KAYBEDERKEN NEYİ KAZANIRIZ?
İnsanın ruh yelpazesini ve renkliliğini en iyi anlatan dizelerden biri Âşık Hüseyin'e ait kanımca: "İnsan kısım kısım, yer damar damar". Dünyadaki insan sayısı kadar dünya sayısı vardır aslında. Her insan ayrı bir dünya, ayrı bir kimlik ve ayrı bir mucize. Çevremize bu nazarla bakmaya başlayınca nezaketimiz, hoşgörümüz ve anlayışımız genişliyor, biricik olan insana yaklaşımımız değişiyor, anlam kazanıyor. Toplulukları ayrı ayrı değil de aynı ve yığınlar halinde görmeye başlayınca insanın bir kıymeti kalmıyor ve eşrefi mahlûkat olan insan, hızlıca önemsiz rakamlara dönüşüyor.
İnsan biriciktir fakat bu biriciklik hali de kendi içinde katmanlara ayrılır, derinleştikçe insanın farklı yüzleri, kimlikleri, düşünceleri görünür. Bazen en yakınınızı bile tanıyamazsınız, "ondan bunu beklemezdim" diyerek iç geçirirsiniz, oysa insan sadece göründüğü değil görünmedikleridir de. İhtimaldir ki sizi hayal kırıklığına uğratan insanın zaten böyle bir yönü, kimliği vardı, sadece gün yüzüne çıkması için gerekli koşulları bekliyordu ve oldu.
Sadece olumsuz manada değil olumlu manada da insan şaşırtır. Misal şiir yazmaya başladığım ilk yıllar.
Çevremdekiler uzun bir süre şiir yazdığıma ve bunları yayımladığıma inanmadılar. Sanırım onların gözünde duygularını gizleyen, kendisiyle ilgili pek paylaşım yapmayan biriydim ve haliyle şiirle de işim olamazdı.
Oysa insan evine yorgun argın dönüp odasının kapısını kapattığında kendisi olabiliyor ancak. Kendi kendine mırıldanan, camdan dışarıyı hayretle seyreden, yere uzanıp kitap okuyan, kilitli günlükler tutan kişiyiz aslında. Bu kişinin bir bölümünü ancak çok sevdiğimiz insanlara gösteririz, fazlasını değil. Çünkü ayıplanmaktan korkarız, incitilmekten, benliğimizin zedelenmesinden ve bu yüzden de gerçek benliğimizi hep gizlide tutarız, kendimize saklarız. Diğerleri bizim sadece maskelerimizi görür, müsaade ettiğimiz yüzlerimizi.
Dış dünyaya karşı takılan maskeler
İnsan yaşamak ve toplumsal bağlılığını, varlığını sürdürmek için gölgesini, karanlık ve kabul görmeyen yönlerini bastırma eğilimi gösterir. Doğamızda var olan ve doğrudan ortaya çıkması, dile getirilmesi halinde sosyal uyumumuzu bozacak bu karanlık arzuları bastırmak, ehlîleştirmek ve bir denge sağlamak için içgüdüsel bazı yetkinliklere sahibiz. Jung, gölgenin arzularını denetim altında tutan ve kişiliğin bir bölümü olarak kabul ettiği bu yetkinliklere "persona" adını verir.
Persona kelimesi, asırlardır süregelen, tiyatro oyuncularının sahnede rollerini sergilerken yüzlerine taktığı maske anlamına gelir. Jung'ın terminolojisinde persona kavramı kişinin kendisi olmayan bir kimlik yaşaması anlamında kullanılır. Özetle persona'lar sosyal çevre tarafından kabul edilmek için kişinin dış dünyaya karşı taktığı maske ve büründüğü kimliklerdir.
İkili ilişkilerimizi sürdürmek ve modern çarklar arasında sıkışmamızı engellemek için bu maskelerin varlığı bazen hayat kurtarıcı olabilir. Üç dönemdir alttan aldığımız ve gerçekten haksızlığa uğradığımız bir dersin hocasına karşı içimizden geçen her şeyi söyleyemeyiz ya da işyerinde adaletsiz bir iş dağılımı yapan patrona, pek de sevmediğimiz ama aynı ortamda yaşama zorunluluğumuz olduğu için ilişkimizi bozmadığımız yurttaki oda arkadaşımıza karşı gerçek hislerimizi doğrudan ifade edemeyiz. Eğer persona'mızı aradan çıkartıp gerçek hislerimizi söylemeye başlarsak yüksek ihtimalle o kişilerle aramız ve kurduğumuz düzen bozulacaktır.
Persona'nın en çok kullanıldığı yerlerin başında iş hayatı gelir. Kişi, geçimini sağlamak için çalıştığı kurumda, sosyal yaşantısından bütünüyle farklı bir maske kullanabilir. Bulunduğu kurumun hassasiyetlerini fark edip buna uygun söylemler ve eylemler gerçekleştirebilir. Yüksek ihtimalle bu kişinin evde kullandığı maske ve arkadaş grubunda kullandığı maske farklıdır. Buradaki temel güdü hayatta kalmak ve değişen sosyal rollere, hayata uyum sağalama çabasıdır.
Aşırılıkta eksiklik vardır
İki yüzlü dediğimiz insanlar belki üç belki de dört yüzü olabilir, bunu sosyal uyum perspektifiyle yorumlarsak o kişiye hak verebiliriz fakat kişi uyum değil de insanları kandırmak, aldatmak, yalan söylemek ve kötülük yapmak için çeşitli maskeler kullanıyorsa bunu kabullenmemiz mümkün olmayacaktır. Burada bir maske değil, ruhsal patoloji aramamız gerekecektir.
Persona'nın insana sağladığı yararların yanı sıra zararı da olabilir. İnsan sürdürdüğü kimliğe kendini çok kaptırır ve egosu yalnızca o rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölümleri bir yana itilir. Böyle durumlarda kendine yabancılaşır ve aşırı gelişmiş personasıyla, kişiliğin az gelişmiş bölümleri arasındaki çatışmadan ötürü sürekli bir gerilim yaşar. Egonun persona ile özdeşleşmesine şişme denir ve insanın kendisini aşırı önemsemesi görüntüsüyle ortaya çıkar. Bununla yetinmeyip bu kimliği çevresine de yansıtarak onların da kendisi gibi olmasını talep edebilir, özellikle çalışma ya da aile ortamında otorite konumunda olduğu durumlarda.
Aşırılıkta her daim eksiklik vardır. Kendini, işini, ailesini, servetini abartan ve bununla övünen kişi muhakkak bir eksikliği ve acizliği kapatmaya, psikolojik olarak telafi etmeye çalışıyordur. Bu tür ego şişmelerinde kişi sahip olduğu benlik ve ulaşmak istediği benlik arasındaki uçurumu gördükçe aşağılık duygularını daha fazla hissetmeye ve bu oranda çevresine zarar verip sahip olduğu maskeye sarılmaya başlar. Kişi bu yetersizlik duygularıyla gerçeklik düzleminden koparak hem gerçek dünyaya hem de ruhuna yabancılaşır ve mutsuz bir hayat sürer. Oysa varlığını ve bulunduğu konumu kabul edip ilk adımı atsa her şey kendisi için kolaylaşmaya ve o karmaşık gibi görünen düğüm çözülmeye başlayacaktır.
Koşulsuz kabul
Hepimiz kendi ufkumuz ya da çevrenin beklentileri ölçüsünde bir başarı çizgisi belirleyip yaşamlarımızı ona göre sürdürmeye çalışırız. Başarı; iyi bir üniversite kazanmak, büyük servetler elde etmek, kış mevsimini kimseden borç almadan tamamlamak, yeni kasa spor bir arabaya sahip olmak ya da iyi bir evlilik yapmak olabilir. Toptancı bir yaklaşımla bu arzuların doğru ya da yanlış olduğunu söylemek saygısızlık olur.
Dikkat etmemiz gereken ve en sık yaptığımız hatalardan biri şu: Kendimizi sadece başardığımızda değerli görmek ve benliğimizi değerli kılmak için hayatımızı belirlediğimiz bu başarı ölçütleri peşinde tüketmek. Kendimize başarı olarak koyduğumuz hedef bazen bizim; fiziksel, bilişsel ve sosyal becerilerimizden çok çok uzakta olabiliyor ya da başarı adını verdiğimiz şey elde edilince sabun köpüğü gibi kaybolup gidebiliyor ve kişi bu beyhudelik içinde iç huzurdan yoksun, yoğun bir eksiklik duygusuyla hayatta anlamlı bir şeyler yapabilme şansını kaybedebiliyor. Özetle, hedeflerimizi ve bu hedeflerin bize sahiden de bir değer katıp katmayacağını iyice düşünmek gerekiyor.
İnsan sadece başarılı olduğunda değil; başarısız olduğunda, her işi eline yüzüne bulaştırdığında, derslerden kaldığında, işten kovulduğunda, terk edildiğinde, beceriksizliğinde, yanlışlarında ve bir dikiş tutturamaması halinde de insandır ve değer görmeye, ilgi görmeye, sevilmeye, kabul edilmeye layıktır.
Psikoterapinin büyük isimlerinden Albert Ellis buna kendini koşulsuz kabul etmek diyor. İşler yolundayken değil, hiçbir başarımız yokken, çevremize faydasız, eğitimsiz ve bitik bir haldeyken bile kendimizi kabul etmemizi öğütlüyor. Koşullara bağlı olmadan, pazarlık malzemesi yapılmayacak bir kabul.
Sen sadece sen olduğun için…
Bilişsel Davranışçı Terapi ekolünde bilişlerimiz (düşüncelerimiz) incelenirken ara inançlar dediğimiz; sıklıkla çevrenin etkisiyle oluşan, kurallar, varsayımlar ve tutumları da inceleriz. Bu düşünceler sıklıkla –meli, -malı gibi ifadeleri içerir ve bir koşula bağlıdır. Örneğin; "değerli biri olmak için fedakârlık yapmalıyım, duygularımı göstermemeliyim, yardım istersem zayıf olduğumu düşünürler bu yüzden yardım istememeliyim" gibi.
Bu inançların işlevsiz ve gerçekçi olmadığı durumlarda kişi dünya ile uyumunu kaybedip bireysel ve sosyal anlamda zorluklar yaşamaya başlayabiliyor. Sözgelimi değerli biri olmak için sürekli fedakârlık yapması gerektiğini düşünen birisi ilerleyen zamanlarda yapmış olduğu aşırı fedakârlıklar sonunda yıpranacak, değer görmediğini, haksızlığa uğradığını düşünecek ve nihayetinde de birtakım ruhsal ve fiziksel rahatsızlıkların pençesine düşecektir.
Unutmamamız gereken şey şu: Bu yazıyı okuyan kişi yani sen sadece sen olduğun için; doğduğun ve bu evrenin anlamlı bir parçası olduğun için; birilerinin evladı, akrabası, eşi, arkadaşı, kardeşi olduğun için; kendi hayatına, dünyaya, etrafındaki sorunlara kafa yorup çözümler aradığın için; her sabah duygu durumun ne olursa olsun o yataktan çıkıp hayat mücadelesine katıldığın ve akşamları şerefinle eve yorgun döndüğün için kıymetlisin, önemlisin ve sevilmeye layıksın.
Biliyorum ki dünya seni koşullu olarak kabul ediyor, ancak ödün ve rüşvet verirsen seni onaylarım diyor. Bunların hepsine kulak tıka. Güzel görünmek için cerrahi operasyonlara ihtiyacın yok. Ailen tarafından sevilip kabul görmen için girdiğin tüm sınavlarda tam puan yapıp o büyük üniversitelere girmene gerek yok. Daha iyi bir damat adayı olmak için büyük paralar kazanıp rezidanslarda oturmana gerek yok. İyi bir gelin olmak için eltin tarafından sevilmene, sadece ''iyi'' desinler diye her hafta çoluk çombalak tüm geniş aileyi evine davet edip besleyip gönüllerini hoş tutmana gerek yok. Sen sadece şahsiyetinle ve o şahsiyetine yüklediğin anlamla kendine ve çevrene sunulmuş bir hediyesin.
Kendine merhamet et
Hepimizin; başarılı, zengin, planlı, istikamet sahibi, güzel, yakışıklı, becerikli, popüler olması mümkün değil. Bu durum tabiata aykırı. İçimizden bazıları da hayatın bazı alanlarında başarısız olacak, belki de hayatın her alanında başarısız olacak, olabilir. Aylaklık eden, dikili bir fidanı olmayan, girdiği her yarışta sonuncu gelen insanlara da ihtiyaç duyar dünya. Dedik ya yaratılmış her insanın dünya ile baş etme becerileri, yetkinlikleri, gayreti farklılık gösterebilir. Bu alanlardaki eksiklikler bizim şahsiyetimizdeki bir noksanlığı işaret etmez. Bizim temel ve insani değerimizden bir şey eksiltmez.
Terapi odasında dünyanın koşullu kabul ettiği insanların çaresizliklerine şahit oluyorum sık sık. Çevresinin üzerinde kurduğu beklenti baskısını, kendi beklentisi olarak içselleştirmiş ve bu beklentileri karşılamak üzere hayatını karartmış insanların çırpınışlarına da. Sürekli işaret edilen hedefe koşmak zorunda kalmış, bir zaman sonra hedefi unutup dünyanın karanlık dehlizlerinde kaybolmuşların o yorgun bakışları. Bazen insan en büyük zalimliği ve merhametsizliği kendisine yapandır.
Başarı denilen putun gölgesinde ömrümüzü tüketmek zorunda değiliz. Bu tercihimizden dolayı kendimizi insafsızca eleştirmek, eksik ya da kusurlu görmek bizi sadece daha da mutsuz bir insan haline dönüştürür. Her şeyden evvel kendimizi, sınırlarımızı, yapabileceklerimiz görmeli ve başarısızlıklarımızda kendimize karşı merhamet etmeliyiz, tolerans göstermeliyiz. Kendimizi, nefsimizi, benliğimizi incitirsek, örselersek bir zaman sonra dünyaya ne için geldiğimizi, kim olduğumuzu ve nereye gideceğimizi de unutmaya başlarız. Tüm hataları ve kusurları kendimizden bilmek, her daim iğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batırmak bir vakit sonra canımızı sahiden de acıtır ve hayatımızın kalitesi gün geçtikçe düşer.
İsmet Özel'in "Amentü"sü şöyle başlar: ''İnsan/eşref-i mahlûkattır derdi babam/bu sözün sözler içinde bir yeri vardı''. Evet, sevgili okur, bu sözün sözler içinde ve yıpranmış kalplerde kaybolan çok derin bir yeri var hâlâ.