EYLEMSİZLİK HALİNDE TEFEKKÜR: NİÇİN ORUÇ TUTARIZ?
Niçin oruç tutarız? Bir mümin için böyle bir sorunun en yanılmaz ve kesin cevabı "Çünkü Allah emretti" olmalıdır. Böyle bir cevap, ibadeti imanın varlık delili kılarak dindarlığın sözlük anlamını teşkil eden boyun eğmek ve itaat anlamıyla özdeşleştirmeyi, bu sayede de tikel bir davranış üzerinden soyut bir hakikati düşünmeyi mümkün kılar. İbadetin her parçası ve her unsuru söz konusu boyun eğme ve itaatten nasibini alarak ibadet kurbiyet, yani Hakk'a yakınlık haline gelir. Bu anlamıyla tutulan orucun yegâne amacı kurbiyet, yani Hakk'a yakınlık olacaktır. Ehl-i sünnet alimleri imanı öznesi insanın olduğu amellerden birisi saymak yerine onu Allah'ın kula nedensiz lütfu ve ihsanı sayar. Öteki ameller ve ahlak az çok insan dahlinin bulunduğu işler olabilirken iman doğrudan Allah'ın bir hidayeti ve ihsanıdır.
Bu imanı biz vücuda getirmedik, sebebi biz değiliz; fakat ameller genellikle imanın tasdiki olarak kabul edilerek imanın dışavurumu kabul edilirler. Niyet ise iman ile ameller arasındaki köprüyü teşkil eder. Her mümin her işinde "niyetli" biridir; bir lütuf olarak kendisine nasip olan imana uygun yaşamak, işlerini imanın iktiza ettiği teslimiyet ile yerine getirmek dindarlığın gereğidir. Hal böyle iken oruç hakkında söylenebilecek olan da bellidir: Oruçluyuz çünkü niyetliyiz, oruçluyuz çünkü emir var, oruçluyuz çünkü kuluz. Bunun ötesinde akla gelebilecek hemen bütün gayeler veya fayda mülahazaları ilk niyeti tezyif etme ihtimali taşıyacağı için mümin insan bunlardan kendisini uzak tutmalıdır.
Yeni bir insan tanımı: Bedenin ötesinde insan ve oruç
Emre uymanın ötesinde herhangi bir amaç taşımadan oruç tutan "niyetli", ibadetinden bireysel veya toplumsal hayata dönük bir fayda beklemez, bunda tereddüt yoktur. Beklentisizlik ihlasın temel şartı ise bunun en çok oruçta ortaya çıkması beklenir. Oruçta beklenir diyoruz çünkü oruç bütün ibadetler arasında "iman" gibi gizli olmaya en yakın ibadettir. Gizli bir ibadet ise ihlasın tahakkuk şartına en yakın olan ibadettir. Mümin orucundan herhangi bir şey ummaz, kendine veya topluma dönebilecek fayda beklemez, sadece "emir" gereği oruç tutar, teslimiyet ve boyun eğme ile ilahi varlık karşısında durur.
Bununla birlikte ibadetlerin müşterek özelliklerinden birisi sayabileceğimiz bir marifetin insana gelmesi bu ihlası bozmaz. Haddizatında orucun insana kazandıracağı en önemli şey de bu bilgi olacaktır. Bu durumda insan oruç tutarak "öğrenir"; daha doğrusu bütün ibadetlerin doğrudan ve dolaylı amacını teşkil eden insanın kendini tanıması-bilmesine (marifetü'n-nefs) oruç esaslı bir bakış açısı getirmekle insan var oluşunu yeni bir zeminde inşa ederek bizi alışagelmişin dışına çıkartır.
Bilindiği üzere, oruç müspet bir fiil veya eylem ile yerine getirilen bir ibadet tarzı değildir. Haddizatında bütün ibadetler "eylemsizlik" olmada ortak olsalar bile, oruç biraz daha fazla öyledir. Biz bir şey yaparak değil, yapmayarak ve yapageldiğimiz işleri bırakarak oruç tutarız. Hiç kuşkusuz orucun temel unsurunu teşkil eden "yapmamak", yani imsak üzerinden orucun insana getirdiği bilgiyi fark etmek gerekir. Oruçlu iken yapılanlara bakmadan orucun kendisine odaklanınca bir eylemsizlik olarak orucun iki rüknü olduğunu fark ederiz. Birincisi imsak yani insanın kendini tutmasıdır. Öteki ise niyet, yani bu tutmanın belirli bir maksat ile yapılıyor olmasıdır. Niyet orucu ibadet kılan yöndür, fakat niyetin sadece oruca mahsus olduğunu düşünemeyiz. Niyet herhangi bir eylemi ibadete dönüştürerek onu imana bağlayan köprüdür.
İbadetler insan için keramettir
Hz. Peygamber "Ameller niyetlere bağlıdır" dediğinde, fiillerimizi "amel" kılan şeyin onları yaparken taşıdığımız bilinç olduğuna dikkat çekmiştir. Oruçtaki niyet ile ilgili iki konuyu akılda tutmalıyız: Birincisi niyet gizli bir ibadettir, oruç da niyet gibidir. Biz ilan etmediğimiz sürece ne niyetimizi ne de orucumuzu kimse bilebilir. Öte yandan niyet ibadetlerde tevhit ilkesine karşılık gelir. İnsan niyetini tekilleştirmekle tevhidin ne olduğunu zihninde tebellür ettirmiş olur. Öyleyse niyet ile biz hem imana hem de imanın kurucu unsuru sayılan tevhide katılma imkânı elde ederiz. Oruç ise mutlak bir eylemsizlik ile tevhit ile birlenen Hakk'a benzeme imkânı verir. O zaman oruç ile niyet veya ihlas bu yönde de benzeşen iki ayrı ibadet haline gelir.
Orucun ikinci unsuru ise imsak yani tutmadır dedik. Oruç tutarken en çok üzerinde odaklanılması gereken unsur, "imsak" eyleminin anlamı olacaktır. İmsak ne demektir? İmsak insanın kendini engellemesi, normal durumlarda yapabileceği hatta yapması gereken zaruri işlerden kendini uzak kılmasıdır. Başka bir ifadeyle insanın doğal ve zaruri ihtiyaçlarını bırakarak belirlenmiş bir süre zarfında "adetin dışına çıkması" imsak diye ifade edilir. Bu itibarla hemen bütün ibadetleri bir "hariku'l-ade" yani adetleri aşarak başka bir zaman ve mekânda bulunmak şeklinde düşünmek mümkün iken bütün ibadetler insan için bir keramettir (günlük dilde mucize denilen zaman ve mekân şartlarını aşmak).
İnsan iki hususta kendini tutarak oruç tutar: Birincisi yemek-içmek gibi beslenme iken öteki cinselliktir. Her ikisi de hayatın sürekliliğini temin eden zaruri ve vazgeçilmez ihtiyaçlardır. Orucun bir insan telakkisi kazandırdığı yer de tam olarak burasıdır. Başka bir anlatımla yemek, içmek ve cinsellik ile sınırlı olan insan telakkisini "imsak" ile başka bir noktaya taşıyarak yeni bir insan telakkisinin düşünülmesinin kapısını bize açan oruçtur.
Buğday temelli bir insan
İnsan hayatını sürdürmek üzere beslenmeye muhtaçtır. Bu amaçla çalışmanın ve insani mücadelenin gayesi "ekmek kazanmak" ve geçinmektir. Hemen bütün dillerde hayatı geçinme meselesi olarak yorumlayan, insanın esas işinin "ekmek kazanmak" olduğunu söyleyen deyimler tabirler bulunur herhalde. "Hayat bir ekmek kavgasıdır" deyimini hangi dile çevirirsek çevirelim anlamlı bir söz söylemiş oluruz.
İdeolojiler insanlık tarihini ele alırken insanın ekmek mücadelesini yorumlamış, bu uğurda ortaya çıkan eşitliksizlikleri insanlığın en trajik hadiseleri olarak kabul etmişlerdir. Adalet denilince en çok bu alanda adaleti düşünür, bir insanın talep ettiği en büyük eşitliğin bu bahisteki eşitlik olduğunu kabul ederiz. İslam ahlakçıları insanı bu yönüyle ele aldıklarında hayatı "buğday" ile özdeşleştirmiş, buğdayın peşinden gitmek ve buğday ile sarhoş olmayı beşerin en yaygın hali olarak kabul etmişlerdir. İnsanın buğday ile ilişkisi Adem'in yasaklanmış meyveye gitmesiyle başlamış, varlığını koruma güdüsüyle derinden bağlandığı bir arzu haline gelmiştir.
İçimizdeki bu derin buğdaycılık insanın ahlaki telakkilerini "buğday" eksenli kalmaya icbar eder, onu hemen her işinde buğdayı öncelemeye zorlar. Belki de en büyük korkumuz buğdaysızlık olacaktır. Buğday temelli bir insan telakkisi yeme ve içmeyi en başat değer kabul ederek bütün gayretini ve dikkatini buna odaklayan insan anlayışı demektir. Öte yandan bu buğday tutkusunun ikinci merhalesi ise cinselliktir. Cinselliğin iki temel yönü vardır: Birincisi üreme-çoğalma iken öteki ise bedeni hazlardır. Her ikisi de insanın bekasıyla ilgili iken başka bir yönden de yeme-içmenin doğal bir parçası kabul edilirler. Cinsel hazların insan hayatını yönlendiren en önemli saikler arasında hatta onların birincisi olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Bedenin tezyifiyle ruhu güçlendirme
Bu durumda insan kendisini bu iki ihtiyaç üzerinden tanımlar, bu iki ihtiyaç üzerinden hayatını kurgular, bütün güç ve kudretini bu iki ihtiyaca odaklar. İnsan bu özelliklerde bütün canlılar ile ortak iken onu ayrıştıran şey, bu ihtiyaçlarını karşılama tarzı, geleceği planlamak, korkularını büsbütün ortadan kaldıracak şekilde stoklar yaparak buğday korkusunu aşma teşebbüsüdür.
İşte oruç tam olarak bu iki alana, yani yeme-içmek ve cinsellik üzerine kurulu beden merkezli bir insan telakkisine yönelik tutum almaya bizi icbar eder. İnsan sınırlı bir zaman diliminde buğdayın temsil edebileceği yemek ve içmek ile cinsellikten uzaklaşmakla kim olduğunu yeniden düşünmeye çalışır, yeryüzündeki varlığını bir kez de yemeksiz ve cinselliksiz düşünür. Bu nedenle oruç tutar, bu nedenle "imsak" eylemiyle kendimizi yemek ve cinselliğin dayatmasından azade ederiz.
Sahur ve iftar olmak üzere günde iki öğün ile birlikte ifa edilen bir ibadet insana böyle bir telakki kazandırabilir mi? Oruç üzerinde düşünürken akla ilk gelmesi gereken sorulardan biri budur. Orucun meşakkatli bir ibadet olup olmadığını iki ayrı insan grubu için iki ayrı derecede değerlendirmek mümkündür: Manevi ve ruhsal kabiliyetleri gelişmiş insanlar için orucun böyle bir tefekkür imkânı vermesi inandırıcı olmayabilir. Günlerce hatta haftalarca "perhiz" yapan, perhizin bir kısmını -mesela et yememek gibi- daima sürdüren bir insan için oruç yetersiz ve etkisiz bir ibadet olarak kabul edilebilir. Mesela senenin hatta ömrün büyük kısmını perhize adamış bir Hindu için orucun yeni bir insan telakkisi kazandırması mümkün görülmeyecektir.
Başlangıç evresinde, Müslüman zahitler için de oruç bazen böyle görülmüş, orucun verebileceklerini uzun perhizler ile elde etmek istemiş, yıllarca cinsellik ve yemek-içmekten uzak durarak bedenin tezyifiyle ruhun güçlendirilme imkânlarını aramışlardır. Öte yandan ortalama bir mümin için oruç meşakkatli bir ibadettir. Bu nedenle oruç en çok sabır ile birlikte düşünülür, sıradan müminler orucu sabır ahlakının parçası olarak kabul ederler. Bütün insanları dikkate alınca, orucun birleştirici bir ibadet olduğunu söylemek gerekir: ağır perhizler ile kemali arayan insanlar için oruç perhizin bozulması iken daha zayıf insanlar için oruç meşakkatli bir ibadettir.
Orucun misli yoktur
Bu durumda oruçta fark ettiğimiz şey, insan kabiliyetlerinin bir kesişim noktasıdır. Üstelik oruç herkese kendi kabiliyetince bu bilgiyi kazandırır, her insan kendi kabiliyeti ölçüsünde oruçtan öğrenir. Orucu her zümre için "öğretmen" haline getiren ise peygamberlik bereketidir. Bu durumda artık nicelikle sağlanabilecek olan şey, Peygambere ittiba ile ortaya çıkar, onun sözüne uymanın bereketi insana niceliksellikle elde edilmek istenilenleri daha az olan ile kazandırma imkânı bulur. Orucu insan ahlakını dönüştüren bir ibadet haline getiren şey, içindeki bu ittiba, teessi (örnek almak) ve Rabbe koşulsuz itaat halidir. Bu sayede insan yemek, içmek ve cinsellikle sınırlanan dünyasını başka bir iklimde telakki etme imkânı kazanır.
Böyle bir hadis-i şerif vardır. İbadetlere Allah'ın lütfedeceği ödüllerden söz ederken her ibadetin on ile yedi yüz katıyla değerlendirileceği belirtildikten sonra "orucun misli yoktur" denilir. Bunun akabinde ise Allah "onun bedeli Benim" diyerek orucun bütün ibadetler içindeki ayrı yerini beyan eder. Hadis-i şerif gördüğüm birçok yerde yanlış, en azından anlamına uygun çevrilmemiş bir hadistir. Genellikle çevirilerde "oruç gibisi yoktur", "onun benzeri yoktur" gibi ifadelerle karşılanmıştır. Niçin orucun benzeri olmasın ki? Bütün ibadetler kendine mahsus özellikler içerirken hepsi birden namazla içerilir. Öyleyse oruç hakkında söylenen hadis bu anlamda olmamalıdır.
Peki, hadisi nasıl anlayacağız? Hadis-i şerif orucun değer biriminin olmadığını söyler. Yani "on katı" veya "yedi yüz katı" denilirken zihnimizde bir birim vardır, bunun katından söz edilir ödüllendirmede. Orucun ise böyle bir birimi yoktur. Daha doğrusu on katı veya yedi yüz katının alınabileceği bir birim sevabı tespit edilmemiştir. Sünni düşüncede ibadetlere verilen ödül de ibadetin kendisi gibi ihsandır, fakat yine de her bir ibadet için bir ölçü belirlenmiş kabul edilir. Oruç bunun dışında tutulmuştur. Eylemsizlik ile kim olduğumuzu idrak etmeye çalıştığımız -bedenli varlık olmak bize yetmedi çünkü- orucun bedeli Allah olacaktır. Çünkü biz gerçekte yokuz, bizim varlığımız O'nun tecellisiden ibarettir.