SİNDİRİLMESİ ZOR GIDA MESELELERİ: YER MİSİN, YEMEZ MİSİN?
Dünyayı beslerken doğayı kemirmek
Nüfusu besleyebilmek adına gezegenimizin topraklarını ve kaynaklarını tüketircesine işliyoruz. Yeryüzü üzerindeki toprakların yarısına yakın kısmı bu nüfusu besleyecek gıdayı temin için tarım alanına çevrilmiş durumda. Sanayileşme ve kentleşmenin yanı sıra bu toprak kolonizasyonunun tabiat, ekosistem ve canlılar üzerinde olumsuz etkileri oluyor. Öyle bir noktaya gelindi ki biyo-çeşitlilik içerisinde bitki ve hayvanların yok olma hızı doğal hayatta gerçekleşenin yüzlerce katına ulaşmış durumda. Bu ekolojik felaketin başlıca nedenlerinden birini de tarım dolayısıyla yabani alanların yok edilmesi, toprak ve suyun kirletilmesi, atmosfere aşırı sera gazı salınması teşkil ediyor. Toprak kadar su kaynakları da büyük ölçüde tarımsal atıklar, kimyasal gübreler, kanalizasyon çamuru, böcek ilaçları, mikroplastikler ve diğer biyokimyasallarla kirleniyor. Birkaç evcil türün üretimini artırırken tüm canlıları destekleyen ekosistemleri yok ediyor ve kendi varlığımızı da tehdit ediyoruz. İnsan türünün devam edebilmesi için uzun vadede de olsa bu durumun değişmesi gerektiği açık. Beslenmeye ve beslemeye devam etmek, bunu doğayı tahrip etmeden yapmanın bir yolunu bularak yapmamız da elzem. Ama küreselci çok uluslu gıda ve tarım devlerinin bir tür sömürgecilikle yürüttüğü tahripkâr tarım ve gıda üretimiyle bu işin uzun süre devam edemeyeceği açık görünüyor. Peki, bu nasıl olacak? Belki de "Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak" diyen bilge kızılderili şefine kulak vererek…
Tabiata zarar vermeden bu iş nasıl olacak?
Bu konuda alarm zilleri çalanlar da az değil. Bunların en başında bir gazeteci ve yazar olmanın yanı sıra sıkı bir çevre militanı olan George Monbiot geliyor. Monbiot'nun 2022 yılında yayınlanan kitabı Regenesis: Feeding The World Without Devoring The Planet (Yenilenme: Gezegeni Yok Etmeden Dünyayı Beslemek) esasen tam olarak bu konuyu ele alıyor. Bu meselenin son derece karmaşık ve zorlu olduğunu kabul eden Monbiot bir sistemi aşırı ileri götürmenin onu çökerteceği gerçeğinden hareketle ve bugün sadece küresel gıda sistemimizi aşırı ilerletme yüzünden çökertme riskiyle değil aynı zamanda hepimizin bağlı olduğu daha büyük sistemleri de çökertme tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz konusunda uyarıyor. Sorunu çok kapsamlı ve çok boyutlu boyutlu ele alan kitabında Monbiot özetle şöyle diyor: "Sistemik sorunlar sistemik çözümler gerektirir. Ne yediğimizi ve onu üretme şeklimizi tamamen değiştirmemiz gerekiyor. Rejeneratif agroekolojik tarımın daha geniş sistem değişikliğinin bir parçası olarak daha fazla şansı var." diyerek agroekolojiyi yani tarımsal ekoloji metotlarını öneriyor: "Agroekoloji, yalnızca daha az kimyasalla, daha az makine kullanımıyla ve doğal sistemlere daha fazla güvenerek daha duyarlı tarım yapmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda ziraatçılarla toplumun geri kalanı arasındaki ilişkileri de değiştirmek anlamına geliyor. Bu, tohum ve kimya şirketlerinin, tahıl baronlarının veya süpermarketlerin hâkimiyetinde olmayan, bağımsız ve kendi kendini organize eden gıda ağları oluşturmak anlamına geliyor. Bir başka deyişle gıda egemenliğini hedefliyor.(…) Parola şu olmalı: 'Yüksek verimli bir tarımsal ekolojiyi araştırın ve geliştirin!"
Gıdanın insan hakkı sayılmasına itiraz edenler...
2021'de, Birleşmiş Milletler İnsan hakları Komitesi'nde gıdanın tüm insanlar için bir insan hakkı olduğunu ileri süren bir karar taslağı onaya sunuldu. Bu karar taslağı tüm insanları ilgilendirmekle birlikte özellikle o dönemde Sudan, Çad, Yemen, Somali gibi çatışma ve felaket bölgelerinde sıkışıp gıda sıkıntısına maruz kalarak ölüm tehlikesine düşen topluluklar açısından bir can simidi niteliği taşıyordu. Taslakta ayrıca, yeterli gıdaya erişimi olmayan insan sayısının 2020'de 320 milyon artarak 2,4 milyara, yani dünya nüfusunun neredeyse üçte birine yükseldiği açıklanıyor ve alarm veriliyordu. Oylamaya katılan tüm ülkeler, iki istisna hariç, bu son derece insancıl kararı olumlu karşıladılar. Ne var ki ikisi bu kararı onaylamadıkları gibi aleyhinde görüş de bildirdiler. Aslında bu iki ülkeyi tahmin etmek hiç de zor değil. Zaten bana sorulduğunda aklıma gelen ilk iki ülkenin doğru cevap olduğunu öğrendiğimde hiç de şaşırmadım. Bunlardan biri ABD, diğeri ise İsrail'di. ABD'nin taslak aleyhindeki açıklamasında "kararın ABD'nin destekleyemeyeceği pek çok dengesiz, yanlış ve mantıksız hüküm" içerdiği belirtiliyordu. Elbette İsrail ve ABD'nin reddetme kararları temelsiz değildi. Çünkü tasarı gıda üretimi ve tarımda kullanılan ilaçlar, kimyasallar ve zehirli maddelere dair hükümler de içeriyordu. Dünyaya en çok kısır tohum, zirai kimyasal, böcek zehiri, GDO'lu ürün, kimyasal gübre, yapay gıda katkısı, tarım ilacı satan iki ülkenin ABD ve İsrail olması bu bakımdan tesadüfi değildi. Dünyada tarımı ve gıdayı tekel altına alan dev çok uluslu şirketlerin neticede ABD merkezli ve Yahudi sermayesine dayalı olması da yine bu bakımdan tesadüfi değildi.
Çokulusluların gıda ve tarım hegemonyası
Araştırmacılara göre küresel gıda ticaretinin yüzde 90'ı dört şirket tarafından idare ediliyor. ADM, Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus tahminlere göre tahıl ticaretinin yüzde 75 ila yüzde 90'ına hükmediyor. DuPont, Monsanto, Syngenta, Dow, Bayer ve BASF'ın iki büyük şirketinden oluşan altı dev şirket ise yakın zamana kadar tarımsal kimya sektöründe yüzde 75 oranında kontrole sahipti. Tahıldan tohuma, gübreden tarım ilaçlarına, nakliyeden süpermarket zincirlerine kadar gıdanın iplerini ellerinde tutan birkaç küresel şirket dünyanın her tarafında etkin bir faaliyet gösteriyor. Küreselleşme denilen 1990'lardan sonrasına ait akımın kurduğu bu ekonomik hakimiyet gelişmekte olan ya da fakir ülkeleri giderek kendine yetmekten uzaklaştırarak daha da bağımlı hale getiriyor. Bir nevi tekel anlamına gelen bu durum dünyayı süper ihracatçılar ve onlara bağımlı kalmak zorundaki süper ithalatçılar olarak ikiye bölüyor. Haliyle bu durum dünyadaki tarım ve gıda güvenliği bakımından büyük bir risk anlamına geliyor ve bir kriz durumunda tüm sistemin çökebilme ihtimalini güçlendiriyor. Nitekim Rusya-Ukrayna savaşında tahıl tedariki bakımından bu risk tüm dünya tarafından yakından görüldü. Bu olumsuz durumun en çok da az gelişmiş ülkeleri ve kıtlık içindeki toplulukları mağdur ediyor. Nitekim uzun süredir Afrika'ya mahsus sandığımız kıtlık ve açlık problemleri son 20 yılda yaşanan savaş ve iç çatışmalarla günümüzde Orta Doğu'ya da sıçramış durumda. Küresel gıda ticaretindeki bu olağanüstü güç ve para yoğunlaşması, sistemin yapısal kusurlarından biri olarak tanımlanıyor. Her aşamada, yalnızca temel tarımda değil, gıda üretimi ve perakendeciliğinde de bir avuç oyuncu hâkim durumda. Bu sistemin kaçınılmaz sonucunu uzmanlar şöyle özetliyor: "Zincir boyunca değerin büyük bir kısmını dev şirketler elde ederken, maliyetler ve riskler en zayıf katılımcılara, genellikle de en alttaki çiftçilere ve işçilere aktarılıyor."
Gıda üzerinden kolonizasyon
Modern dünyada besin kaynakları monokültürle birkaç ana ürüne indirgenmiş bitki ve hayvan türünden geliyor olabilir ancak dünyadaki biyolojik çeşitliliğin yüzde 80'i doğal mirasın koruyucuları olan yerli topluluklar tarafından korunuyor. Bu topluluklar geleneksel bilgileri sayesinde olağanüstü çeşitlilikteki nesli tükenmekte olan bitki ve hayvan türlerinin yanı sıra gelenekleri, dilleri ve yiyecekleri de koruyorlar. Toprak gaspı, insan hakları ihlalleri, iklim değişikliği ve sürdürülemez tarım, bu zengin çeşitliliğe yönelik en belirgin tehditlerden sadece birkaçı. Ancak bu biyoçeşitliliği tehlikeye atan az görünür bir tehdit daha var: Gıda yoluyla kolonizasyon. Bu sömürü biçimi daha çok küresel şirketlerin yerel halklara ait değerli besleyici veya tıbbi özelliklere sahip geleneksel ürünlere, bitkilere ya da tohumlara, onların rızaları olmadan el koyması ve kâr amacıyla ticarileştirmesiyle gerçekleştiriliyor. Bir başka deyişle pazarı sağlıksız, yapay, endüstriyel ürünlerle doldurtan şirketler bir yandan da doğal yerel ürünleri dönüştürerek üzerlerinde hakimiyet kuruyor ve insanların doğal gıdalara ulaşımını kısıtlıyorlar. Bu sürecin bir diğer boyutu ise medya ve kamu politikalarının yerel ve geleneksel yiyecekler yerine küreselleşen endüstriyel ürünlerin üretimini ve tüketimini teşvik etmesiyle ortaya çıkan beslenme kültürlerinin sömürgeleştirilmesi. Sonuç; gıda güvensizliği, tek tip beslenmenin yaygınlaşması, tatların, geleneksel bilgi aktarımının, yerel ekonomilerin ve gıda kimliklerinin aşınması oluyor.
Gıda milliyetçiliği: "Titre ve kilerine dön"
Çok ulusluların gıda ve tarım üzerindeki bu tartışmasız hâkimiyetlerine eklenen Covid-19 ve Ukrayna Savaşı faktörleriyle birlikte gıdanın meta haline getirilmesi ve kaderinin serbest piyasanın ellerine kalmış olması ülkeleri bu bağımlılıktan kaçabilme yolları üzerine kafa yormaya ve "gıda milliyetçiliği" kavramını gündeme getirmeye yöneltti. Gıda metalaştıkça ve küresel şirketlerin hâkimiyeti güçlendikçe ülkeler sağlıksız, katkılı ve giderek pahalanan ürünlerle dolmaya başladı. Yerel küçük üreticilerse borç ve topraklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldı. Oysa gıda ve onu üretmenin ana yolu olan tarım ülkeler için stratejik bir öneme sahipti. Bu küresel girdaptan yerli ve milli bir kurtuluş yolu vardı, o da gıda milliyetçiliğiydi. Bu bağlamda gıda milliyetçiliği, tarımsal üretimin güçlendirilmesini ve milli gıda güvenliğinin tesisini ifade ediyor. Çünkü artık herkes biliyor ki, tıpkı petrol ve enerji meselesinde görüldüğü gibi bir ülkenin tarımsal faaliyetleri ve gıda üretimi de onun uluslararası alandaki etkinliğini doğrudan etkileyebiliyor, bu alandaki zafiyetinin faturası ise jeopolitik açıdan ağır olabiliyor. Gıdaya hükmeden çokulusluların empoze ettiği modellere karşı "milli tohum", "yerel tohum", "yerli malı", yerli tedarik zincirleri, ithal ürünlere yönelik dengeleyici vergi, harç ve kotlar gibi modeller işte böyle bir arayışın eseri. Gıda milliyetçiliği güçlenirken tarımda üretici ülkeler bu avantajlarını kullanmak istiyorlar.
Milyarderlerin ve tekno-baronların tarım yatırımları
Microsoft'un kurucusu teknoloji milyarderi Bill Gates geleceğin sadece algoritmalarda değil, gıda üretiminde de olduğunu gayet iyi biliyor. Yatırımlarını sadece bilişim teknolojilerine yapmıyor. Uzun süredir tarım ve gıdayla ilgileniyor ve gıda üzerine yaptığı yatırımların yanı sıra geniş tarım arazileri de satın alıyor. Microsoft'un kurucusu yakın zamanda ülkesinin en büyük özel tarım arazisi sahibi oldu. The Land Report'a göre Gates Vakfı aracılığıyla 18 eyalette yaklaşık 100 bin hektarlık arazi satın aldığı gibi dış ülkelerde de tarım arazilerine yatırım yapıyor. Daha önce dünyada açlığı sona erdirmesi ümit edilen dayanıklı bir pirinç üretimi için kolları sıvayan ve yapay et üretimi için harekete geçen Beyond Meat adlı şirkete yatırımda bulunan Gates son gıda yatırımını ise karbon-nötr süt üretimi gerçekleştirmeyi hedefleyen Neutral Foods adlı şirkete yaptı.
Gıda ve tarıma yatırım yapan tekno-milyarderler onunla da sınırlı değil. Bir ziraat okulu açan Fransız telekomüniskasyon milyarderi Xavier Niel'den, Amazon patronu Jeff Bezos'a kadar giderek daha fazla milyarder tarım arazisi satın alıyor. Jeff Bezos, süt ikamesi girişimi NotCo'ya yatırım yaptı. Jack Ma Nisan 2020'den bu yana vegan start-up Nature's Fynd'in yatırımcıları arasında yer alıyor. Tanzanyalı milyarder Muhammed Dewji, yaptığı tarım yatırımlarıyla Afrika'nın en büyük zirai ürün tedarikçisi olmak için uğraşıyor. Milyarder finansçı Tom Steyer ve yatırım ortağı Katie Hall, iklim dostu tarıma geçişi hızlandırmayı amaçlayan teknoloji girişimi Regrow Ag'a yatırımcı topluyor. Silikon Vadisi milyarderlerinin sürdürülebilir bir şehir projesi için Kaliforniya'da geniş araziler satın aldıkları fısıltıları dolaşıyor. Sonuçta gıda tüm insanları günlük olarak, günde birkaç kez etkiliyor. Görünen o ki yatırım fonları da bunu çok iyi anlamış olmalılar ki bu milyarderlerin izinden gidiyor. Tarım veya gıda alanında uzmanlaşmış fonların sayısında patlama yaşanıyor. Çoğunlukla tarım arazileri satın alıyorlar veya borsaya kayıtlı olmayan tarım-gıda şirketlerine yatırım yapıyorlar. Çünkü pazar çok büyük: Tarım-gıda endüstrisi yılda 8 trilyon doları temsil ediyor ve dünya çapında hane halkı harcamalarının en az yüzde 10'una tekabül ediyor.
İnsan yediğine dönüşüyorsa durumumuz fena demektir
Alman filozof Ludwig Feuerbach'a atfedilen bir vecize şöyle der: "İnsan yediği şeydir." "Ne yersen osundur" şeklinde günümüzde beslenme koçlarından sık sık duyduğumuz bu sözüyle filozof aslında Almancadaki olmak (ist) fiili ile yemek (isst) fiilinin benzeşimini kullanarak bedenin düşüncenin temeli olduğunu, insanın yediklerinin ise kültürün temeli olduğunu ima eder. Kültürle beslenme şekilleri arasında sıkı ilişki bulunduğu yadsınamaz. Ama olay sadece gastronomi kültürüne de indirgenemez. Bu vecizden hareketle günümüz insanının yediklerinden yola çıkarak onun neye dönüşmekte olduğuna dair çıkarımda bulunabilir miyiz dersiniz? Bence evet. Günümüzde neredeyse katışıksız, halis muhlis, doğal, tamamen organik, ilaçsız, kimyasalsız, koruyucu maddesiz ya da genetiği değiştirilmemiş bir gıda kalmadı gibi. Sanayi üretimi gıdalar bu anlamda tam anlamıyla halis gıda olmaktan uzak oldukları gibi tarım ürünleri de kısır tohumlarla, tarım ilaçlarıyla, suni gübrelerle enfekte olmuş durumdalar. Bir başka deyişle belki doğal alanlarda yaşayan küçük insan toplulukları dışında dünya ahalisinin yediği içtiği hiçbir şey olması gerektiği gibi fıtrata uygun ve zararsız değil. Feurbach'ın sözü doğruysa bu durumda bizim de halis muhlis insan olmamız çok zor görünüyor. Dünyada giderek gerçek insanlıktan uzaklaşmamıza, etrafta katışıksız, düzgün, dürüst, olduğu gibi, zararsız, zehirsiz insanlar bulmakta zorlanışımıza ve yapay, sahte, genetiği değiştirilmiş, katışıklı varlıklara dönüşmemize yol açan sebeplerden biri de bu tür gıdalarla beslenmemiz olabilir.
Gıda 2.0, inovasyon ve büyük veri sofrada: Yer misin, yemez misin?