ALGILAR İMPARATORLUĞUNA DAİR “ALGILAR”
Amerikan kültürüne maruziyet tarihçem
Çocukluğumun ve gençliğimin önemli bir bölümü dünyada Soğuk Savaş rüzgârlarının estiği yıllara denk geldi. Komünizm ve kapitalizmi temsil eden iki kutbun (Sovyetler Birliği ve ABD) rekabet ortamında ülkemin seçtiği güvenlik kuşağının bir getirisi olarak Amerikan pop kültürüne bolca maruz kalan nesillerden birine mensuptum. Babamın çocukluğunda Marshall yardımları ve Teksas-Tommiks gibi çizgi romanlarla başlayan bu süreç bizim çocukluğumuzda üzerimize boca edilen kovboy filmleri, Hollywood yapımları, Tom ve Jerry, TRT'de gösterilen Amerikan dizileri, süper kahramanlar, pop ve rock müzik ve nihayetinde fast food eşliğinde had safhaya ulaşmıştı. Bu yoğun kültür emperyalizmi bombardımanında bize hemen her fırsatta fısıldanan mesaj şu mealdeydi: "Komünist Sovyetler (yani Ruslar) dünya için totaliter bir tehdittir, bulaştıkları her yeri ele geçirip demir yumrukla yönetirler. ABD ise özgürlük, demokrasi, insan hakları ve bolluk demektir. Kaka komünistlere karşı tüm dünyayı savunmak gibi soylu bir misyonu yüklenmiş olan Amerika bu değerleri tüm dünyaya taşımaktan başka bir şey istememektedir." Kısacası tam bir "Huzur Amerikanlaşmada" propagandası… Aynı terane bugün de seslendiriliyor ama bunun ne menem bir balon olduğunu So vyetler ile NATO arasında sıkışık bir dönemin Türkiye'sinde o günlerde açıkça görmemiz pek mümkün görünmüyordu. Ama kısa bir süre sonra bu büyük balon patlayacaktı. Tam da evladiyelik Yalan Rüzgârı dizisinin Türkiye'de gösterime girdiği yıllarda patlayacaktı.
"Demokrasi, özgürlük" söylemi her daim baki
Amerikan propaganda ve yalan balonunun herkes tarafından görülecek şekilde patlaması için Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Soğuk Savaş'ın bitmesi ve ABD ile yancı müttefiklerinin zaaf içindeki ülkelere özgürlük, demokrasi ve bunların yan ürünü olan bilumum değeri götürmeye başlaması gerekecekti. Nihayet o da oldu; Amerikalılar Panama, Somali, Irak, Afganistan başta olmak üzere çoğunlukla Müslümanların yaşadığı ülkelere uçak gemileri ve bombardıman uçaklarıyla özgürlük ve demokrasi yağdırmaya başladılar. Demokrasinin daha ücra noktalara ulaşması ve yerleşmesi içinse kara ordusunun müdahalelerinden çekinmediler. "Kötü niyetli şer güçlerin sözcülüğünü yapan sözde insan hakkı savunucuları" buna "işgal, katliam, savaş suçu, emperyalizm" falan diyordu ama olsun, artık tek başına dünyaya jandarmalık yapma iddiasındaki ABD bu ulvi vazifesini bırakacak değildi ya! Soğuk Savaş'ın üzerinden daha 10-15 yıl geçmeden bir de baktık ki özgürlük, liberalizm, demokrasi ve refahla özdeş bir imajı kimseye kaptırmayan ABD bir zamanlar kendi müttefiki olan, pohpohladığı, hatta emrine amade diktatörlere teslim edilen ülkelere karşı bile hızla işgalci ve saldırgan bir kimliğe bürünmemiş mi! Ama hiç olmazsa o söylemi terk etmemişler mi! Yine de Bağdat başta olmak üzere Irak kentlerine ve milyonlarca sivilin üzerine misket bombaları yağdırırken bile aynı "demokrasi, özgürlük, insan hakları" söylemini bir an olsun dillerinden düşürmediler bile. Şimdi bakıyorum da "Soğuk Savaş, kızıl tehlike, komünizm, totalitarizm, nükleer tehdit" teraneleriyle dünyanın titretildiği o günler, her yere Amerikan değerlerinin sopayla ihraç edildiği tek kutuplu bugünün dünyasının yanında cennet gibiymiş.
Dünyada Mcdonalds şubesinden daha fazla ABD askeri üssü var
Önümdeki Le Monde Diplomatique dergisi makalesinin tarihi Eylül-1959. Başlığı ise "Amerikan üsleri tüm gezegeni kuşatıyor." Makale şu cümlelerle başlıyor. "Dünyanın dört bir yanına yayılan Amerikan üsleri, Sovyetler Birliği çevresinde neredeyse kesintisiz bir zincir oluşturuyor. Onların mevcudiyeti Moskova'da sürekli olarak ABD'nin 'saldırgan niyetlerinin' açık bir kanıtı olarak addediliyor." Aradan geçen 65 senenin sonunda bu tablonun değiştiği muhakkak ama bu değişimin üslerin azalması yönünde olmadığı kesin. ABD'nin finansal, kültürel, ticari ve teknolojik hakimiyetini dünya üzerinde askeri ve stratejik bir hâkimiyete dönüştürdüğü inkâr edilemez bir gerçek. Bu neticeye ulaşmasında en etkili iki silahı ise diplomasi ve askeri üsler… 65 yıl önce eleştirilen o üsler bugün sadece Rusların etrafını çevrelemiyor, neredeyse dünyanın her bölgesinde, her kıtasında, her ülkesinde hatta ülkesi bile olmayan topraklarını kuşatıyor, gezegeni bir kuşak gibi sarmalıyor. Ulaşabildiğimiz rakamlar ABD'nin deniz aşırı askeri üslerinin dünya genelinde 800'ü geçtiğini gösteriyor. Yine aynı rakamlara göre ABD ordusunun yüzde 10'una tekabül eden 200 bin askeri personelin Almanya'dan Japonya'ya Küba'dan Güney Kore'ye, Katar'dan Somali'ye kadar bu yurt dışı üslerinde görev yaptığı anlaşılıyor. Ulaşılabilen verilere göre ABD'nin kendi toprakları dışındaki bu 800'ü aşkın askeri üssü tam 117 ülkeye dağılmış durumda. Bu ise ABD'nin yurt dışında fast food zinciri McDonalds şubesinden daha fazla üssü olduğu anlamına geliyor. Sadece bu rakam bile ABD'nin aslında en çok ne ihraç ettiğini göstermeye yeterli gibi. Bu devasa askeri varlığın yıllık maliyeti ise en az 100 milyar dolar olarak tahmin ediliyor.
Kamala mı Donald mı? Ne değişecek ki?
ABD'li yazar ve Filistin hakları Kampanyası danışma kurulu üyesi Ahmed Moor'un ABD'li The Nation dergisinde 9 Ekim 2024'te yayınladığı "The One Guaranteed Winner in 2024: American Empire" (2024'ün garantili tek kazananı: Amerikan İmparatorluğu) başlıklı makalesi herkesin merakla beklediği ABD başkanlık seçiminin neyi değiştireceğini merak edenlere fikir verici nitelikte. Durumu şöyle anlatıyor Moor: "Demokrat veya Cumhuriyetçi olsun, bir sonraki başkanlık yine de uzak diyarlardaki diğerleri için ölüm anlamına gelecek. Filistin'deki soykırım bir yıl önce başladı. Bazılarının kaçınmak isteyebileceği şaşırtıcı bir gerçek, ama gerçek… Ve görünürde bir son yok. Şimdi, Kasım yaklaşırken, oy pusulasındaki tek konu olan soykırımı mesele olarak gören bizler bir seçimle karşı karşıyayız. Bu, yanlış bir seçim olmaktan çok tatsız bir seçim: Demokrat ya da Cumhuriyetçi, leş ya da mezarlık, her biri ölümün özel bir tadı… (…) Demokratları ve Cumhuriyetçileri az çok aynı olarak tanımlamak yanlış ve kesin olmazdı. (…) Çoğu Amerikalı için imparatorluk fikri barok bir fikirdir. Louis XIV ve Leopold II'ye ve tarih kitaplarına aittir. Yine de imparatorluk bugün de mevcuttur. Kasım ayında bedensel özerklik, iklim adaleti veya orta halli daha az sömürücü bir kapitalizm için oy kullanmanın -başka bir deyişle, Demokratlara oy vermenin- hâlâ uzak yerlerdeki diğerleri için ölüm anlamına geldiğini düşünün. Filistin ve Lübnan, Ukrayna veya Sudan veya başka yerlerdeki imparatorluğun tebaası oy kullanmıyor, ancak Amerikan imparatorluğu adına yaşamaya ve ölmeye, daha sık olarak vahşi bir düzenlilikle ölmeye zorlanıyorlar. Ölümleri monoton, uzakta kurşun gibi bir ritim. Soru şu, neden."
"Silahlı şiddet kamu sağlığı sorununa dönüştü"
Söz konusu şiddet eğilimi olunca ABD'nin içi de dışından daha korunaklı durumda değil. Bunun önemli nedenlerinden biri sosyal eşitsizlikler olabilir ama işin kültürel yönüne bakıldığı zaman kovboy filmlerinden aşina olduğumuz Vahşi Batı'nın toplumdaki kalıntılarını es geçmemek gerekiyor çünkü bu ülkede silah adeta kutsal addediliyor ve silah sahibi olmak sıradan bir ritüel. Ülkede her yıl birkaç kez tekrarlanan kanlı okul baskınlarına ve Donald Trump'a yönelik iki suikast girişimine rağmen silahsızlanma yasasının çıkarılamamasını bu kültüre bağlayabiliriz. İsterseniz rakamlar konuşsun: ABD'de sivillerin elinde 393 milyon ateşli silah olduğu ve 82 milyon 880 bin kişinin en az bir ateşli silaha sahip olduğu belirtiliyor. Bu her üç yetişkinden birinin silah sahibi olduğu anlamına geliyor. İstatistik portalları verilerine göre 1972 ile 2024 yılları arasında Amerikalı ailelerin en az bir ateşli silaha sahip olma oranı yüzde 47'ye kadar ulaşıyor. Silahlanma eğilimi sadece erkeklere mahsus değil; veriler kadınlarda da silah sahibi olma oranının son yıllarda yüzde 178 artış kaydettiğini gösteriyor. Ülkede etnisiteye göre son 10 yılda en fazla silah edinenleri ise Latin kökenliler teşkil ediyor. Resmi olarak ABD Genel Cerrahı payesini taşıyan Vivek Murthy'nin son dönemlerde silahlı şiddet eylemleri konusunda hazırladığı rapor da Amerikalıların çoğu veya aile üyelerinin silahlı şiddet olaylarına maruz kaldığını ifşa ediyor. Hatta Murthy bu raporunda silahlı şiddetin bir halk sağlığı krizine dönüştüğü uyarısında bulunuyor.
Senaryolarda dünyayı kurtarırken gerçekte içine eden "kahraman"
ABD film endüstrisi Hollywood ve eğlence sektörü üzerine çok şey söylemek mümkün… Bana göre Hollywood ve yan sanayileri her şeyden önce bir hayal ve propaganda fabrikası. Hemen her şeyin sahte ya da yapmacıklı olduğu bu dünyanın içinde bitmek tükenmek bilmeyen cinsel taciz
ve suiistimal skandallarını bir kenara bırakırsak aklıma ilk gelen ülkeyi ya da dünyayı kurtaran kahramanların başını çektiği aksiyon filmleri oluyor. Aslında bu çok banal ve yüzlerce belki binlerce filmde kullanılmış bir klişe: Konjonktüre ve ABD'nin o tarihteki stratejik pozisyonuna göre düşman olarak belirlenen teröristler (tarihsel sıraya göre komünistler, Ruslar, Güney Amerikalılar, Araplar, Müslümanlar, Çinliler ya da uzaylılar) ya ABD'ye karşı büyük bir komployu icraya koyarlar, ya Beyaz Saray'ı tarumar ederler vs… Hatta bütün dünyanın işgali ya da uluslararası dengenin
bozulmasıyla sonuçlanacak bir saldırı başlatırlar. Sonra başına buyruk, disiplin sorunu olan ama kendi kurallarına sadık iki Amerikalı kahraman çıkar ve ne kadar güçlü olurlarsa olsun kötü adamlara ya da uzaylılara dünyayı dar ederler ve ülkeleriyle beraber dünyayı kurtarırlar. Bu kurtarıcılardan biri çoğunlukla WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) olurken, diğeri de ekseriyetle bir Yahudi olur. Film boyunca dini vurgu yapılmasa da Yahudiliği muhakkak esprilerle vurgulanır. Öyle ya Beyaz Saray'ı, ABD'yi ya da dünyayı kimin kurtardığını seyirci iyice bellesin. Zaten film endüstrisinin
patronları büyük ölçüde Yahudi ya da Siyonist olduğu için böyle olması da kaçınılmazdır. Oysa gerçek hayatta gördüğümüz şundan başkası değildir: Beyaz, siyah, Yahudi, Siyonist ya da her nasıl olursa olsun Amerikalılar sadece Hollywood senaryolarında kurtardıkları dünyanın içine etmekten başka bir şey yapmazlar.
Pop kültürün dönüştürücü gücü
ABD dünya üzerinde tesis ettiği hâkimiyet sadece askeri, teknolojik, diplomatik, finansal alanla sınırlı değil. En az bunlar kadar nüfuz ettiği bir
alan da kültür ve bilhassa pop-kültür alanında. Parasını, teknolojisini, silahını ve gücünü olduğu kadar kendi değerlerini ve pop-kültür dünyasını da dünyanın çok farklı kültürlerine nüfuz ettirmeyi başarmış durumda. Giyiminden kuşamına, eğlencesinden müziğine, oyunundan sporuna kadar bu pop-kültürün enjekte edilmediği damar yok gibi. Fazlaca bir geçmişi ve kökü olmadığı için bu noktada en büyük silahı pop-kültürü olmasına rağmen bunu çok usturuplu kullanmayı ve ihraç etmeyi iyi biliyor. Amerikan pop-kültürünün bana kalırsa en büyük başarısı ise dişli rakiplerini, düşmanlarını bile eninde sonunda kendi ürünü haline getirip tüketilebilir ve pazarlanabilir bir şeye dönüştürmesinde yatıyor. Bir örnek vermek gerekirse bu becerinin başyapıtlarından biri olan Che Guevara'yı vermek yeterli olabilir. Bir zamanlar Orta ve Güney Amerika'da ABD'ye kök söktüren Che Guvara bile dünyada kapitalizme karşı direnişin sembolüyken kısa sürede ABD kapitalizmi tarafından tişört deseni ve poster figürüne dönüştürüldü. Amerikan emperyalizmine ve ırkçılığına kafa tutan Malcolm X ve Muhammed Ali de aynı şekilde artık bir Amerikan rüyasının başarısı olarak pazarlanıyor. Bu anlayışın temsil ettiği dayatmacılığa ve haksızlıklara başkaldırı olarak ortaya çıkan rock müzik ve ardından diğer türler bile öyle bir dönüştürüldüler ki uzun süredir Amerikan ve Batı kültürünün en büyük reklam malzemeleri olarak kullanılıyorlar.