DİN NE SÖYLÜYOR, İNSANLAR NE ANLIYOR?
Din dediğimiz şey insanlığın tarihiyle yaşıt ve belki de geçmiş çağlarda olduğundan çok daha yaygın, güçlü ve oldukça geniş bir yelpazede büyük bir kültürel çeşitlilik içinde dünyanın dört bucağına yayılmış durumda. Ancak görünen o ki modern zamanların insanlarının kafası din ve maneviyat konusunda her zamankinden daha karışık, bulanık hatta çapraşık. Dünyanın manzarasına bakınca bir inanca mensup olsalar da, karşıt ya da lakayt olsalar da din/dinler söz konusu olduğunda kitlelerin meselenin özünü, aslını ıskalama konusunda ortak paydada birleştiklerini söylemek pek de haksız sayılmaz. Dünyanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine hemen her yerde din ve inanca dair meseleler bir şekilde gündemden düşmüyor olabilir ama konuşuldukça, tartışıldıkça, görünürlüğü arttıkça hem taraftarları hem muhalifleri için bir o kadar da olayın merkezinden uzaklaşılıyor sanki.
İSİM VE TANIM VERMEKLE ZAT DEĞİŞMİYOR
Dünyada farklı gibi görünen dinlerin çokluğuna ve çeşitliliğine bakınca sanki ortada yüzlerce din ve yüzlerce Tanrı var gibi bir görüntü söz konusu. Her dinin, manevi hareketin, felsefi görüşün ya da bilimsel mecranın kendince tanımladığı ve isimlendirdiği bir yaratıcı, bir ilk sebep, bir Tanrı var. Biz ona Allah diyoruz; başkaları ise God, Got, Jesus, Dieu, Eloh, Elohim, Yehova, Yahve, Brahma, Zeus, Krişna, Rama, Şiva, Zeus, Deus, Kozmos, Evren, Manitu, Büyük Ruh, Enki, Gök Tanrı, Odin, Thor, Amon, Ra, Tengri, Ülgen vs. diyor. Saymakla bitmez. Kısacası herkes tüm dinlerin temel süjesi olan Tanrı, Yaratıcı ya da ilk sebebe bir isim veriyor, kendince bir tanım getiriyor. Hatta bu meseleyi Tanrı inancının dışında açıklamaya çalışanlar bile ister istemez onun yerine bir şeyleri işaret ediyor ve yaratıcılığı Evrensel Fizik Yasaları ya da Kuantum Potansiyel, Kozmik Bilinç, Evrenin Ulu Mimarı dedikleri şeylere atfediyorlar. Böyle bir yüce varlığın olmadığına inanan ateistler bile onun adını kullanarak "Tanrı yoktur" diyorlar. Yani olmadığını düşündükleri bir varlığı olumsuz da olsa zikretmek zorunda kalıyorlar. Neticede hemen herkes aslında farklı farklı isimlerle ve tanımlarla aynı varlığa, aynı Zat'a işaret ediyor. Aradaki tek fark onu andıkları isimler ve onun sıfatları konusundaki farklı düşünceleri. Oysa ismi değişmekle Zat da nitelik de değişmiyor. Ona bir tanım getirmekle, sıfatlarını eksik yorumlamakla O değişmiyor; değişen sadece her dinin, inancın, kültürün ya da felsefenin ona dair algısı oluyor. Özünde herkes öyle ya da böyle aynı Zat'ı kastediyor.
GÜCE TAPMA EĞİLİMİ, SİYASET VE DİN
Sanırım hepimiz az-çok farkındayız: Dünya genelinde din anlayışı ya da dinler bir hayli zamandır neredeyse siyasetin atılacak alt branşı ya da siyasi-toplumsal bir sorun gibi ele alınıyor. Amerika'da Evanjelistler, Hindistan'da Hindular, Myanmar ve çevresindeki coğrafyada Budistler, Ortadoğu ve Afrika'da El Kaide, DEAŞ, Boko Haram gibi örgütler, Avrupa'da Katolikler, Rusya'dan Balkanlara uzanan coğrafyada Ortodokslar, İsrail'de Yahudiler kendi dinlerini sıkı bir politikleştirmeye maruz bırakıyorlar. Pek çok ülkede İslam, Musevilik, Hristiyanlık, Budizm ve Hinduizm adeta birer milliyetçi –şovenist ideolojiye dönüşmüş durumda. Müslüman ülkelerde bir zamanların fiili sömürgeciliğine ve Batı hegemonyasına karşı gelişen haklı tepki hareketi İslam'ın pek çok çevrede ideolojiyle eşdeğer tutulmasına zemin hazırlarken, Batı ya da Doğu'daki dinler ise diğerlerine yönelik düşmanlık ve üstünlük kompleksinden dolayı bu defa farklı bir şekilde yine ideolojiden başka bir şeye dönüşmüyor. Tabii ki din gerçekte bundan çok uzak. Bu da yetmezmiş gibi birçok Avrupa ülkesinde, ABD'de Avustralya'da, Asya'da, Güney Asya'da ya da Çin'de başkalarının dinini (bilhassa İslam'ı) bu defa olumsuz olarak salt politik bir mesele olarak ele alıp ona karşı düşmanca bir ideolojik tavır alıyorlar. Kısacası dünyanın farklı bölgelerindeki jeo-politik ve toplumsal mücadeleler devlet ve halkların kendi dinlerini de başkalarının dinlerini de politikleştirme eğilimine girmelerine yol açıyor. Bunun birçok sebebi var şüphesiz ama bana sorarsanız bu sebepler listesinin başında insanların yani toplum ve özellikle devletlerin güce tapma eğilimi geliyor.
DİN SALT BİR TEPKİ HAREKETİ DEĞİLDİR
Dinin ve din algısının siyasetle ya da ideolojiyle birleşerek özünden uzaklaşması hastalığını Müslüman ülkelerde de görmek mümkün. Bu ülkelerin çoğu Batılıların sömürgeciliğine karşı mücadele verdiler. Bu haklı ve onurlu mücadelenin en önemli ateşleyicilerinden biri de şüphesiz İslam dini oldu. İnsanları birleştiren, Hak'tan başkasına boyun eğmemeyi öğreten, adaleti ve bâtıla karşı cihadı emreden İslam'ın umdeleri kitlelerin kenetlenmesinde ve direnmesinde büyük etken oldu. Sömürgeciliğe ve Batı hegemonyasına karşı gösterilen bu tepki sonuna kadar haklıydı. İslam ülkelerinde sömürgeci ya da emperyalist devletler tarafından tesis edilen uydu rejimlerin halklarının kendi kültürel-manevi kodlarına karşı uyguladıkları politikaya karşı gösterilen direnişlerde de İslam'ın toplumsal manevi ve kültürel kodları insanları aynı bayrak altında toplayan başlıca faktörlerden biri oldu. Ne var ki, bu damar dinin politik anlamda araçsallaşmasının da yolunu açan unsurlardan. Bu tür ülkelerde gelişen haklı ama tepkisel hareketler dinin de zamanla bir tepki aracına dönüşmesinin yolunu açtı. Selefi hareketlerle bu tavır zirvesine ulaştı. Oysa din sözde İslam'ı referans alan bazı örgütlerin ve Selefi hareketlerin dönüştürmek istediği şekilde bir ideoloji, bir felsefi doktrin ya da nazariye değildir. Kendini ve davranış modelini karşıtına göre belirleyen bir tepki hareketi asla değildir.
SEKÜLERLERİN KARİKATÜRLEŞMİŞ DİN ALGISI
Dinin asıl meselesinden uzaklaştırılması, yanlış yansıtılması ya da çarptırılması söz konusu olduğunda Türkiye'de laik-seküler-modernist olarak nitelenen kesimlerin yaklaşımlarını ve kafalarına hâkim olan din algısını es geçmemek gerekiyor. Bu kesimlerin din ve mütedeyyinlere karşı (tabii ki özelde İslam ve dinine sahip çıkan Müslümanlara karşı) tavırlarını belirleyen karikatürize bir algısı olageldi daima. 1950'lerden 2000'li yıllara kadar seküler zihinleri esir alan bu yafta bu kesimin karikatürlerine de çokça yansıttığı imajlarla örtülüydü. Sekülerlerin zihnindeki din algısını şu anahtar imajlarla özetlersek hiç de haksızlık yapmış olmayız: Kara çarşaf, cüppe-takke, kara sakal, tespih, ibrik, elinde sopayla çocuklara kargacık-burgacık yazılar okutan sakallı medrese ya da Kur'an hocaları, bir erkeğin arkasına dizilmiş çarşaflı kadınlar, riyakâr ve ikiyüzlü dindar tüccarlar, erkek ya da kadın olsun çirkin simalar ve ille de takunya! Bu imajların şekillendirdiği seküler din ve dindar tanımlaması da şunlardan oluşuyordu: Akıl ve bilime aykırılık, gericilik-yobazlık-softalık, kültürsüzlük-cehalet, demokrasi karşıtlığı, görgüden nezaketten zarafetten nasipsiz alt sınıf imgesi, yeni olan her şeye karşıtlık, "Karanlık Ortaçağ" zihniyeti… Dine bu olumsuz bakış açısı da dinin ontolojik, epistemolojik ve estetik boyutunu tamamen görmezden gelen, kendisine sınıfsal üstünlük vehmeden, tamamen tepkisel bir tavırdan ibaretti. Kendisini bu ülkede bilimin, aklın, ilerleme ve gelişmenin motoru olarak gören bu zihniyetin din algısı yaşanan süreçlerle bir parça evrim geçirdi belki ama ne yazık ki tüm bu olumsuz imaj ve imgelerden de bir türlü kurtulamadı. Kısacası, dinin bir hakikati var mı yok mu kimin umurunda ki?
"ONLARIN DEĞİL HZ. MUHAMMED'İN İSLAM'I"
Bunu okuyun ve videosunu bulup izleyin derim, zira çok çok ibretlik ve binlerce sayfaya bedel bir anı bu. Afrika'da faaliyetlerde bulunan ve insanları İslam'a davet ettiği her halinden belli olan bir Türk beyefendinin bir Masai Şefi ile olan dostluğundan bazı kesitleri anlattığı video paylaşımının bir bölümünden örnek vermek istiyorum. Masai Şefi ile din konusundaki konuşmasını şöyle naklediyor:
"Kiberenge 'Benim gidecek kapım kalmadı artık. İslam'a girmekten başka şansım yok. Diğer bütün kapıları kapattım ama benim de birkaç sorum var. Ben Müslüman olduğumda artık yalan söyleyebilecek miyim? Böyle bir özgürlüğüm var mı?' diye sordu. 'Bu ne demek', dedim. 'Çünkü Afrika'da Müslüman bazı hocalar, esnaflar, tüccarlar yalancılıklarıyla, insanları kandırmasıyla bilinir' dedi. Bu gerçekten de böyledir, üzücü ama bu sadece Afrika için değil, İslam topraklarına baktığımızda ticaretimizi maalesef düzgün yapmıyoruz, çocuklarımıza düzgün anneler babalar olamıyoruz. Olsak zaten durumumuz başka türlü olacak. Kiberenge de bana bunun sordu. Dedim ki, 'Kiberenge, ben seni o Afrikalıların İslam'ına çağırmıyorum, ben seni Muhammed Aleyhisselam'ın İslam'ına çağırıyorum. Muhammed Aleyhisselam hayatında hiç yalan söylemedi, hiç kimseyi kandırmadı ve ben seni en yakın arkadaşı Afrikalı Bilal olan Hz. Muhammed'in dinine çağırıyorum seni.' Onun üzerine Müslüman oldu Kiberenge, Allah'a şükür."
Din bize ne söyler, nasıl bir ahlak vaz eder diye soruyorsanız başka söze gerek yok sanırım...
"MEĞER HENÜZ İNSAN OLMAMIŞIM" DİYE DÜŞÜNDÜRTEN BİR ZAT-I MUHTEREM
Hayatım boyunca salih, elif gibi dürüst hatta veli olduğuna ikna olduğum birçok insanla karşılaşıp sohbetinden istifade etme imkânım oldu. Ama bazıları birkaç kısa sözüyle, birkaç zarif jestiyle üzerimde silinmez bir etki bıraktı. Bunlardan birine fırsatını bulup yolum Bursa'ya düşünce çat kapı uğradım. Vakit darlığı nedeniyle haber vermeden bir parça edebi aştığımın farkındaydım ama gençlik işte, böyle bir fırsatı nereden bulacaktım. Şahsi gayretiyle en küçük çivisine kadar aslına sadık kalarak yenilediği ata yadigarı dergahta misafir etti bizi. Muhterem eşi ve sonradan merhum olan anneleri ile bizi ağırladı. Orada geçirdiğim sadece birkaç saat boyunca bu muhterem zatın halinde, tavrında, konuşmasında öyle bir zarafet, öyle bir edep, öyle bir fazilet, ahlak, uyum ve bilahare yüksek bir tevazuya şahit oldum ki üzerimdeki etkisi otuz yıldır silinmedi. O gün şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: "Bu nasıl bir zatmış ki sadece birkaç saat içinde insan olmanın canlı numunesini gösterdi. Ben meğer daha insan olamamışım." Hiçbir şey öğrenemediğimi farz etsem bile şu kadarını anladım ki bu neredeyse her bakımdan yüksek vasıflı, ulvi mizaçlı zat ne âlim, ne şeyh, ne veli olarak biliniyordu ve kendisini sıradan bir Müslüman olarak niteliyordu ama her jestinden aslında Müslüman olmanın gerektirdiği ahlak, fazilet, zarafet, görgü, edep ve tevazuu hissediliyordu.
KALP KIRMAMAK, GÖNÜL YIKMAMAK FARZ DEĞİL Mİ?
Sürekli tekrarlarız ya hani; "İslam'ın beş şartı, imanın altı şartı" diye. Tabii ki amenna bu formül doğrudur, haktır. Peki ya o kadar mı? Farz olan namaz, oruç, zekât, hac mıdır sadece. Bahsettiğim müstesna zatlardan ümmi bir anneye misafir olmuştum geçmişte. Okuma-yazma bilmediği halde ondan feyz almak için bazen profesörlerin bile dizinin dibinde oturduğu, hem maddi hem manevi silsileden Ehl-i Beyt'e mensup bir maneviyat eriydi. Bir defasında farzlardan bahsederken şöyle söylemişti: "Namaz, oruç, zekât, hac farz da kalp kırmamak, gönül yıkmamak dinde farz değil mi? Dürüst olmak, birbirini sevmek, küstürmeyip barıştırmak, ayrıştırmayıp birleştirmek farz değil mi? Ticareti dürüst yapmak, ilim-irfan edinmek, merhamet göstermek, sabretmek, hakkı tavsiye etmek farz değil mi? Komşuyu akrabayı düşkünü gözetip esirgemek, bebeleri sevindirmek, vatanını milletini sevmek, halka hayırlı olmak, adil olmak, güzel görüp güzel düşünmek farz değil mi? Güzel, iyi, doğru, hayırlı olup da Allah'ın farz kılmadığı bir şey mi var?" Belki biz söyleyince bunlar birer laf olarak kalıyor olabilir ama Hakk'a yakınlık kesbetmiş, manevi nüfuz ve telkin sahibi ve tüm bunları hal edinmiş bir müminden işitince manası da tesiri de bambaşka oluyor.
21. YÜZYILIN SON İNANCI: "BİTCOİN DİNİ"
Dinin manasının, hedefinin, ulaştıracağı noktanın ne olduğu konusunda insanların kafasındaki karışıklık onun ne olmadığı konusunda da geçerli belli ki. Buyurun size iki örnek. Örneğin 15 yıl kadar önce Londra'da faaliyete geçen ve ateistlerin kendilerince aktiviteler ve ayinler için toplandığı Sunday Church adlı topluluk gerçek bir ateistler kilisesi. Tanrı'ya inanmıyorlar ama insanı güdüleyici etkilerinden dolayı dini ritüellerin benzerlerine başvuruyorlar. Üstelik bunu inançsızlığı pekiştirmek için yapıyorlar. Buna benzer pek çok örneğin en sonuncusu ise "Bitcoin dini". Bu tabiri insanların paraya yönelik düşkünlüklerine atıfta bulunan bir mecazdan ibaret sanmayın. Birileri çıktı "Bitcoin dini" diye bir şey kurdu, üstüne üstlük bunun için bir kilise bile tesis etti. Kendisine "The Friar" (keşiş-rahip) unvanı veren ve yazdığı hikayelerde Bitcoin'i din olarak tasvir eden kripto-para simsarı Hass McCook adlı bir adam sayesinde bu da gerçekleşti. Dahası bu dini benimseyenler 2017 yılında kurdukları bir kilise/cemaat çatısı altında toplanmaya başladılar ve Bitcoin'i ilk tasarlayan kişi olduğu iddia edilen Satoshi Nakamoto isimli gerçek mi uydurma mı olduğu bilinmeyen bir şahsı da peygamber olarak ilan ettiler. Hatta Texas'ta reklam panolarına "Crypto is Real" (Kripto Hakikattir) afişleri bile asıyorlar. Daha da ilginci bu Bitcoin dininin oruca benzer, beslenmeyle ilgili perhizleri de mevcut. Yine de bu din mensuplarının en azından hiç ikiyüzlü olmadıkları söylenebilir zira pek çok insan gibi paraya taptıklarını gizlemiyorlar. Ancak yarın bir gün banknot paraya tapanlar çıkıp da Bitcoinîlere "sizin tanrınız gerçek değil, siz kafirsiniz" derlerse böyle bir dünyada hiç şaşırmamak gerekiyor.