“İSRAİL, BATI’NIN İSLAM DÜNYASINA TAHAKKÜMÜ İÇİN BİR ARAÇTIR”
İsrail, ABD'nin şımarık çocuğudur
Zahide Tuba Kor/ Orta Doğu uzmanı yazar, mütercim
İsrail'in kurulmasından evvel yaklaşık 20 yıl süren İngiliz işgali yaşandı. Bu dönemde Filistinliler giderek marjinalleştirilirken Siyonist öncüler İngiliz manda dönemini müstakbel devletin altyapısını inşa için bir fırsat olarak değerlendirdi. İngiliz tecrübesinden bolca istifade ettiler. 1920'den itibaren tesis ettikleri kurumlar (yasama meclisi, işçi sendikası, siyasi partiler, silahlı çeteler, istihbarat toplayan birimler vs.) 1948'de bağımsızlık ilanının akabinde devlet kurumlarına dönüştü. 1920'lerden sonra, özellikle 1930'larda Yahudi göçleri ve toprak edinmeleri arttı. Bu durum Filistinlilerin
defalarca isyanını tetikledi. Kanla bastırılan 1936-39'daki Büyük Arap İsyanı sonunda eli silah tutan nüfusunun yüzde 10'unu yitiren Filistinliler lidersiz ve savunmasız kaldı. İngilizler, İsrail devletinin kuruluşuna giden yolu kolaylaştırsa da, 1944-47 arasında Siyonist çetelerin Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak gördükleri İngilizlere karşı kanlı terör eylemlerine giriştiğini bilmek gerekir. Sonunda İngiltere pes ederek konuyu BM'ye havale etti ve Kasım 1947'de BM Genel Kurulu'nda iki devletli çözüm kabul edildi. Buna göre 1880'lerden 1947'ye kadarki süreçte bütün çabalarına rağmen Filistin topraklarının sadece yüzde 6,5'ine sahip olan Yahudilere BM'de masa başında yüzde 56'lık toprak vaat edildi. Akabinde Filistinliler ile Siyonistler arasında bu topraklar üzerinde 6 ay boyunca iç çatışmalar oldu ve 1948'de Arap devletleri ile İsrail'in ilk savaşı yaşandı. Bu savaşın sonunda İsrail Filistin topraklarının yüzde 78'ini fiili ve psikolojik savaşla, yani kanla kontrolü altına aldı. 1,4 milyon Filistinliden 800 bini mülteci konumuna düştü. Geri kalan yüzde 22'lik toprak (Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze) Ürdün ile Mısır arasında paylaşıldı. 1967'ye gelindiğinde ise İsrail, üç Arap ülkesine açtığı sürpriz savaşla 6 günde üç kat genişlerken Filistin topraklarının tamamını işgal etti. Bugün Filistinlilerin yarısı topraklarından uzakta mülteci olarak yaşıyor. Kalan yarısı da kendi vatanında İsrail'in uyguladığı türlü bastırma, yıldırma ve mülksüzleştirme politikalarıyla boğuşuyor. Şunu da bilmek gerekir; I. ve II. Dünya Savaşları ve özellikle Hitler'in Doğu Avrupa'da yaptığı soykırım olmasaydı İsrail 1948'de kurulamazdı.
Filistin'de gündelik hayat çok zor
Geçmişte özellikle İkinci İntifada yıllarında Batı Şerialılar, Gazzelilerle birlikte, abluka ve bombardımana maruz kalmıştı. Gazze'deki bu son soykırıma kadar - 1948 ve 1967'deki etnik temizlik hariç - İsrail doğrudan Filistinlileri öldürmek yerine hayatlarını çekilmez kılarak "gönüllü" olarak terke zorlamaya veyahut direniş ruhunu yok edip tamamen kendisine boyun eğdirmeye çalışıyordu. Bunun için en fazla ekonomik ve psikolojik harp yöntemlerini kullanıyordu.
Gazze'ye yönelik 16 yıldır devam eden abluka da bunun bir parçasıydı. İşgal ve abluka altında Filistin'deki hayatı anlatmak bir röportaja sığmaz. Şunu belirtmekle yetineyim. 1948 ve 1967 acı tecrübelerini yaşayan Filistinliler, İsrail işgali altında ne yaşarlarsa yaşasınlar ölüm pahasına- topraklarını terk etmemek için aktif veya pasif muazzam bir direniş gösteriyorlar. Direnemeyenleri de kınamamak gerekir; çünkü İsrail'in uyguladığı yıldırma taktiklerine tahammül edebilmek her yiğidin harcı değil.
İlk Siyonistler Protestan Hristiyanlardır
İsrail, ABD'nin şımarık çocuğudur, Batılıların bölgesel hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtır. Ama Almanya gibi soykırımın faili ve geçmişi kirli ülkeleri bir kenara bırakırsak, İsrail'i kuran ve bugüne kadar hayatta kalmasını sağlayan, aslında Protestan aklı, parası ve gücüdür. İlk Siyonistler de Yahudiler değil, Protestan Hristiyanlardır. Yahudi Siyonizm'i Hristiyan Siyonizm'inden on yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bugün de ABD'de - kahir ekseriyeti Cumhuriyetçileri destekleyen - Evanjelik Hristiyanlar Yahudilerden daha fazla İsrailcidir. Amerikan Yahudilerinin birçoğu İsrail'i eleştirirken Evanjelik Hristiyanlar kayıtsız şartsız destek vermektedir. İsrail'in kurucuları dönemin büyük gücüne sırtını dayamayı dış politikanın temel ilkesi haline gerektigetirmiştir. On yıllardır ABD'nin açık ara en çok maddi yardımda bulunduğu ülkedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana dünyada hiçbir devlet İsrail kadar çok dış yardım almamıştır desem herhalde yanlış olmaz. Bu arada İsrail ABD için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda
bir iç politika meselesidir. İsrail lobisi Amerikan iç siyasetinde önemli bir güçtür, kolay kolay hiçbir Amerikalı siyasetçi onları göz ardı edemez ve hilafına hareket edemez.
Batı'daki boykotlar İsrail için büyük tehdit
İsrail, imajına zannettiğimizden çok daha fazla önem verir. Kurduğu propaganda tekeliyle kendisi hakkında ürettiği hikâyeyi dünyaya yayar. Bu propaganda tekelinin özellikle Batı'da kırılmasını ve psikolojik savaşta inandırıcılığını yitirmeyi sindiremez. Geçtiğimiz mitingyıllarda İsrail'in ilan ettiği bir numaralı milli güvenlik tehdidi, 2005'te kurulan ve Batı'da giderek yayılan BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırım) hareketiydi. Onları HAMAS'ın roketlerinden daha tehlikeli görüyor. Donald Trump bu hareketi anti-semitik diye yasaklamıştı; ama ABD'de hala etkililer. İsrail, BDS üyelerini Yahudi bile olsa ülkeye sokmuyor. Kısaca İsrail kendisini boykot ve tecrit eden ve yaptırım uygulamaya çalışan her hareketten rahatsız. Bu arada size tavsiyem, Gazze'de savaş bittikten sonra da İslam dünyasının düştüğü mevcut halde doğrudan payı olan İsrail'i ve destekçilerini boykota devam edin. Altımızı oyan devletlere mecbur ve mahkum olmamalıyız. Batı'da mitingler ve eylemler bizdekinden çok daha profesyonelce, yaratıcı ve süreklilik içinde yürütülüyor. Biraz oraları örnek almamız lazım.
Siyonizm dini değil seküler bir ideolojidir
Enes Bayraklı/ Akademisyen, dış politika ve siyaset bilimi uzmanı
Batı medyasının İsrail'in yaptıklarına karşı tavrı tam bir utanç vesikası olarak tarihe geçti. Özellikle konvansiyonel Batı medyasının neredeyse tamamında ağır bir sansür uygulandığını, hatta İsrail'in Filistinlilere uyguladığı terörün medya üzerinden devam ettirildiğini gördük. Batı'da medya üzerinde de bir terör estirildi. Bu baskıdan dolayı BBC'de gazetecilerin tuvaletlerde ağladığını dahi duyduk. Çünkü Gazze'de olup biten yenilir yutulur bir şey değil. İsrail'in tarihi katliamlarla dolu fakat bu sefer bizim kuşağın örneğine benzerine rastlamadığı bir insani felaket ve katliam gerçekleştirdi. Sadece sivilleri değil, hastaneleri, ambulans konvoylarını, çocukları da vuruyor. Üst üste cesetler diziliyor, anneler feryat ediyor; bu manzara insan olan, vicdan sahibi olanın kaldırabileceği bir şey değil. Bu süreç Batı'da da basın mensuplarının vicdanları ile cüzdanları ve kariyerleri arasında sıkıştırıldıkları bir dönem oldu. Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde Gazze'deki olayların nasıl ele alınması gerektiğine dair İsrail'in hep masum ve mağdur gösterilmesi, Filistinlilerin saldırgan gösterilmesine, sivillere yönelik katliamlarda ve hastanelerin vurulmasında faillerin gizlenmesi gerektiğine dair bazı iç yazışmalar, yönergeler dışarıya sızdırıldı. Böylece haber ve bilgi akışındaki manipülasyonlarla Batılı kamuoyunun yönlendirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşandı ve yaşanıyor. İfade özgürlüğü üzerinden bütün dünyaya ders verip parmak sallayan Batılı ülkelerin ve özellikle medya kuruluşlarının sırçaları artık dökülmüş durumda.
Batılı değerler de enkaz altında kaldı
Bu çöküş sadece medya alanında gerçekleşmiyor. İfade özgürlüğü engelleniyor, Filistin'i destekleyen mitingler yasaklanıyor, toplanma özgürlüğü kısıtlanıyor, Filistin bayrakları yasaklanıyor, akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler ve vatandaşlar üzerinde baskı kuruluyor. Bunun da ötesinde uluslararası insancıl hukukun tamamen göz ardı edildiği ve çiğnendiği bir ortam oluşturuldu. İsrail'in saldırılarıyla Gazze'de gömülen sadece Filistinliler olmadı; orada Batı'nın Aydınlanmadan itibaren ortaya koyduğu ve dünyaya dikte ettiği bütün değerlerin ve müktesebatın da enkaz altında kaldığını gördük. Batı bütün ilkelerini, ahlaki değerlerini ve üstünlük iddialarını oraya gömmüş durumda. Olayın sıcaklığından dolayı bunun henüz farkında değiller ama yarın dönüp dünyaya ders vermeye kalktıkları zaman herkes Gazze karşısındaki tavırlarını yüzlerine çarpacaktır.
"40 bebeğin başı kesildi" yalanı
Gazze'deki bu katliamlar ve buna karşı verilen tepkiler insanlığın önünde bir sınav kağıdı gibi duruyor. Batılılar burada çoktan insanlığın ve tarihin önünde mahkûm olmuş durumdalar. Tabii burada Avrupa ve Batı açısından aynı zamanda apaçık bir ırkçılık söz konusu. Bu ırkçılığın başka bir yansımasını bugün Filistin meselesinde görüyoruz. İsrail'den başka hiçbir devlet uluslararası hukuku ve evrensel ilkeleri bugüne kadar hiç bu kadar açık seçik biçimde ayaklar altına almadı. Amerikalılar da Afganistan'da, Irak'ta sivilleri öldürdüler, insan hakları ihlalleri yaptılar fakat ben onların hastane vurduklarını hatırlamıyorum. Bugün Gazze'de olan başka boyutlarda bir facia. İsrail savunma bakanı çıkıp "hayvanlarla savaşıyoruz" dedi. Bunu dediği zaman, ona göre, her türlü müdahale meşru hale geliyor. Bunu desteklemek için "40 bebeğin başı eksildi" yalanıyla başlayan İsrail kaynaklı muazzam bir dezenformasyon faaliyetinin devreye sokulduğunu gördük. İşte bu sözün bittiği noktadır. Bu çifte standart, bu ikiyüzlülük dolayısıyla artık mızrak çuvala sığmaz hale geldi. Bunun Batı açısından kısa, orta ve uzun vadede ağır sonuçları olacak. İsrail için takındıkları yanlı tavır Avrupa ve Batı'nın insan hakları şampiyonu ve merkezi olma iddialarının altını tamamen boşalttı.
İslam dünyasına antisemitizm tuzağı
İsrail lobisinin ciddi bir etkisi var ama onun ötesinde İsrail'in Orta Doğu'da Batılıların İslam dünyası üzerindeki tahakkümünü sağlayan bir garnizon devlet olarak dizayn edilmiş olmasının da bir etkisi var. İsrail'in çıkarlarını kendi çıkarlarıyla özdeşleştirmiş durumdalar. Netanyahu'nun da Batılı devletlere "Bu savaşı biz kaybedersek, siz de kaybedersiniz" demesi buna dayanıyor. Bu yaklaşımı eleştiren entelektüeller ve gazeteciler de var ama onlar da çok ağır baskı altında, marjinalleştirilmiş durumdalar. Bu konjonktürde Avrupa aşırı sağı ile İsrail aşırı sağının bağlantı içerisinde olduğunu görebiliyoruz. Oysa Holokost'u yapan Avrupa aşırı sağıydı ve İsrail sağı 2000'lere kadar onlara çok mesafeliydi. Aslında ikisi birbirine düşmandı ama 11 Eylül sonrası konjonktürde İslam düşmanlığı alıp yürüyünce bu iki aşırı sağın ortak düşman konseptinde yakınlaşmaya başladığını görüyoruz. Şu anda İslamofobi endüstrisini bu iki aşırı sağ birlikte besliyor. Sürekli bir Haçlı seferleri retoriği kullanarak, meseleyi sürekli bir din çatışmasına dönüştürerek İslam dünyasını da bir antisemitizm tuzağına çekmeye çalışıyorlar. Bunu başardıkları zaman da Müslümanlar ile Nazileri eş düzleme yerleştirecekler. Siyonizm temelinde dini bir hareket değil, seküler bir ideolojidir. İsrail de sömürgeci bir devlettir, Batı'nın Orta Doğu'da uzantısı olarak kurulmuştur, bir garnizon devlete dönüşmüştür ve Batı'nın İslam dünyasında kurduğu tahakkümü devam ettirmek için bir araçtır