ROBOTİK AYDINLAR HALKA NASIL YABANCILAŞTI?
Türkiye'de Batılılaşmanın tarihi aşağı yukarı üç asır geriye, III. Ahmet dönemine kadar dayandırılır. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye
başladığı bu yıllarda amaç, başta askeriye olmak üzere belli başlı hantallaşmış kurumlarda Avrupa örnek alınarak değişiklikler yapmak, yenileşmeye gitmekti. Avrupa'dan uzman ve mühendisler getirilerek kara ve deniz mühendishanelerinin açılması, Tophane'nin ve tersanenin yeniden düzenlenmesi, askerlikle ilgili kitapların tercümesi, Avrupa ülkelerinde sürekli elçilikler açılması gibi bir dizi yenilik getirildi.
Burada hedef gelişen Avrupa devletleri karşısında güçsüzleşen, toprak kaybeden imparatorluğu toparlamak, çağa ayak uydurarak eski güçlü haline yaklaştırmaktı. Batı'ya benzemek ya da Batı'yı kopyalayarak olduğu gibi Osmanlı'ya taşımak değil, onun gelişen yönlerinden faydalanıp devleti sağlamlaştırmaktı. Fakat ilerleyen dönemde bu hedeften ötesi gerçekleşti.
Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Batıcı modernleşme saplantısı Harbiye ve Tıbbiye'nin açılması, Yeniçeri Ocağı'nın dağıtılıp yeni bir ordu kurulması gibi
yenilenmelerle Batılılaşma serüveni ekonomi, bilim, kültür-sanat, idare ve Tanzimat Fermanı'yla (1839) hukuk alanlarına da sirayet etti. Özellikle vergi ve yargı alanında ilan edilen değişikliklerle imparatorluğun gayrimüslim uyruklarına tanınan haklar genişletildi. 1856 ve 1861 fermanlarıyla birlikte 19. yüzyıl uygulamaları devletin kendini yenileme çabalarının yoğunlaştığı bir kabuk ve öz değiştirme girişimlerine dönüştü. Elbette devlet katında gidilen bu yenilenme hareketlerinin toplumsal dokuya sirayet etmemesi düşünülemezdi. Hem kültür ve edebiyat alanında hem de gündelik hayatta Batılılaşma hâkim görüş oldu. Ancak önceki yüzyılda zayıflayan devleti yeniden güçlendirmek amacı güden bu görüş artık tamamen "Batıcılık" haline gelmeye başladı. Hem edebi eserlerde hem diğer matbuatta hem de idari kadroda, "kurtuluşun tek yolunun Batı'ya benzemek" olduğu fikri ağır basar oldu.
Fikir üreten entelektüel çevrelerin neredeyse tamamı Batı'nın ekonomik ve teknolojik üstünlüğüne boyun eğmiş, bu üstünlüğün de üstyapı
kurumlarından ileri geldiğini savunur olmuşlardı. Böylece giderek Batılı düşünceyi olduğu gibi ithal etmenin "kurtuluşu" getireceği fikri yerleşti. Ancak
kendi doğal mecrasında değil, tepeden aşağıya yürütülen bu süreç eşyanın tabiatına aykırıydı ve toplumsal yaşamda ikiliklere, yozlaşmaya, kendi toplumuna yabancılaşan bir aydın birikimine götürdü.
Bu duruma eleştirel yaklaşan aydınlar ve eserleri arasında Recaizade Ekrem'in Araba Sevdası, Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'i, Yakup Kadri'nin Kiralık Konak'ı en bilinen örnekler olarak sayılabilir. Girilen yeni yol 20. yüzyılda da Jön Türkler ve İttihatçılık eliyle devam etti. Cumhuriyetle birlikte ise Batı adeta bir "kıble" olarak kabul edildi. Bunun dışına çıkmak ayıplanan, aşağılanan, hatta giderek yasaklanan bir tutum ve davranış olarak görüldü.
Dayatılan hızlı dönüşümler
Elbette yine de eleştiren aydınlar çıktı. Örneğin, Ahmet Hamdi Tanpınar Batıcılığın menfi etkisini değerlendirirken "Hakikat şudur ki Tanzimat'tan
beri Türk cemiyeti ve Türk insanı, nasıl hayatındaki ikiliğin doğurduğu bir benlik buhranı içinde kalmışsa, Türk edebiyatı da bu cinsten bir ikiliğin tesiri
altındadır" diyor; yukarıdan aşağıya medeniyet değişiminin, özellikle dil alanında bir kriz halini aldığını vurguluyordu. Kemal Tahir gibi az sayıda aydın
ise Batıcılığın imparatorluğun çöküşünü hızlandıran asıl unsur olduğunu savunuyordu. Tahir, dağılan imparatorluk sonrası Türk aydınının kendi toplumuna yabancılaşmasını en iyi anlatan romancılarımızdan biridir.
Milli Mücadele'nin kazanılması ve yeni yönetim sisteminin kurulmasıyla birlikte, toplumun yukarıdan aşağıya Batıcı "modernleşme" yoluyla dönüştürülmesi adeta bir "saplantı" haline geldi. Belki biraz da geç kalmış olma ve "az zamanda çok iş yapma" dürtüsüyle hayatın tüm
alanlarında çok hızlı dönüşümler dayatıldı. Çeşitli Avrupa ülkelerinin kanunları olduğu gibi alınarak tercüme edildi ve yüzlerce yıldır uygulanagelen hukuk sistemi bir kenara bırakılarak rejime monte edildi.
Örneğin hukuk tarihi derslerinde Roma Hukuku okutulurken, öğrenciler kendi yaşadığı topraklarda yüzyıllarca uygulanmış İslam-Osmanlı hukukundan bihaber eğitim gördüler. Üstelik tüm öğrenciler Fransızca, Almanca, İngilizce bilemeyeceği için o dillerde yazılmış hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi gibi konuları derinlemesine öğrenme imkânına sahip olamadı ve sadece buralardan alınan kanunların ve sınırlı kitapların tercümesiyle yetinmek zorunda kaldı.
Kendini ülkenin tek sahibi gören seçkin sınıfın oluşumu
Gündelik hayatta ve kültürel alanda da akıl almaz dayatmalar gerçekleştirildi. Giyim kuşamın zorla değiştirilmesi (şapka kanunu gibi), yüzlerce yıllık alfabenin yasaklanması, herkesin kullandığı unvanların kaldırılması, geleneksel tekkelerin, cemaatlerin kapatılması, Türk müziğinin yasaklanıp radyolarda mutlaka klasik Batı müziği çalma zorunluluğunun getirilmesi gibi toplumun bünyesine yabancı unsurlar dışarıdan zerk edilmeye
çalışıldı.
Tüm bu uygulamalar toplumun msınırlı bir kesimi tarafından "şehvetle" benimsenirken geriye kalan büyük halk yığınlarınayabancı kalmaya devam etti ve keskin bir ayrışma ortaya çıktı. Böylece bir yanda yükselen bir seçkin sınıf yaratılırken diğer yanda neredeyse sadece vergi
ödemek ve askerlik yapmak görevleriyle var olabilen geniş kitleler oluştu.
Bu tepeden bakışın, kendisini ülkenin tek sahibi kabul eden zihniyetin en açık ifadesini Prof. Dr. Türkan Saylan'ın çıkışında görmüştük. Basına
verdiği bir demeçte aynen şunları söylemişti: "Çoğunluğa sahip diye anayasayı nasıl değiştirebilir? Biz asılız. Bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir." Saylan Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey'in kızıdır ve geldiği sınıfın halka bakışını, başka söze yer bırakmayacak açıklıkta dile getirmiştir.
Bu seçkin sınıfın kendini sağlama alma çabalarından birine 1960'lı yıllarda rastlanır. Mühendis bir hukukçu ABD'de algoritma eğitimi almaya gidip
yurda döner. Amacı mahkeme kararlarının Kemalizm'e aykırı olmasını engelleyecek bir algoritma üretmek ve bunu bir makineye yükleyerek
oluşabilecek "insan hatalarının" önüne geçmektir. Böylece hâkimlerin görüşü ne yönde olursa olsun o makineden geçmeyen hiçbir karar
onaylanamayacaktır. Daha sonra bu fikrini dönemin generallerine "brifing" şeklinde sunan bu mühendis, çalışmalarına 1970'lerde de devam eder (Aktaran: MÜHF İdare Hukuku Öğretim Üyesi ve YÖK üyesi Prof. Dr. Hasan Nuri Yaşar).
Yukarıdan dayatmayla halkı engellemek
1950'deki ilk serbest seçimlerde milletin Demokrat Parti'yi ezici bir çoğunlukla seçmesinin ardından bu sistemle bir daha iktidara gelemeyeceğini anlayan yönetici sınıf, halkın konulan kuralların dışına çıkamaması için "robotik Kemalizm" diyebileceğimiz böyle absürt yöntemler arayışına bile
girmiştir.
Türk aydınının millete yabancılaşmasının şahikası sayılabilecek bu örneklere, son 20 yıllık AK Parti hükümetleri döneminde giderek azalsa da
rastlamak mümkün. Başörtüsü konusu bunların başında geliyor. 2023'te Cumhuriyetin 100. yılına girdiğimiz şu günlerde bile hala bir anayasa değişikliğiyle güvence altına alınması beklenen bir konu olarak, uzun yıllardır kamuoyunu meşgul eden devasa bir soruna dönüştürüldü.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların yüzde 60-70'inin başını örttüğü bir ülkede, başörtülü kadınlara eğitimden sağlığa, sanattan akademiye, kamuda çalışmaya kadar pek çok alanın kapıları kapalı tutuldu. Böylece "alt sınıf" olarak görülen kesimin sisteme dâhil veya görünür olması yine yukarıdan dayatmayla engellenmiş oldu.
Millete yabancılaşmış aydın tipi
Güncel birkaç örneğe daha bakarak yabancılaşmış aydın tipinin halktan ne kadar kopuk olduğunu özetleyelim. Terörle mücadelede yeni konsept çerçevesinde, Suriye'ye sınır ötesi operasyonlar düzenleneceği sırada bu aydınlar ve siyasetteki temsilcileri operasyonlara yüksek sesle karşı çıktılar. Bildiriler yayınlandı, sınıra desteğe giden sanatçılara ana muhalefet lideri ağzından "yalaka" gibi çirkin ifadeler kullanıldı. Oysa terörden bıkmış halkın büyük çoğunluğunun desteklediği operasyonlar başlarken yaşlı nineler askerlere çorap örüyor, çeşitli illerden çiftçiler ürünlerini kamyonetlere yükleyip sınıra getiriyor, çoluk çocuk, genç yaşlı yol kenarlarına dizilip askeri selamlıyor, millet askerini adeta düğüne yollar gibi uğurluyordu.
40 yıllık Karabağ sorununun çözümünde ve yine terörle mücadelede oyun değiştirici role sahip İHA ve SİHA'lar konusunda da milletle ayrı
düştüler. Çoğunluğun sempatiyle baktığı bu teknolojik gelişmeleri önce küçümsediler. Bunların maket olduğunu, marketten alınan malzemeyle bile yapılabileceğini iddia ettiler. İktidara gelmeleri halinde bunları engelleyeceklerini ima eden açıklamalara rastladık. Oysa sadece Türk halkı değil dünya kamuoyu da bu aletlerin başarısını görmezden gelemedi. Türk aydını alay ederken Ukrayna ordusu Bayraktar marşları yazıyordu. Aynı şirketin öncülüğünde düzenlenen Teknofest yarışmalarına bugün milyonlarca genç katılıyor.
TOKİ'nin düzenlediği cumhuriyet tarihinin en büyük konut kampanyasında aynı zihniyet yine bunun yapılamayacağı, taksitleri halkın ödeyemeyeceği gibi temelsiz iddialarla ortaya çıktı. Oysa kampanyaya sekiz milyon başvuru oldu. Bugün yenileri düzenleniyor.
Yılların rüyası yerli otomobil konusundaysa iyice komik duruma düştüler. TOGG'un fabrikasının bile olmadığını anlatan nice yazılar yazıldı.
"Neresi yerli?" diye soruldu. Ancak Başkan Erdoğan günü geldiğinde direksiyona geçip fabrikanın açılışında o otomobili bizzat kullandı. Diğer yandan 100 yıldan fazladır bulmaya çabalanan doğalgaz ve petrol rezervleri hakkındaki sayısız tezvirat hala sürüyor. Hâlbuki rezervler bulundu, borular döşendi, tesisler tamamlandı ve önümüzdeki ay ilk gazın ülkeye dağıtımına başlanıyor.
Halktan uzaklaştığının farkında bile değil
Ülkenin yüzde 90'ının mutabık olduğu PKK-HDP ilişkisi konusunda bile sudan sebeplerle inkâr yoluna gittiler, gidiyorlar. HDP'nin eşbaşkanlığını yürüten Mithat Sancar "Bizim PKK'yle en ufak bir bağlantımız yok" diyebiliyor. Bu kişi anayasa profesörü. Başka bir mecrada yol yürüse belki de Anayasa Mahkemesi'nde üye bile olabilirdi. Aynı partideki bir başka Profesör Erol Katırcıoğlu da "Bizim tabanımız PKK ile anneyle çocuğu gibidir. Bunları nasıl ayıralım?" derken yüzde 90'lık halk kitlesinden ne derece uzaklaştığının farkında bile değil. Bu yaklaşıma muhalif entelektüel camiadan en ufak bir eleştiri dahi duyulmazken, bir çığlığa dönüşmüş Diyarbakır Anneleri'ne de en küçük destek görülmüyor.
Bugün geldiğimiz noktada muhalif aydın tipi hala aynı hastalıktan mustarip olsa da artık toplumun ezici büyük çoğunluğunun hilafına iktidar olamayacağını anlamış görünüyor. Bunu, geniş yığınları temsil eden Cumhur İttifakı'na karşı oluşturdukları "Altılı Masa"ya bakarak söyleyebiliriz.
En azından toplumdaki "vasatı" dışlayarak değil, ona benzer görünmeye çalışarak faaliyet yürütüyorlar. Çünkü onlar yıllar boyu toplum mühendisliğiyle uğraşırken ana gövdenin temsilcileri, bir yandan bu mühendislikle mücadele etti, bir yandan da tüm alanlarda ülkenin gelişmesi için çabaladı ve başardı. Millet nezdinde de kabul gördü.
Erdoğan liderliğindeki AK Parti sistemi bir yapı-söküme uğrattı. Kurumları yıkmadı, aşındırmadı. Aksine yeniledi, güçlendirdi ve "depreme" (her türlü darbeye) dayanıklı hale getirdi. 300 yıllık yabancılaşma serüveninin sonunda, belki Türk aydını da önümüzdeki yıllarda bundan nasibini alacaktır. Zaten bunu da beceremezse iyice küçülmüş marjinal bir azınlık olarak belki biraz sanatın, biraz da siyasi tarihin konusu olmaktan öteye geçemeyecektir.