığı güzelliği ortaya çıkarsınlar ve bizler de bunu görüp yaşayalım, bu birlikten dolayı mutlu olalım. Birlik ve beraberlik de farklı kavramlar acizane kanaatime göre. İnanan insanlar birlik olmanın ötesinde "bir" olmalıdırlar. Çünkü hepimiz "Bir"den zuhur etmişiz. Bu birliği idrak ettikten sonra daha müsamahakâr ve daha anlayışlı davranabiliriz. Büyüklerden duyduğum şudur; birlik idraki insandaki önyargıyı def eder.
Genellikle toplulukların tutuculukları çok konuşulur. Bağnazlık, muhataba karşı bir tutum olarak değerlendiriliyor sıklıkla. İnsan kendine karşı da bağnaz olamaz mı?
Yeni bir şey denemekte bile insan bazen duygusal cimrilik yapabiliyor. Kurduğu düzenin içerisinde yaşamaya alışıyor ama dünyanın değiştiğini, teknolojinin nerelere geldiğini görmek istemiyor. Büyüklerimiz çok güzel bir söz söylemiş: "Âdet edinme, âdeti de terk etme." Bu müthiş bir ölçüdür. Biz, kendi adetlerimiz ve kültürümüz içerisinde kalarak yeni şeylere açık olabiliriz. Hz. Mevlana'nın pergel metaforu müthiştir. Bir ayağımızı kendi değerimizde sabit tutup diğerini mümkün olduğu kadar başka düşüncelere açmalıyız. Bu başarılabildiği zaman, biz öncelikle kişisel bağnazlığımızı bertaraf edip sonrasında toplumsal tutuculuklarımızın üstesinden gelebiliriz. Ben kendi kendime karşı bağnazsam başkaları hakkında yorum yapma hakkına sahip olamam. Çamurun içerisinde debelenen bir insan çamura batmış başka birini oradan çıkaramaz. Yine çamurda debelenen ama debelendiğini bile idrak edememiş bağnaz, kendisine uzatılan eli de görmezden gelir.
Merhum Ömer Tuğrul İnançer, Müslümanlığı "ince insanlık", tasavvufu da "ince Müslümanlık" olarak tanımlıyordu. Vurguladığı incelik, insanı tutucu olmaktan uzak tutan bir hal şüphesiz. O inceliğe ve letafete nasıl ulaşabilir insan?
İnsanın tek başına egosunu terbiye etmesi çok zor. İlla ki bir mürşidi olması gerekir. Bu tasavvuftan bildiğimiz mürşit olmayabilir. Usta olur, arkadaş olur, komşu olur. Benim de bir şekilde iştigal ettiğim sanat kavramı da olur. Senin yaratılışında zaten mevcut bulunan ama henüz keşfedemediğin ve bu sebeple de ortaya çıkaramadığın "ince insanlığı" sanat sana gösterebilir. İnce insanlıktan sonraki aşama ince Müslümanlık olarak ortaya çıkıyor. İnce Müslüman olabilmek içinse Peygamber Efendimizi takip etmek, onu takip edenleri takip etmek, O'nun yolundan gidenlerin yolundan gitmek gerekiyor ki bu bambaşka bir boyut. Biz sanattan devam edelim. Sen ince Müslümanlıkla hemhal olmaya çalışan biriysen ve sanatını da bununla beslemeye çalışıyorsan sanat seni yukarıya çıkarır. Fakat sanat, edep gibi, ahlak gibi, ego gibi kavramları gözetmediğinde çok korkunç sonuçlar doğurabilecek bir potansiyele sahip. İncelikten yoksun, vahşi vasıflara sahip eserler de ortaya koyabilir insan. Böylesi sanat zakkum çiçeği gibi renkli ve çok güzel görünür ama yediğinde seni ya da muhatabını zehirleyip öldürür. Sanat insanı yumuşak bir toprak haline de getirebilir, sert bir kaya haline de getirebilir. Yumuşak toprak mahir bir ele geçtiğinde işlenip verimli hal alabilir ama kayayı şekillendirmek çok zor. İnsan ruhunun kayalaşması otomatikman bağnazlığı da yanında getiriyor.
Biz zamanında Ustura isimli bir dergi çıkarmıştık. Bu derginin ismini çok düşündük. Rahmetli babam berberdi, ben de yanında çıraklık yapardım. Cumartesi günü geç saatlere kadar çalışırdık. Bir cumartesi akşamı dükkanı tam kapatmak üzereyken biri geldi, "Beyoğlu'na çıkacağım abi, bir perdah vursan yeter" dedi. Babam adamı koltuğa aldı, tıraş etmeye başladı. Dükkâna elinde silahla biri daldı, tıraş olan adamın kafasına dayadı. Küçüğüm tabii, ödüm koptu. Babam adama çıkıştı hemen, "Bırak o elindekini, burası ekmek kapısı" dedi. "Şu elimdeki usturayı görüyor musun? Adam gırtlağını bana emanet etmiş, kesecek olsam ben keserim. Sen kim oluyorsun, defol buradan" diye bağırdı. Adam da kuzu kuzu uzaklaştı dükkândan. Elindeki usturayı belli bir açıdan tutarak tıraş edersin müşterini. O açıyı bilmezsen adamı boğazlar geçersin. Sanat da böyle bir şeydir. Eğer bağnazsan elindeki usturayı tutacak o ince açıyı bilemezsin. Öğrenmemek de bağnazlıktır icabında.
Sanatın insanı hem güzelleştirme hem de katılaştırma potansiyelinden bahsettiniz. Bu potansiyeller nasıl açığa çıkar, biraz açar mısınız?
Ben otuz yaşına kadar çocuksu haydutluklar peşindeydim… Bir gün Beşiktaş pazarında yürüyorum. Kulağıma bir müzik geldi, daha önce hiç duymadığım bir şey. O yaşlarda genelde yabancı şarkılar veya arabesk şarkılar dinlerdim. Kulağıma gelen müzik gönlüme inmeye başladı, çok hoşuma gitti. Küçük bir kaset dükkânından geliyordu ses. Dükkâna girdim, sordum "Bu ne" diye. Kasetçi "Güldeste albümü. İlahiler var bu kasette." cevabını verdi. Ahmet Özhan söylüyormuş. Ahmet Özhan'ı o tarihlerde de hepimiz biliyorduk ama bu müzik tarzında parçalar söylediğine hiç şahit olmamıştım. Beşiktaş pazarında duyduğum o müzik, bütün hayatımı değiştirecek bir yolculuğa çıkardı beni. Adeta uçurumun içinden tuttu ve yukarı çıkardı. İşte sanatın böyle bir fonksiyonu var. İnsandaki letafeti, inceliği ortaya çıkaran duygulanmalara sebep olması lazım sanatın. Senin
sanatında insanlar ruhen ve şuur olarak dirilmeli. Yazıp çizilen, söylenen şeyler insanı parçalamamalı. Nefsin kötü hallerinden insanı kurtarma ve insanın fıtratındaki güzellikleri ortaya çıkarma potansiyeli var sanatın.
Bunun aksi de mümkün tabii. Charlie Hebdo tayfasının insanlık dışı çizimlerini hatırlıyoruz. Efendimize hakaret eden karikatürlerden tut, Gazze'de günahsız bebekler bile öldürülürken fare kovalayan çocuk tasvir etmelerine kadar ne pislikler yaydılar. Bizde korkunç bir deprem oldu, "Askerlerle oraya girmemize gerek kalmadı" yazan karikatürler çizdiler. Ben de çizer olduğum için bu örneği veriyorum. Bunlar uç örnekler ama bağnaz kafayla yazılan romanların, çekilen dizilerin, bestelenen şarkıların insanlarda nasıl bir tahribata yol açabileceğini anlatmaya çalışıyorum. Kötü niyetli içerik sunan sanatın dikkate değer bir özelliği var, bunlar müthiş derecede bir cazibeye sahip olabiliyor. Zaten cazibe insanı kendine çekiyor ve yoldan çıkarıyor. Bu tür sanatın verdiği tatlılık, lezzet, haz öldürücü olabiliyor. Bağnazlık yollarında senin önüne sahte altından taşlar döşüyor. Meşhur bir söz vardır, "Ağuyu altın tas içinde sunarlar, bal da onun suç ortağı."
Sanat eseri, ilahi kaynaktan beslenmediği takdirde insanı fıtratından uzaklaştıran ve geçici olana hapseden bir araca mı dönüşüyor?
Her bakışın kendine göre yobaz yönleri var ama bazıları yobazlığın bizzat kendisi. İki mutfak düşünelim; bir tanesi baştan aşağı çok lezzetli ama zehir, diğeri ise çok cazip lezzetlere sahip olmamakla beraber özü itibariyle temiz. Ben, dindar insanların fikriyatının özü itibariyle zehirsiz olduğunu fakat egoların etkisiyle ister istemez orada da bağnazlıklar oluştuğunu; diğer tarafın ise bağnazlığı icabı zehirli olduğunu düşünüyorum. Ama bu cazibeli taraf çok lezzetli tabii, okşuyor seni, nefsini yukarı çıkarıyor. Ve en çarpıcı özelliği de talibini anında öldürme potansiyeline sahip olması.
Benim kuşağım çizgi romanlarla büyüdü. Dindar büyüklerimiz resmin yasak olduğunu söylediler bize. Diğer taraf da dedi ki, "Ne yasağı, çizginin
kralını vereceğim sana." E, insanın ruhu sanata meyyal. Neticede verdiler. Biz tabii yıllar sonra klasik sanatlarımızla tanışınca, minyatürlerimizi görünce, mimariden tutun da mezar taşlarına kadar sirayet eden yüksek sanatı tanıyınca ecdadımızın çizgiyi yasak olarak telakki etmediğini anlamış olduk. Minyatürlerdeki tefekküre ve tahayyüle yol aralayan çizim tarzının, Batı'nın realist çizimleri gibi insanı nesneye ve bedene hapsetmediğini öğrendik. Ama ulvi olmayan sanat nefsi uyaran bir cazibeye sahip olduğu için kitlelere yayılmaya daha müsait. Biz de gençliğimizde buna
kapıldık. Bakın, sanat ile daha minicikken bağnazlığın kilometre taşları döşenmeye başlıyor.
Bizim kuşağımızın şuuraltında yerleşen ilk kavramlar ecnebi kavramları. Okumayı ilk çözdüğümüzde Red Kit'le tanıştık biz. Kendi memleketimizdeki dağları, tepeleri, ırmakları bilmezken Amerika'daki Sierra Nevada'yı biliyorduk. Bir bar kapısına gelindiğinde at nasıl bağlanır, bardan içeri girince barmen bira bardağını nasıl fırlatır, kovboyların çizmelerindeki mahmuzların şekli nasıldır, askerler nasıl giyinir, bütün bunları biliyorduk. Kendi
kültürümüzden zerre haberimiz yoktu. Çizimlerle ana babamızda görmediğimiz başka bir hayat tarzı bize ithal olunmaya başladı. O kadar tatlı çiziyorlardı ki, zihinsel işgal denen hadise biz farkında olmadan gerçekleşiyordu. Dalton kardeşler ne kadar tatlı geliyordu bize… Hâlbuki Daltonlar, aynı zamanda gerçekten yaşamış bir katil topluluğu. Bize sunulan paket içerisinde biz Amerikan katillerini sevdik. Zaten Amerika tarihi katillerin
ve katliamların tarihidir, bu başka konu. Ulvi olmayan sanat, Red Kit'ten yola çıkarak anlattığım çekici ve cazip yönü, muhatabını ince insanlıktan giderek uzaklaştırıp kendi kültürüne, özüne bağnaz hale nasıl getirdi; bunu anlatmaya çalışıyorum. Kısacası, insan evvela kültür ve sanatla bağnazlaştırılıyor.
Eskiden olduğu gibi son zamanlarda da sahnelerde, dizilerde, filmlerde dini hassasiyeti olan insanlara açıkça saldırılabildiğini görüyoruz. Bu keskinleşmeyi neye bağlıyorsunuz?
Türkiye bir şekilde yuvarlana yuvarlana yakın zamana kadar geldi ama Gezi Parkı olaylarından sonra büyük bir kırılma yaşandı bence. Öncesinde de
muhafazakârlar ve sekülerlerin arası çok iyi değildi ama Gezi'den sonra ayrım çok netleşti. Sanatın seküler cephesinin ne kadar keskinleşebildiğini ve
bağnazlaşabildiğini biz bu süreçte gördük. Bununla birlikte, muhafazakârların o bağnazlığın karşısında akl-ı selimle yeni şeyler söyleyecek ve seküler
bağnazlığı bertaraf edecek donanıma sahip olmadığını da gördük. Bunu kültürel iktidar bağlamında değerlendirmek yanlış olur. Yani bir mücadeleden bahsetmiyorum ben. İnanan insanların, kültürel iktidar peşinde değil gönül almanın peşinde olması lazım. Yazılan, çizilen, söylenen şeylerin politik
bir tarafı vardır elbet, propaganda aracı haline de gelmesi olasıdır ama asıl olan bu değildir, gönüllere girmektir. Yaptığın sanatı sevilen hale getirmek durumundasın, tesir o zaman ortaya çıkar. Zaten sanat ekonomisi patronlarının, senin hiçbir değerini içeri sızdırmamak için bir mücadele içine girmesi, onun kararlı bağnazlığını gösterir. Yine de senin sanatın, muhataplarının bağnazlıklarını, yobazlıklarını kıracak güzellikte ve güçte olmalı. Ha, "kültür ve sanat ekonomisinin bütün parametreleri muhatabın elinde" deyip kabuğa çekilmemek lazım. Devamlılık arz eden bir çizgi ile bu planlı bağnazlığa karşı üretmek gerekiyor.
Siz kendi maceranızda, özellikle dünyaya bakışınız
Ahmet Özhan'ın tasavvuf müziği kasetiyle
değişmeye başladıktan sonra camianız tarafından
dışlandınız mı?
Konuşmamızda, "30 yaşıma kadar ne haydutluklar yaptım" demiştim. Bunlar tabii bugünden bakınca sevimli haydutluklardı. Kavgayı, siyasi bakışı, yazmayı, çizmeyi birtakım sevimli haydutluklarla yapan, senin oradan kopmana müsaade etmeyen bir eğlencenin ve cazibenin sunulduğu dünyadaydım. Ama bu dünya, kendi dışındaki bütün bakış açılarına kapalı. Bu, beyazlar ve Kızılderililer arasındaki ilişkiye benziyordu. Beyazlar gemilerle geldiler, kendilerine ait olmayan bir kara parçasına girdiler. Kızılderililer, başka bir medeniyetin insanları olarak onları karşıladı ve dost muamelesi gösterdiler. Ama onlar Kızılderilileri "insanımsı" olarak değerlendirdi ve soykırıma tabi tuttular. Üstelik içine girdikleri toprağın gerçek sahiplerini kırıp geçirenler asıl sahiplerine "vahşi" kendilerine "medeni" diyordu. Bizim çerçeveye dönecek olursak, ben bir süre, milyonlarca satan Gırgır Dergisi'nin meşhur çizerlerinden biriydim. Onların kendi içlerinde de bazı tutuculukları vardı. Mesela, derginin kurucusu Oğuz Aral, Türkiye Komünist Partisi üyesiydi ama toplumun değerleri ile kavgalı biri değildi. Hatta Oğuz Aral'ın entelektüel çevresinin, belki de bu yerlilik çizgisi yüzünden Gırgır'a düşman olduğunu görmüştük. Kendi içlerinde de böyle bağnaz olabiliyorlardı ama dışarıya karşı çok daha şiddetli bir bağnazlık içindeydiler.
Ben bu ortamın içinde yetiştim, büyüdüm ve tanındım. Beşiktaş çarşısında duyduğum Ahmet Özhan'ın 'Güldeste' kasetiyle hayatım değişmeye başladı. Bu yeni manevi meraklarım ve tercihlerim sebebiyle çizer dostlarımla aramda gönül ayrılığı başladı ve sırf bu sebeple arkadaşlarıma veda etmek zorunda kaldım. Yarım milyona yakın satan, kurucu ortağı olduğum Hıbır Dergisi'nden bu yüzden ayrıldım. Böyle olunca bütün kapılar sana kapanabiliyor. Uzun bir süre bu tercihler sebebiyle birçok zorluk yaşamak durumunda kaldım. Çünkü sana 'hain' gözüyle bakıyorlar artık,
"Biz onu yetiştirdik büyüttük ama bizi sattı" diyorlar. Ve sana büyük bir sosyal linç uyguluyorlar, adeta sosyal olarak cenazeye çeviriyorlar. İşin trajikomik yanı; yeni muhafazakâr çevrende de insanlar şüpheyle yaklaşıyorlar sana. "Ajan mıdır nedir?" gibi minik bağnazlıklar. Tabii asıl büyük bağnazlık Gezi Parkı kalkışmasında yaşandı. Ne zaman ki ben ve Necati Şaşmaz devletten yana tavır takındık, anında üzerimize kalın bir çizgi çekildi. Sinema ve dizi dünyasında 'boykotlu' olduk. Hayat böyle zaten. Ya gönüllü bağnazlığa boyun eğeceksin ya da bedelini bir şekilde ödeyeceksin.
Safer Dal ile tanışmanız, tasavvufi bakış açısına kavuşmanız kendi içinizdeki tutuculukları törpülemenizde size nasıl fayda sağladı? Tasavvufun sizde meydana getirdiği değişimlerden biraz bahseder misiniz?
Yaşadığım yeni hayata karşı eskiden çok büyük bir bağnazlık içindeydim. Çünkü sosyal çevrem dinin, tasavvufun, tekkenin, korkunç bir şey olduğuna yobazca inanan bir çevreydi. Ben Sururi İlkokulu'nda okudum. Okulumuz kocaman bir ahşap yapının kenarındaydı. Biz çocuklara derlerdi ki, "Burada Hu'cular var, sakın yakınından geçmeyin." Hu'cular, sanki öcüler gibi… Sonradan o ahşap binanın Kasımpaşa Mevlevihanesi olduğunu öğrendim. Neticede anam, babam, ninem, dedem namazında niyazında insanlar iken beni eğiten sistemin, varlığımı örümcek ağı gibi saran bağnazlığının
kötü bir ürünü olmaya evrildiğimi nereden bilebilirdim? Hele de küçük yaşta şöhretle tanışan bir çizer olarak, aslında uçurumdan aşağı düştüğümü ama bunu uçmak sandığımı nasıl anlayabilirdim? İşte nasip dediğimiz şey burada ortaya çıkıyor. Bir el çıktı, ben uçurumdan yuvarlanırken yakaladı ve uçurumun kenarına getirdi. O el, dinlediğim Ahmet Özhan kasetiydi.
"Allah'ım bu ne güzel bir şey, bundan daha fazla var mı?" diye dolaşırken Ayşe Şasa ile tanıştım. Ayşe Hanım bana, "Bu kaseti okuyan kişiyi sana canlı canlı dinleteceğim" dedi ve beni Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı'na götürdü. Ben konsere gideceğimizi zannediyorum hâlâ. İçeri girip suretlere baktığımda kendi kendime dedim ki, "Ben bu insanların hepsini bir yerden tanıyorum." Sanki yıllardır
hepsiyle tanışıyor gibiydik. Muhibbi Safer Dal Hazretleri, "Siz zaten bezm-i elestten aşinasınız, o yüzden herkes tanıdık geliyor" deyince şaşırdım. İnsan sevincinden, neşesinden dolayı da hüngür hüngür ağlayabiliyormuş, o gün öyle oldu. Sonrasında Ömer Tuğrul Muradi Hazretleri ve sonrasında
Ahmet Özhan Efendi Hazretleri. Kadere bak ki, 30 yaşında kasetini dinlediğim kişi, aradan 30 yıl geçtikten sonra benim mürşidim oldu. Tertib-i ilahi.
Safer Dal Efendimle tanıştıktan sonra kabiliyetimce bu yolda olmaya gayret ettim. "Ben derviş oldum, şöyle oldum, böyle oldum" dersem de hayatımın en büyük hıyarlığını yapmış olurum. Neticede bizi son anımıza kadar götürecek olan bir yolculuk. Uçurumun kenarındasın. Son nefese
kadar da "yırttım" diye bir garanti yok. Mazhar Alanson, "Tövbe ettim yine bozuldu. Yüreğim yanar, mazeretim var" diyor ya, insan zaman zaman hatalar yapacak ama hatasında da ısrar etmeyecek. "Ben oldum" da demeyecek; dalındaki hiçbir meyve "ben oldum, ne şahane lezzetim var" demez.
Onu dalından alıp tadan bilir. Rabbim tadı olanlardan olmayı nasip etsin. Yoksa, onu bunu bağnazlıkla itham ederken kendimizi anında şedit bir bağnaz olarak bulabiliriz hâlâ. Allah muhafaza buyursun.
Hasan Kaçan kimdir?
1957 yılında Kayseri'nin İncesu ilçesinde doğdu. Ortaokul yıllarında Oğuz Aral'la karşılaşmasından sonra mizah anlayışını 15 yıl boyunca Gırgır ve Ustura dergilerinde sergileyen Kaçan, Semih Balcıoğlu ile birlikte Hıbır dergisini kurdu. 1994-1997 yılları arasında Ulvi Alacakaptan ve diğer arkadaşlarıyla birlikte Keskin Ustura adında cuma günleri yayımlanan bir mizah dergisi çıkardı. Gırgır, Ustura, Hıbır ve Keskin Ustura'da çizdiği karikatür dizileri, "Eşşek Herif" ve "Cork" başlıklarıyla yayınlandı. 1995- 1997 yılları arasında Kanal 7'de kendi adını taşıyan Hasan Kaçan Folk Şov adlı talk show televizyon programını ve ayrıca yine 2018-2019 yılları arasında TRT 1'de yayınlanan Zaman Matinesi'ni ve TRT 2'de Çizgi Atölyesi adlı karikatür programını sundu. Ekmek Teknesi dizisine senaristlik yaptı ve dizide Heredot Cevdet karakterini canlandırmasıyla oyunculuk hayatı başladı. A.R.O.G., Halil İbrahim Sofrası, Gönül Hırsızı, Sürgün İnek gibi film ve dizilerde oyunculuk yaptı.