ANA YEMEĞİN VE SOFRALARIN EDEBİYATTAKİ İŞLEVİ
Yemek ve edebiyat dendiğinde çoğu kişinin aklına belki ilk başta iştah kabartan, okurken ağzı sulandıran yemek tasvirleriyle bezeli sofralar gelebilir. Bazı yemek betimlemelerinin, okumayı yarıda kestirip, okuyucuyu mutfağa yönlendirdiği de epeyce yaygındır. Ana yemeğin ve sofraların edebiyattaki işlevi bunun çok ötesindedir. Yazarın sofraya koyduğu hayali yemeklerin hiçbiri orada tesadüf eseri bulunmaz. Yemek hayatımızı devam ettirebilmek için merkezi bir roldedir, evet, ama aynı zamanda da tüm kültürel yapıyı tanımlamak için kullanılan bir kısayoldur. Yiyecekler bizi ve kim olduğumuzu tanımlarken, onlara yaklaşım şeklimiz de dünyayla kurduğumuz ilişkiyi özetler.
Tematik okumalar zihin açıcıdır ve edebi eserleri bir kez yemek ve sofralar üzerinden okumaya başladığınızda artık dönüşü yok gibidir. Size Moby Dick'teki belli başlı temalardan olan iktidar kavramı, sömürgecilik, Nietzsche'nin ahlak felsefesi, modernite ve kültürleşme gibi konuları kitapta geçen üç hayali sofra üzerinden okuyacağınızı söylesem çok da abartıya kaçmış olmam. Hermann Melville'in "Kaptan Kamarası" ismini verdiği ve sadece mürettebatın akşam yemeğini anlattığı bu bölüm tüm bu tartışmalar hakkında düşünmek için sağlam bir başlangıç noktasıdır.
Yemek üzerinden açılan tüm bu kapıların eşiğinde olmak sizin de dikkatinizi çektiyse o zaman küçük bir giriş yapalım. Edebiyatta yemeğin sembolize ettiği şeylerin hepsini buraya sığdırmak imkânsız olduğundan bu yazıya konuya dair ipuçları taşıyan bazı sofralara konuk olarak devam edelim.
Anna Karenina'da cemiyet ve köy hayatının sofraları
"Köylüler yemek hazırlığındaydı. İhtiyar bir tasın içine ekmek doğradı, ekmeği kaşığın sapıyla ezdi, belindeki ufak tefek maşrapayla su döktü; biraz daha ekmek kesti, üzerine tuz döktükten sonra, doğuya doğru dönerek dua etmeye koyuldu… Yemek öyle lezzetliydi ki Levin öğle yemeğine eve gitmekten vazgeçti. İhtiyarla yemek yedi, onunla ev işleri konusunda sohbet etti. Kendisini bu adama abisinden daha yakın hissediyordu." (Anna Karenina)
Anna Karenina'da sofralar iki türdedir; cemiyet hayatı ve köy hayatının sofraları. Bu sofralar elbette Tolstoy'un Anna Karenina ve Levin üzerinden verdiği karşıtlığın hayat bulmuş şeklidirler. Anna Karenina öldükten sonra, kitabın Levin ile devam etmesinin sebebi de belki okuduğumuz sofranın temsil ettikleriyle zaten bize söylenmiştir. Levin toprak sahibi bir soylu olarak mutlu bir yaşam sürmenin anahtarını köylünün hayatı ve sofrasında bulmuştur.
Tolstoy'un Yasnaya Polyana'daki çiftliğinde kurduğu hayattan ve günlüklerinden öğrendiğimiz düşünceleri de yine buradaki sofra ile paraleldir. Hayatı, mutluluğu, inancı ve kafasını kurcalayan birçok detayın formülünü, Tolstoy bize Levin üzerinden söyler. Anna Karenina karakterini öldürmeden önce de onu oturttuğu sofralarda, Anna hep konuktur, kendi evinde, kendi sofralarında bile misafir olarak kalmıştır. Dolayısıyla Tolstoy Anna'nın intiharına giden süreçte bile, kendisine en küçük bir kurtulma umudu bırakmamıştır.
Yalnızız: Biraz talaş kebabı biraz da zeytinle başlayan akış
"Talaş kebabının huzurunda birdenbire susan Besim bir tapınma sessizliği içindeydi. Et ve yufka, ağzında eriyerek baş döndürücü bir macun haline geldikten sonra, midesine değil kalbine gidiyormuş gibi ona büyük aşkların sarhoşluğunu veriyordu. Hizmetçi onun önünde sarı benekli bir beyazlıktan başka bir şey kalmadığını görünce, kayık tabağını sol omzunun hizasından uzattı. Kaşlarını çatan Besim için günün en ciddi anlarından biriydi. Tabağını yeni baştan tepeleme doldurduktan sonra, itiraf etti: Ben bu kebaba aşığım. Dünyada bundan sahici bir aşk yoktur. Üst tarafı edebiyat." (Yalnızız)
Yalnızız'ın iki kardeşi: Besim ve Samim... Bir yanda idealist, spiritüel, duyarlı Samim, diğer yanda ise hedonist ve maddeci Besim. Peyami Safa iki dünyayı ve kavramı çarpıştırmak için daha kitabın ilk sayfasında kardeşleri yemek masasına oturtur ve önlerine biraz talaş kebabı biraz da zeytin koyarak, akışı başlatır. Biz okuyucular zeytinin temsil ettiği dünya zevkleri üzerine iki bakış görürüz ve bu tartışmayı okuyarak kitabın ana çatışma malzemesine ve Peyami Safa'nın amaçladığı kurguya kavuşuruz.
Besim'in hedonistliğinin vardığı uç noktaları da yazar bize kitabın ilerleyen sayfalarında yine yemekler üzerinden vermeye devam eder. Ablasının sinir krizi geçirip fenalaştığı bölümde Besim'in aklından geçenler şu şekildedir: "En şiddetli arzular bana en biçimsiz zamanlarda ve en münasebetsiz tahriklerle gelir. Ablamın ayaklarını lengerdeki sıcak suyun içinde kıpkırmızı kesilmiş görünce, sabah karanlığı canım ıstakoz istedi."
Samim ise kardeşinin bu düşüncelerini hiçbir zaman onaylamaz ve onu bu hale düşüren sistemin eleştirisini yapar. Kitap bittiğinde fark ettiğimiz şey ise her ne kadar ruh-madde çatışmasında kazanan taraf Samim olsa da, sevimliliğiyle bize nefes aldıran Besim'den sıkılmamış olduğumuzdur.
Virginia Woolf'un Deniz Feneri'ndeki yemek sahnesi "Artık ömür boyu konuşacaklar diye düşündü, Marthe'nin övünçle kapağını açtığı büyük kahverengi güveçten iştah açıcı zeytin, yağ ve et suyu kokuları yükselirken. Aşçı bu yemeği yapmak için tam üç gün uğraşmıştı. Ve diye düşündü Mrs. Ramsay, servis kaşığını yumuşak et yığınına daldırırken, William Bankes'e özellikle yumuşak bir parça vermeye özen göstermeliydi. Uzun kenarları parlak sırlı güvecin içine, kahverengi sarı etler, defne yaprakları ve şarap karışımı lezzetli yemeğe bakarken, bu anı kutlamaya çok uygun diye düşündü." (Deniz Feneri)
Virginia Woolf'un belki akıllarda kalan fotoğraflarından, belki de yeme bozuklukları geçmişinden ötürü yemek ve özellikle iştah ile mesafeli olduğuna dair çoğumuzun aklında bir önyargı oluşabilir. Ama yazarın yemekle ilgili söylediği şu söz bakış açımızı değiştirmeye yetecektir diye düşünüyorum:
"Güzel bir yemek yemeden iyi düşünebilen, sevebilen ya da iyi bir uyku çekebilen kimseyi tanımadım."
Aynı zamanda Woolf'un Kendine Ait Bir Oda eserinde geçen yemek yazmanın gerekliliğiyle ilgili düşünceleri de edebiyatta yemek konusu ile ilgili epey düşündürücüdür. "Çorbadan, somon balığından ya da ördekten söz etmemek adettir romancılarda, sanki çorba, somon ya da ördeğin
hiçbir önemi yokmuş gibi… Ama burada ben bu âdete karşı çıkmak, bu yemeğin derin bir tabakta sunulan dil balığıyla başladığını, okulun aşçısının balığın üzerini bembeyaz kremayla kapladığını, kremanın üzerinde yer yer bir dişi geyiğin sağrılarında olduğu gibi kahverengi benekler bulunduğunu anlatacağım."
Virginia'nın erkek egemen edebiyat dünyasında yemek yazmanın domestik bulunması ve küçümsenmesine karşı aldığı bu tutumun, yazarın diğer alanlardaki feminist mücadelesinden ayrı tutmak imkânsız. Deniz Feneri kitabındaki neredeyse kırk sayfa süren ve romandaki bütün karakterlerin
buluştuğu o muhteşem yemek sahnesinde, ana yemek olarak Boeuf en Daube seçilmesi, yazar tarafından yapılan son derece bilinçli bir tercihtir.
Fransız mutfağının önde gelen yemeklerinden olan bu güvecin pişmesi tam üç gün sürüyordu. Yemek pişirildiği gün tüketilmeliydi ve bekletmek olmazdı. Güvece konan malzemeler tam uyum içinde ve hepsi belli bir kıvamda pişirilmeliydi. Tüm bu cümleler kitabı okuyanlar için tek bir kişiyi işaret ediyor değil mi: Evin annesi Mrs. Ramsay. Woolf'un annesinden ilhamla yazdığı bu kadının, insanları birleştirme ve kaynaştırma işlevini düşündüğümüzde, masaya konulan yemeğin de onun karakteriyle nasıl paralellikler taşıdığını hepimiz daha net gözlemleyebiliriz.
Yılanı Öldürseler ve Proust etkisi
"Önce bir çıtırtı geldi dışardan. Babası kulak kabarttı, elindeki kaşık bir süre öyle kalakaldı. Anasına baktı, anası başını sofraya eğdi. Çıtırtı gittikçe yaklaşıyordu. Sonra birden kesildi. Geceydi, yer sofrasında baba, ana, oğul yemek yiyorlardı. Sofrada tarhana çorbası, kızarmış tavuk, bulgur pilavı vardı. Üstünde yağ ışıldayan. Hasan o günkü bulgur pilavının kokusunu hiç unutamıyor. Pencerede bir ışık çaktı söndü, çaktı söndü, çaktı… Kanı gördü. Babası yüzüstü kapanmıştı sofraya. Saçları bulgur sahanının içine düşmüştü. Çok kan akıyordu babasından, fışkırır gibi." (Yılanı Öldürseler)
Kokular ve anılar birbirlerini çağırırlar ve yemek de edebiyatta bu işlev için kullanılır hatta bunun bir ismi de var: Proust etkisi. Marcel Proust'un meşhur madlen kekleri belki de yemek ve edebiyat dendiğinde akla gelen ilk isim. Bizim edebiyatımızdan Yaşar Kemal ise Yılanı Öldürseler kitabında kokuyu yaşam ve ölümü birleştiren bir tema olarak kullanıyor.
Kitabın başında, babanın öldüğü yemek sahnesindeki bulgur pilavının kokusu ve kitabın sonunda babasının intikamını alan çocuğun üç gün boyunca saklandığı yerde köpeği tarafından bulunmasını sağlayan kokusu ile çemberi tamamlıyor. Tüm bu trajik olaylardan sonra da kitabın bitiş cümlesi ise yine koku üzerinden bir umut taşıyor ve bizi hayata davet ediyor. Yaşar Kemal'in kaleminden: "Baharda portakal çiçekleri öyle bir kokarmış ki kokusundan insan sarhoş olurmuş."