ABD, TOPLUMLARI SİNEMAYLA MANİPÜLE EDİYOR
Hollywood'un küresel bir kültürel hegemonya aracı olarak ne tür bir işlev gördüğünü düşünüyorsunuz? Amerikan sinemasının
dünya üzerindeki kültürel etkileri neler?
Amerikan sineması, filmlerini en başta kendi toplumuna yapıyor. Ticari hedef kitlesi, pazarı kendi seyircisi... Diğer toplumlara hitap etmek bir sonraki adım. İki boyutlu bir süreç var. Kendi toplumunu biçimlendirme, hedefledikleri toplumu tahkim etme ve diğer taraftan da tüm dünyaya bir kültür
ihracı söz konusu. Kendi parametreleri ekseninde, sosyolojik yapıyı şekillendirebilmek adına hissiyatları, heyecanları, beklentileri, kırılmaları,
geri beslemeleri özetle bütün bu etkileşimi filmlerde işleyerek dünyaya yığıyor bir şekilde. Bunda da çok başarılı tabii… Bir yerde, sinema toplum hayatından besleniyor. Toplumda ne oluyorsa onu yeniden yorumlayarak yeni bir temsille seyircinin karşısına çıkarıyor. Ama öte yandan toplum da sinemadan beslenerek kendine bir şekil verebiliyor. Karşılıklı bir etkileşim var aslında.
İlk film örneklerinin görüldüğü döneme kıyasla, seyirci bugün sinema karşısında daha edilgen bir konumda galiba…
Bir genelleme yapmak çok mümkün değil. Çok değişik türler var sinemada; modern dramalar, komedi, savaş, bilim-kurgu, gerilim, fantastik filmler gibi. Bu türleri ele aldığımızda toplumu şekillendirme ve ona rol modeller sunma durumu bazılarında olmasa da çoğunda var. Modern dramalarda bu var mesela. Bazı kahraman tipleriyle insanlar devamlı özdeşlik kurma yoluna gidiyorlar. Biliyorsunuz, Hollywood da bu konuda çok mahir. Kahraman, anti-kahraman veya belirsiz tipleri çok güçlü bir şekilde gösterebiliyorlar filmlerde. Kurduğu senaryo ekipleriyle bu matematiği çok iyi planlayabiliyorlar. Planın uzunluğu ne olmalı, saniye saniye sekanslar neye tekabül etmeli gibi konularda muazzam bir uzmanlaşma var. Bu kadar ince hesap edilmiş yapımlar karşısında da izleyici daha edilgen bir şekle bürünüyor.
Amerikan sinemasında bir nitelik probleminin varlığından bahsedilir. Bu niteliksizliği sizce ne ortaya çıkarıyor?
Aslında Hollywood bir sinema sanayii, bir fabrika. Bu fabrikayı incelediğiniz zaman tıkır tıkır işlediğini görürsünüz. Zaten kusursuz bir şekilde işlemesi de gerekiyor. Çünkü varlığını devam ettirebilmesi için sürekli üretim yapmak zorunda. Bu da ister istemez üretim sürecinde, senaryoda her şeyin mübahlaştığı bir durumu da karşımıza çıkarıyor. Ayrıca bu yoğun üretim temposu içinde kalite de ister istemez aşağı çekilmek durumda. Bu çarkta yapılabilecek pek bir şey yok. Arada nitelikli filmler çıksa da hatta bazıları küçük bütçeli de olsa bu istisnalar dışında bir nitelik problemi söz konusu.
1934'te Amerikan sinemasına bir dizi kural getirilmişti, bu kurallara "Hays Code" deniyordu. Bir tür film üretme yasaları, kriterleri. Fiilen 1950'lerin sonuna, resmen de 1968'e kadar devam eden bu kod döneminde örneğin öpüşme sahnelerinin süreleri belliydi, şiddet içerikli ve kanlı sahneler yasaktı, uyuşturucu ve alkol tüketimini özendirecek boyutta gösterilen sahneler yasaktı, suç ve suçlu övmek yasaktı. Aralıksız üretim zaruretinden bu ilkeler de çiğnendi ve sansüre karşı özgürlükleri savunma kılıfıyla yapıldı bu. İlkeler döneminde seyirciyi rencide etmemeye odaklanan korumacı bir yaklaşım vardı. 1950'lerden itibaren bir açılma var. Bu tarihlerde Amerikan sinemasının ekonomik güç bakımından da zirveye çıktığını söyleyebiliriz. Dev Hollywood stüdyoları, binlerce seyirci kapasiteli çok katlı sinema salonları hep o dönemde yapıldı. En debdebeli dönemdir o. Dramlar, savaş filmleri, bilim-kurgu filmleri büyük bir yükseliş sergiliyor. Sinemaskop, sinerama, üç boyutlu filmler, "drive-in" denen arabayla gelinen açık hava
sinemaları hep o dönemde. Amerika toplumunun da ekonomik olarak müreffeh dönemi olabilir 1950'ler. Petrol su kadar ucuz, insanlar refah içinde yüzüyor. Amerikan rüyasının yaşandığı yıllar o yıllar. Bütün bu gelişmeler, etik kod döneminin de sona ermesine vesile oluyor. Çok büyük paralar kazanılıyor, böylece etik ilkeler biraz berhava edilebiliyor.
Sinemadaki ekonomik potansiyelle birlikte gerçekliği çarpıtma gücünü de keşfediyor sanki?
Evet. O yıllarda Amerikan sineması vasıtasıyla ABD, kendi gücünün de farkına varıyor aslında. Diğer toplumları nasıl etkileyebileceğinin, nasıl kontrol altına alabileceğinin, nasıl kültür ihracı yapabileceğinin farkına varıyor. Bu değiştirme, dönüştürme gücü müthiş bir güç. Amerika, diğer toplumların tarihini ve kültürünü onlara kendi gözünden yeniden sunuyor. Mesela Bağdat Hırsızı'nı yapıyor. Aslında Bağdat'taki Abbasi halifeliği dönemi Amerika'nın neyine, değil mi? Ama stüdyolarında bu ortamı kuruyor ve Amerikan oyuncuları bunu canlandırıyor. Çin tarihiyle ilgili film yapıyor. Kızılderilileri beyaz oyuncular canlandırıyor, zenci rollerini beyazlar yüzlerini boyayarak canlandırıyor. Yani bir etno-merkezci yaklaşım da var aslında. O dönemle ilgili başka bir önemli konu da, daha en başından itibaren Yahudi sermayesinin buraya hemen dâhil olması. Çünkü burada büyük para var. Hatta sanayi işleyişiyle kıyasladığınızda, film endüstrisinden elde edilen paranın şirkete girişi çok daha hızlı. Sanayide bir ürünü yapacaksınız, dağıtıma sokacaksınız, rafa girecek, müşteri o ürüne alışacak, mağaza toptancıya ödeme yapacak, toptancı distribütöre ödeme yapacak, daha sonra imalatçıya gelecek.
Film endüstrisinde para hemen geri dönüyor. Yahudi sermayesi de bu fırsatı kaçırmamış ve sinema sektörüne giriş yapmışlar. Çünkü Yahudi aklı ve hayat tarzı zaten tamamen ticari… İşin bir de zihniyet dünyası tarafı var tabii. Kendi istediği toplum sosyolojisini çok rahatlıkla burada kurabilir. Kitleleri etkileyebilir, oyalayabilir, istediği yere yönlendirebilir, maniple edebilir, uyutabilir. Müthiş bir güdüleme gücü var. Çünkü sinema çok göstermeci bir sanat. İfşa ediyor, faş ediyor, sergiliyor. Böyle olunca da neyi nereye kadar göstereceği kendi elinde… Sinemanın ilk yıllarında yönetmen kamerayı
sokağa koyuyor. O kamera sokağı objektif bir şekilde çekiyor. Kurgu yok, mizansen yok. Olanı kayıt altına alıyor. Kamerayı bir bara götürüyor, bilardo salonuna götürüyor, boks maçına götürüyor, plaja indiriyor, bir fabrika çıkışına koyuyor. Böyle kayıtlar var. Zamanla bu objektiflik, hayatı olduğu gibi belgeleme hali ortadan kalkmaya başlıyor. Çünkü olanı resmetmek yerine kurgu yapmayı keşfediyor kameranın arkasındaki zihin. Bu sefer göstermek istediğini gösterebileceğini anlıyor. Manipülasyon bu şekilde başlıyor.
Bir örnek üzerinden gidebiliriz. Amerikan filmlerinde bir Yahudi tiplemesi var: mazlum, erdemli, cesur. Müslüman tiplemesi ise tam tersi: terörist, kaosçu, düzenbaz.
Diğer kültürleri ötekileştirerek olumsuz bir tasvir yapabiliyorlar tabii. 11 Eylül saldırıları oldu, akabinde "Sinemasal Gerçeklik ve Gerçek Dünya" başlığını taşıyan bir yazı yazdım. "Hollywood 11 Eylül'den sonra nasıl bir tavır alacak" sorusu etrafında, bu saldırının kendileri için çok iyi bir fırsat
olduğunu belirttim. Bize ne oldu, başımıza ne geldi deyip dünyaya farklı bir yaklaşım sergileyen birçok film ortaya koyabilirlerdi.
Öncelikle kendi toplumuna merhem olacak bir söylem tutturarak bütün dünyaya mesajlar verebilirlerdi. Çünkü bu tür bir olay Amerika'nın başına ilk defa geliyordu. Sonra ne oldu? Mesela Spike Lee bir film çekti, 25. Saat adında, ancak oldukça argo dolu. Başka tek tük bazı uzun metraj filmler
ve belgeseller de yapılmadı değil, ancak çok yetersiz. Tabii sadece 11 Eylül değil konu. Dünyada olup biten kötü gelişmelere, acılara, sömürüye, insanlık dışı muamelelere, savaşlara, zulümlere karşı çıkan filmler üretebilirlerdi. Neticede sinema çok büyük güç. Ama böyle bir şey olmadı Hollywood'da. Salak ile Avanak kıvamında filmler yapılmaya devam etti yıllarca.
Ekranda fuhşun, şiddetin, LGBT'nin bu kadar çoğalmasının tek sebebi ekonomik kaygı olabilir mi?
En az iki uçlu. Ekonomi çok mühim. Diğer taraftan, buralar manipülasyona en açık sahalar. Hem film üreticileri buralardan insanları daha fazla manipüle edip menfaat sağlayabiliyorlar hem de gençler, çocuklar daha geniş bakamayanlar manipüle olmaya daha müsaitler. Mesela komedi
filmlerinde edebi argoyu aşan kaba argolar, aşırı göstermecilik hep buraya hizmet ediyor. Bunlar oldukça seyirci daha fazla kapılıyor izlediğine ve şirketler daha fazla para kazanıyorlar. Bu çark, anlık zevklerin peşinde, gündelik kültürün tuzağına düşen, daha basit mekanizmalı bir toplum ortaya çıkarıyor. Hemen gülmeye, cinsi hazları hemen gıdıklanmaya, şiddet göstermeye teşne oluyor insan. Duyguların hızlı tüketildiği bir dünya. Kestirmeci, pragmatik ve oportünist bir yaklaşım sergiliyor izleyici. Bu hazların zehir olduğunu bilsen de bünyen bunu istiyor. Bünyeyi içten içe kemiren ve tüketen bir mekanizma.
Amerikan filmlerinin politik mesajlarına baktığımızda ikili bir yapı görüyoruz. Biri Amerikan milliyetçisi, devletin askeri ve istihbari gücünü sergileyen; diğeri çevreci, özgürlükçü, azınlıkçı bir tutum. Seyirciyi vasatlığa mahkûm eden tuzak bu ikili yapı mı?
Evet, Amerika'da ikili bir sistem var. Muhalif kanat, devlet politikalarını eleştiren filmler de yapıyor. Brubaker'dan Atları da Vururlar'a, Akbabanın Üç Günü'nden Başkanın Adamları'na kadar birçok film var. 70'li, 80'li yıllarda bu tür filmler daha fazla yapılırdı. Ama sistem yine işliyor, kendi yolunda gidiyor. Vasat zaman zaman aşılsa da hâkim güç, çoğu zaman ortalama vasatta hatta vasat altında gidiyor. Saçma bir Amerikan milliyetçiliği var mesela, kendi hayat tarzını empoze etmek için kullandıkları tekrarlar, fazlalıklar var. Ne kadar bütçe harcarlarsa harcasınlar, bunlar olduktan sonra vasattan kurtulamıyorlar. Örneğin fantastik filmlerde görsel olarak muazzam bir şaşaa var; Kutsal Hazine Avcıları, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi filmler. Ama müthiş bir pop kültür ve içi boş yapımlar. İnsana, geleceğe dair hiçbir şey söylemiyor. Çünkü büyük şirketler büyük bir sermaye
ortaya koyuyorlar ve bunun karşılığını da bir şekilde almak istiyorlar. Bunun yolu da bir anlamda vasatlık ve hızlı tüketim. Birçok küçük bütçeli film de var; şiddeti, motosiklet çetelerini, gangsterleri işliyorlar. Küçük bütçeye rağmen içerik zehriyle para kazanıyorlar.
Bir yerde bu kadar serbestlik, böylesi sınırsız bir özgürlük ortamı varsa bu durum kaçınılmaz. Bana göre bu anlamdaki bir demokratik tutum ve özgürlükçü yaklaşım zararlı, insanın hayrına değil. Kim ne derse desin, böyle düşünüyorum. Bir kontrol mekanizması olması lazım. Bir vicdan atmosferi ve muhasebesi gerekiyor. Bunu ortadan kaldırdığımız zaman her şey mübah oluyor. İnsanı ve değerlerini yok sayan, onu un ufak eden bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Aşırı özgürlük de uyuşturucu gibidir, izleyici de bunları talep ettiği için bir önlem alınamıyor. Belli ilkeler olmadan ortaya bir ürün koymaya kalkarsanız, bu ilkesizliği sanatsal özgürlük olarak anlayabilirsiniz ama hedeflediğiniz şeyin aksine yapılar ortaya çıkabilir. Söylemde kalan birtakım değerler var ve mekanizma bu söylemlerin tersine işliyor. Bunların önüne geçebilmek için çok yönlü çalışmak gerekiyor. Resmi kurumlar, devletlerarası hukuk korumacı bir yaklaşım benimsemeli. Eski Sovyet sistemi, bugünkü Çin ve İran'ın yaklaşımı bence mantıksız değil. Hollywood'un etik kod dönemi biraz böyleydi mesela. Estetik olarak da bu yaklaşım sinemaya çok şey katacak.
Dijital platformlar çıkmaya başladığında küçük bütçeli bağımsız yapımların da pazar bulabileceği, hatta Hollywood'un zayıflayabileceği konuşuluyordu. Tam tersi oldu. Hollywood zayıflamak bir yana daha da güçlendi. Dijital platformların, küçük film üreticilerini Hollywood mantığıyla film yapmaya sürüklediğini düşünüyor musunuz?
Dijital platformlar çok büyük bir güç. Hollywood düşüncesi daha da etkili biçimde buralara yerleşti. Netflix bu zihniyeti tahkim etmekle görevli gibi hareket ediyor. Toplumu güdülemek, gençleri yönlendirmek buradan daha kolay. Daha hakkaniyetli bir toplumsal düzenin inşa edilmesini istemiyorlar. Belli tanımlanmış tercihler var dijitalde, tekelleşmeler var ve değişik oluşumlara fırsat verilmiyor. Diğer toplumlar da Hollywood gibi film yaptıklarında daha çok karşılık bulacaklarını fark ettiler, daha fazla kâr edeceklerini gördüler. Onlar da Amerikalılar gibi film yapıyor artık. Böyle olunca kötü bir manzara çıkıyor ortaya. Sorumluluk sahibi insanlar da güçlerini birleştiremiyorlar, zayıf kalıyorlar. O bakımdan sermaye nerede temerküz ettiyse orası daha güçlü. Eski düzenin devamı bir şekilde sağlanıyor, alternatifler çok cılız. Her şey insanın kendisinde bitiyor. İnsan birey olarak nerede duracağını bilebilmeli. Ne yapmak istediğini, kendi duruşundan taviz vermeden yapabilmeli. Nasıl bir toplum düzeni istiyorsa elinden çıkacak ürünleri de o yönde oluşturmaya, bezemeye çalışmalı. Bireysel duruş, değerler dünyası çok mühim. Buna göre tavır almalı. Sorumluluk ve vicdan atmosferinde hareket etmek lazım. Başka çaresi yok.