DEPREM SONRASI RUHUN YARALARINI SARMAK
Tüm bildiğimiz, öğrendiğimiz ve hissettiğimiz şeylerin dışında büyük bir acı ile karşı karşıyayız. Bizi bu kadar korkutan ve endişelendiren şey, içinde taşıdığı belirsizlik ve her an yeniden olacak korkusu. Yaşadığımız iki büyük deprem ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen şiddetli artçı depremler tüm Türkiye'nin, özellikle de afet bölgesindeki insanların duygu durumunu, dengelerini ve güvenlik algılarını tarumar etti.
Göçük altından çıkıp bir çadıra yerleşiyorsunuz, hava buz gibi, etrafınızda acıdan kırılmış insanlar ve sonrasında bastığınız zemin kıyamet sahnelerindeki gibi sallanmaya başlıyor, çadırdaki sobanız, bardaklarınız, tencereniz yeniden devriliyor, çocuklarınız yeniden ağlıyor, insanlar kaçışıyor ve tüm bunlara rağmen siz ayakta kalmaya çalışıyorsunuz. Bu tahammül edilmesi ve hatta tahayyül edilmesi bile son derece zor bir durum. Fakat şu anda afet bölgesindeki vatandaşlarımız bunu canlı ve şiddetli bir biçimde yaşıyor.
Dünya kendini hatırlatıyor
Deprem sonrasında ekranlara yansıyan şehir görüntüleri içimizi acıtıyor. Kıyamet filmlerindeki sahneleri andırıyor birçoğu ve sahiden de bu durum birçok insan için bir kıyamet oldu. Olur, burası dünyadır ve kendini sık sık hatırlatır. Burada önemli olan şey herkes kendi canının derdine
düşmüşken kıyameti yaşayan kişilere el uzatmaktır. O eli uzatıyoruz ve geri çekmeyeceğiz.
Freud, üç yaşındaki bir çocukla teyzesi arasında geçen şu konuşmayı aktarır: Çocuk gece karanlıkta yattığı odadan seslenir: "Teyzeciğim konuş benimle, korkuyorum, çok karanlık." Teyzesi: "Ne faydası olacak, beni görmüyorsun ki" der. Çocuk: "Olsun" der "birisi konuşunca aydınlık oluyor."
Şu zor günlerde gücüm yettiğince birilerine aydınlık olmak, yalnız olmadıklarını hissettirmek için yazıyorum. İnsanî ve bilimsel ışığı takip ederek gün gün depremi, insanı, yas sürecini yazmaya çalıştım. Umarım yazdıklarım, hatırlattıklarım, ricalarım birilerine faydalı olur.
Afet sonrası; ağlama nöbetleri, kâbus görme, uykusuzluk, sinirlilik hali, deprem anını yeniden yaşama gibi durumlar anormal bir duruma verilen normal tepkilerdir. Sıklıkla 30 gün içerisinde hafiflemesini bekleriz. Yanınızdayız, hepsini konuşup çözüm arayacağız. Yalnız değilsiniz.
Afet sonrası travmalarda stres bozukluğunu doğuran en önemli faktörlerden birisi de afetzedelerin kendilerini yalnız, unutulmuş ve çaresiz hissetmeleridir. Devletimizin, STK'ların ve vatandaşların tüm gücüyle sahada olup "yalnız değilsiniz" mesajını vermesi oldukça mühim. Yapılan araştırmalar afet sonrası devlet yetkililerinin hızlıca sahaya inmesi ve sorumluların cezalandırılması travma sonrası stres bozukluğunu bir ölçüde engeller.
Lütfen kötü örnekleri ön plana çıkartmak, konuşmak yerine; iyilikleri, fedakârlıkları ve umudu anlatalım, paylaşalım, gösterelim. Afetzedelerin görmek istediği şey yağma görüntüleri ya da fırsatçı satıcılar değil, kendileri için samimiyetle uğraşan, koşturan, dua eden insanımız.
Dünyalık tartışmaları bırakın
Depremde sevdiklerini kaybetmiş veya yakınlarını hâlâ kurtaramamış insanları ilk aşamada sadece dinleyin, akıl vermeyin, acı yarıştırmayın, "haline şükret" demeyin. Yanlarında durun, gözlerine bakın, temel ihtiyaçlarını karşılayın ve saygıyla acılarını kucaklayın.
Siyasi figürlerden rica ediyorum, lütfen ve lütfen şu dünyalık tartışmaları bir kenara bırakın, ayıptır. Cenazelerimiz hâlâ toprak altında, binlerce kişi öldü, yas tutuyoruz. Cenaze evindeyiz, ölüye ve cenaze sahiplerine az da olsa hürmet edin, anlayın, saygı gösterin, lütfen.
Yan yana duracağız. Belki o büyük yaralar, acılar hiç unutulmayacak, belki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve her şey kötüye gidecek ama biz yan yana duracağız. Acıyı da, gözyaşlarını da, umutsuzluğu da, yasımızı da yan yana yaşayacağız, kimseyi yalnız ve geride bırakmayacağız.
Arama kurtarma ekiplerinin enkaz altındaki yetişkinler ve çocuklarla kurdukları iletişimi hayranlıkla izliyorum, müthiş bir profesyonellik. Psikolojik ilk
yardımı enkaz altında başlatıyorlar, var olsunlar. Sonsuz minnet ve sevgiyle.
Olaydan beş gün sonra üç afetzede ile görüştüm. Üçünün de ortak üzüntüsü evlerini değil; geçmişlerini, hatıralarını ve bağlarını kaybetmiş olmalarıydı. Terapistlere, edebiyatçılara ve sanatçılara geçmişi inşa etmek noktasında çok büyük bir iş düşecek. Buna hazırlıklı olmalıyız. Yeri gelmişken hatırlatalım ilk ay içerisinde afetzedelere geleneksel psikoterapiler uygulanmaz. Bunun yerine Psikolojik İlk Yardım (PİY), Psikolojik İyileşme Becerileri (PİB) ve Psikolojik Eğitim (PE) programları uygulanmalıdır.
Kitlesel travmalarda sahada güvenlik ve düzen sağlanmazsa söylenti ve dedikodu artar. Bu durum da bireysel değil daha yıkıcı olan grup katharsisini
tetikler ve bu öfke bir gruba, ırka, topluluğa kolayca kayabilir. Bu durumun eşiğindeyiz, lütfen dikkatli olalım.
Nezaket hayat kurtarır
Afet sonrasında kişilerin manevi sorgulamaları artabilir, inanç, ibadet ve ritüeller terk edilebilir. Aile üyeleri ve saha çalışanları lütfen bu noktada kişilerle tartışmasın. Bu beklediğimiz bir durum çünkü korteks devre dışı kalır ve kişiler alt beyin ile hareket eder. Travma korteksi devre dışı bırakabilir bu da düşünce, hafıza, farkındalık ve dikkatin devre dışı kalması demektir. Alt beyinle hareket eden kişinin odak noktası ise sadece hayatta kalmaktır ve bu bölüm sıklıkla kontrolsüz davranışlara sebep olur. Afet bölgesinde bulunan siyasiler, saha çalışanları ve yardımseverler lütfen afetzedelerin
hem bilişsel hem ruhsal hem de fiziksel olarak yaralandıklarını unutmayın. Her türlü şikâyete, yakınmaya, eleştiriye açık olup sakince dinleyin, fevri hareket etmeyin.
Yardımları afetzedelere ulaştırırken son derece dikkatli ve nazik olmalıyız. Kişiyi yardım almaya zorlamayalım, eline tutuşturmayalım, "al al lazım olur" şeklinde yaklaşmayalım. Kişinin yardıma ihtiyacı olabilir ama ruhsal olarak o yardımı almak için hazır olmayabilir. Afetzedeye, yardıma nerede ve nasıl ulaşabileceğini topluluk dışında, bireysel olarak anlatmak, üst bir tavırla yaklaşmamak, aynı kaderi paylaştığımızı ve hep yanında olduğumuzu hissettirmek yardım dağıtımlarında oldukça önemlidir. Unutmayalım: Nezaket hayat kurtarır.
Büyük bir çoğunluğumuz son dönemde temel ihtiyaçlarımızı karşılayabildiğimiz için suçluluk ve utanç duyuyoruz. Bu duygu elbette ki şemalarımızla da ilişkilidir ama bütüne dair bir sebep değildir. Suçluluk hissediyoruz çünkü bir kalbimiz ve merhametimiz var. Suçluluk hissediyoruz çünkü kolektif bilinçdışıyla tüm insanlık birbirine bağlıdır ve akrabadır. Hatay'da, Berlin'de, Abuja'da bir çocuğun canı yansa hepimizin canı yanar, tadımız
kaçar, günümüz kötü geçer çünkü o çocuk bir yandan da bizim akrabamızdır, tanıdığımızdır.
Şu an on binlerce çocuğumuzun, akrabamızın, komşumuzun canı yandı. Kötü hissetmek doğaldır ve bu travma sonrası hayatta kalmanın doğal suçluluğu, acısıdır. Hâlâ üzülebiliyorsak, hiç tanımadığımız insanların acısı kalbimize işliyorsa, bir fotoğraf karesi yemeden içmeden soğutuyorsa bizi bu sevinçli bir haberdir, kalpsizliğin ve merhametsizliğin hüküm sürdüğü bir çağda üzülebilmek, utanabilmek bir kalbimiz olduğunun nişanesi, müjdecisidir.
Hayat şifasını "biz" diyenlere açar
Bazı ruh sağlığı uzmanları afet zamanı kendimizi iyi hissetmemiz için tavsiyelerde bulunuyor. Bırakın biraz da mutsuz olalım, kötü hissedelim, suçluluk duyalım. Hayat İngilizceden tercüme edilmiş popüler psikoloji kitaplarındaki kadar pembe, kolay ve acıdan arındırılmış değil. Pop- Psikoloji; her durumda kendinim önceleyen, sürekli iyi hissetmek isteyen, acıyı reddeden, haz odaklı, hayatın gerçeklerinden kopuk bir insan türü doğurdu. Atladıkları şey şu: Hayat "önce ben diyenlere" değil, "biz" diyenlere açar sırrını, şifasını.
Birbirimizin varlığına, dostluğuna, orada oluşuna, mesajına, anlayışına, sesine, nefesine, gözyaşlarımızı silmesine, "korkma ben varım" demesine, sessizce acımızı dinleyişine fazlasıyla ihtiyacımız var şu günlerde. Çünkü yas ancak birine yaslanınca iyileşir, sakinleşir.
Sevdiklerimiz ya da çocuklarımız ağlarken onları lütfen susturmaya çalışmayalım, ağladıkları için zayıf hissettirmeyelim, acıyan gözlerle bakmayalım. Saygıyla ve sessizce yanlarında olalım. Ağlamak duygunun boşalımı, acının sağaltımı demektir. Ağlamak iyileştirir.
Çocukların, yaşlıların, anne-babaların en düşkün, çaresiz, yaralı, yalnız ve duygusal boşalım yaşadığı anlara kamera çevirmeye, kaydetmeye ve paylaşmaya son verelim artık. Bu insanlar hayatlarına dönecekler. Onların sonraki yaşantılarına bu çaresiz anıları lütfen kazımayın.
Saygıyla hatırlatalım: Kişi, ölene kadar sevdiğinin yasını tutar, unutamaz ve atlatamaz ama onunla yaşamayı öğrenir. İyileşiriz ve sevdiğimizin acısı etrafında kendimizi yeniden inşa ederiz. Parçalanmış kalbimiz yeniden tam olur ama asla aynı kişi olamayız.
Yaşadığımız topraklar tarih boyunca acının, yasın ve travmaların merkezi oldu. Dolayısıyla bu zorluklarla başa çıkmada kolektif bir becerimiz, metanetimiz ve gücümüz var. Yeter ki konuşalım, bastırmayalım, anlatalım. Çünkü yas dile gelince iyileşir.
İyilik dediğimiz, herkesin kendi gücü ve imkânı nispetinde yaptığı şeydir. Afet bölgesi şu an 10 il değil tüm Türkiye'dir. Sokağımızda, yol ortasında duran bir taşı, "belki yardıma giden araçlara zarar verir" düşüncesiyle alıp kenara koymak bile bu zamanda büyük iyiliktir. Ek: Afet bölgesi
sadece Türkiye değil kendisini bu topraklara ait hisseden, kalbi burada atan her insanın bulunduğu ülkedir, coğrafyadır.
Güvenlik algımız yok oldu
Depremde evlerini, şehirlerini, işlerini kaybeden vatandaşlarımız bir şeylere muhtaç değildir. Bizler sadece elimizdeki ve gönlümüzdekini onlarla paylaşan kişileriz, bir mertebemiz yok. Yardımlarımızı ve söylemlerimizi lütfen bu hassasiyet üzerine kuralım, yapalım.
Hissettiğimiz travmayı ağırlaştıran kritik durumlar yaşandı: Depremin şiddeti, kısa sürede 2. defa tekrarlaması, artçıların dinmemesi, mevsim şartları, çok geniş bir bölgede hissedilmesi, yardım kavgaları ve etnik kışkırtmalar. Fakat şu an en büyük problem artçıların bir türlü dinmemesi. Afetzedelerin ve hepimizin güvenlik algısı yok oldu. Güvenlik algımızın yeniden oluşması ve kuvvetlenmesi için artçıların bir an önce sona ermesi yani travmaya sebebiyet veren durumun tekrarlamaması gerekiyor.
Psikososyal olarak 1999 Depremi'nden daha büyük bir yıkımla karşılaşacağımızı ve çalışmalarımızı buna göre şekillendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü travmayı derinleştirecek her faktör ne yazık ki yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. En büyük şansımız psikososyal olarak 99 Depremi'ne göre daha güçlü bir saha ekibimizin olması. EMDR, BDT ve çeşitli ekollerde uzmanlaşmış bir sürü terapist dostumuz, hocamız, derneğimiz var. Ve şu an muhteşem bir özveri ile çalışıyorlar.
Depremden etkilenen her vatandaşımız şu konuda emin olsun; yaşadığınız bu ruhsal sıkıntı ve travmalar ile ilgili bir uzman sizinle muhakkak ilgilenip yardım edecektir. Konuyla ilgili büyük bir güçle çalışıyoruz. Bu da bizim milletimize borcumuzdur, layıkıyla ödeyeceğiz. Günlük rutinlere dönerken cenaze evlerini, yıkılan hayatları, dağılan aileleri, hâlâ sevdiklerinin cansız bedenine kavuşamayanları unutmayalım. Paylaştıklarımızda, yaptıklarımızda bu hassasiyeti koruyalım. Hatırlayalım ve unutmayalım: Acıyı hafifleten saygı, empati ve anlayıştır.
İyileşmenin yolu hatırlamak ve yas tutmaktır. Fakat unutmamamız gereken şey şu: İyileşmenin ve yas tutmanın da bir zamanı ve zemini vardır. "Hadi şimdi iyileş ve normalleş" demek, yas tutana, acı çekene en büyük kötülüktür. Susmak ve zamanı seyretmek böyle vakitlerde şifadır
Bizi bağlayan acılardır
İnsan, çağın ruhuna uygun olarak sürekli bir şeyler yaparak, söyleyerek iyileştirici olabileceğini düşünüyor. Oysa bu her zaman işe yaramaz. Sessizliğin iyileştiriciliğini, hâl dilinin ne demek olduğunu yeniden düşünmemiz, hatırlamamız ve tatbik etmemiz gerekiyor.
Psikolog Kiran Rao felaket turistlerinden bahseder bir makalesinde. Yardım güdüsünden ziyade kahramanlık statüsüne erişmek ve vicdanî doyumu sağlamaya çalışan kişilerden. Bu kişiler; kaynakların tüketilmesine, umutsuzluğa, ekip ve halk motivasyonunun yitirilmesine sebep olur. Afet bölgelerinde, yıkıntı ve çadır önlerinde anlamsız bir biçimde sırıtan, yakışıklı montları, polarları, gore-tex botlarıyla poz veren felaket turistlerini görmeye başladık. Afet bölgeleri yüce gönüllülükle bizim kurtuluş götürdüğümüz, ihsanda bulunduğumuz yerler değildir. Orada yıkılan evler; senin, benim, dostlarımızın evi. Oraya; kibirle, kurtarıcı rolüyle bir muhtaciyeti gidermeye değil, yıkılan evimizi, artçılarla çadırda devrilen sobamızı ayağa
kaldırmak, beraber yas tutmak için gidiyoruz.
İnsanlar dünya ile kurduğu tüm bağlarını yitirmişken bizlerin sırıtarak paylaştığı fotoğraflara, şarkılara, manzaralara, başarılara, aşklara, tebriklere ihtiyacı yok. Elbette iyileşeceğiz, toparlanmaya çalışacağız, yaralarımızı saracağız ama her şeyin bir zamanı, yeri ve yaşanma biçimi var. "Günlerdir depremi konuşuyorsunuz, artık yetti, şimdi beni konuşmanın zamanı geldi" çırpınışı bazen de kişinin travmaya verdiği donuklaşma olabilir.
Ama buna rağmen kişinin bu tepkiyi sosyal medyada vermemesini insanî olarak rica eder ve bekleriz.
Toplumu ayakta tutan, birbirine bağlayan şey mutluluklar değil acılardır, beraber yas tutmaktır. Ve şu aşamada bizi iyileştirecek tek şey oturup beraber yas tutmaktır. Acının, ölümün, kaybın, yıkımın, cenaze evinin bir edebi, raconu, usulü vardır. Bunu tekrar hatırlatmalıyız. "Burası benim kişisel sayfam, onlar da bakmasın görmesinler sırıtan fotoğraflarımı, yaptığım paylaşımları" diyebilirsiniz.
Objektif olarak evet haklısınız ama insanî olarak değilsiniz. Acı bizi bulmadan, o acı evimizin tam ortasına gelip kurulmadan yasın ne demek olduğunu, ölümün insana ne hissettirdiğini düşünmemiz ve izleyip o acıyla hemhâl olmaya çalışmamız gerekiyor. Aksi halde hazırlıksız yakalandığınızda o büyük acı sizi tarumar edebilir. Aynı acı etrafında sessizce oturup yasımızı beraber tutabilmenin umuduyla.