Destanlar Var Destanlarda Destanlardan İçeru
Destan dediğimizde aklımıza gelen ve getirilenler bir tutam mitoloji, efsane, olağanüstülük, akıldışılık, fanteziden ibaret. Birisi "Türk destanları", "Hint destanları", "Yunan destanları" dediği zaman, o milletlerin başlangıç zamanlarından bahsediyor demektir. O millet nasıl millet olmuştur? Millet ve devlet olmak için hangi "canavalar"la boğuşmuştur? İçinde çıkan kahramanlar hangi savaşlar ve hangi taktiklerle milletini düşmana galip kılmıştır? Milletin böyle kahramanlığını anlatan kaç destanı vardır ve bunlar yazılı olarak nerelerde bulunur?
Bu sorular malum sorulardır ve her biri destanın bir hakikatini barındırır. Fakat asıl soru şudur: Bu destanlar bugünün insanı için ne ifade eder? Biz, eğitim sistemimizde, gençlerimiz için rol model seçmede, gelecek kurgumuzda bu destanlardan yararlanabilir miyiz?
Destanlardan yararlanmak için öncelikle onları yazılı bir halde bulup okumamız lazım. Bizler maalesef bu bakımdan şanssızız. Bir Homeros çıkmış, bütün destanî anlatıları toplayarak Yunanlılara üç bin yıl evvelki bütün mitolojik öykülerini bırakmış. Bir Firdevsî çıkmış, İranlılara başlangıç zamanlarından günlerine kadar bütün mitsel öyküleri derleyip toparlayıp sunmuş. Bizim adları bile onlarca olan destanlarımız maalesef yazıya geçmediği için, geçenler de bölük pörçük bir halde olduğu için istifademize sunulan bilgiler bölük pörçük kalmış.
Destanın, mitin gücü
Destanî anlatıların rollerini hiçbir zaman küçümseyemeyiz. Bu anlatılar bugüne de şekil veren en önemli inançlar ve tabulardır. Mitlerle örülü bu anlatılarda insan kendi varoluşunun inşasını bulur. Bu öyle derin bir varoluştur ki kimi insan mitleriyle dini arasında kalsa mitini dinine tercih eder. Bir gün bir adamla tartışıyordum. Ona tartıştığımız mesele ile ilgili bir ayet gösterdim. Bana demişti ki: "Allah'ın böyle dememesi lazım." Evet, ben kulaklarımla bu sözü işittim. Kızlara miras bırakmayı kesinlikle karşı çıkan hacı amcaya Kuran'da Allah'ın kız çocuklarına da miras bırakmayı emrettiğini söylediğim zaman, bunun tartışmalı olduğunu, böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini duydum. Neden? Çünkü hakikat miti yıktığı zaman insanların kahir ekseriyeti mitlerinden yana tavır alır; mit işte bu kadar güçlüdür.
Bugün yeryüzünde bir "kadın sorunu" varsa bunun en temel nedenlerinden birincisi cennette yasak meyveyi ilk yiyenin kadın olduğunu söyleyen Tevrat'taki muharref ayetlerdir. Bu uydurma inanç bütün dünyaya yayıldığı gibi, İsrailiyyat aracılığıyla Kur'an tefsirlerine, dolaysıyla cami cemaati arasına ve haliyle insanlarımızın bilgisi ve inancı dâhiline de girmiştir. Bir gün camide, yasak meyveyi ilk önce kadının, yani Hz. Havva'nın yediğini ballandıra ballandıra anlatan bir vaize rastlamıştım. Bu adam nasıl olur da buna inanırdı? Üstelik Kur'an'da, Tâhâ suresi 121. ayette Allah, yasak meyveyi "İkisi beraber yediler" demesine rağmen? Bu adam İlahiyat mezunu olduğuna göre, eğitim kademelerinin hiçbir yerinde bununla karşılaşmamış mıydı? Anlaşılan o ki onun miti inancından çok daha güçlüydü.
Mitlerde kadın sorunu
Kadın sorununun ikinci nedeni tiplemekadının yaratılışına dair mitsel anlatılardır. Yunan mitolojisinde yaratılan ilk kadın olarak gösterilen Pandora, mitolojiye göre Zeus'un erkekten intikam almak için yarattığı bir "baş belası" idi. Promete, Zeus'tan habersiz Epimithefs adında ilk erkeği yaratır.
Buna çok kızan tanrılar Zeus'tan gereğini yapmasını isterler. Zeus da bütün güzel şeylerle süsleye püsleye Pandora'yı, yani Kadın'ı yaratır. Epimithefs bu kadını görünce aklı başından gider, bütün uyarılara rağmen Pandora'yı kendisine eş olarak alır. Fakat Zeus, Pandora'yı sadece yaratmakla kalmamış ve ona kesinlikle açmamasını emrettiği bir de ağzı kapalı kutu vermiştir ki bu kutunun içinde bütün kötülükler vardır. Sonuç ne mi olur?
"Pandora'nın kutusu da açılınca dünyaya bütün kötülüklerin yayılmasına sebep oldu. Bütün kötülükle etrafa yayıldıktan sonra kutunun dibinde Epimithefs'e sadece Zeus'un oraya koyduğu umut kalmıştı. İşte o günden beri insanoğlu kadın yüzünden başına gelen her türlü kötülüğe sırf bu ümit sayesinde tahammül edebiliyormuş..." (M. Tahsin Kozanoğlu, Yunan Mitolojisi).
Şimdi siz hem kutsal kitaplar ve hem de mitlerde şeytanlaştırılan bir varlıkla nasıl baş edebilirsiniz? Kadın bu mudur? Elbette değildir. Peki, bu olmadığını nasıl kanıtlayacaksınız? Kutsal metinlere ve mitlere rağmen bir şeyin aksini kanıtlamanız nasıl mümkün olacak? Kadın örgütleri kurarak mı? Feminizm hareketleri ile mi? Dernekler, vakıflar aracılığıyla mı?
Destanlar üzerinden okuma
Her destan ve destan kahramanı milletin hayat kodlarını içinde barındırır. Destandaki mitsel anlatılar bize o milletin bütünüyle dünya görüşünü verir. Ve biz de hangi destandan besleniyorsak dünyaya o gözle bakarız. Destanlar, başlangıç ve yaratılıştan bahseden mitleri de içinde barındırdığı ve insanoğlu da mitlerden bağımsız düşünemediği için mevcut halimizin oluş ve devam edişinin de hikâyelerini, kökenlerini kendilerinde barındırır.
Mesela Batı mitlerine baktığımız zaman onlardaki mitolojik anlatılarda tanrıların son derece zalim, gaddar ve insan düşmanı olduğunu görürüz. Bu mitlerde insanoğlu kendi hayrına ne elde etmişse tanrılarla vuruşa vuruşa elde etmiştir. Hümanizm tam da bu demektir; yani tanrıları tahtından indirip insanı çıkarmak... Buradaki tanrılarla vuruşmayı krallarla, soylularla vuruşma diye yorumlayan da var elbette. Ama sonuçta mitsel anlatılardan ve onları bize aktaran destanlardan bahsediyoruz.
Doğu mitlerinde ise durum tersinedir ve son derece munis tanrılardan bahsedebiliriz. Bunlar insanoğluna acır ve merhamet ederler olayı ateşin keşfi meselesiyle somutlayalım: Yunan mitolojisinde bilindiği gibi ateş, tanrılara mahsus bir cevherdir. Promete, babası Zeus'a insanoğlunun yeryüzünde donduğunu, ateşe ihtiyacı olduğunu söylediğinde Zeus, ateşin tanrılara mahsus olduğunu, insanoğlunu verilemeyeceğini söyler.
Bunun üzerine Promete ateşi çalar ve insanoğluna getirir. Bunun üzerine Zeus Promete'yi şiddetli bir şekilde cezalandırır.
Oysa Türk mitolojisinde tanrı, yeryüzüne insan kılığında iner, ateşi bilmeyen insanoğluna ateşi icat ederek sunar: Eline iki taş alır, arasına kuru otları koyar ve birbirine sürterek ateşi yakar. Bundan sonra insanoğlu ateşi kullanır.
Bu "oluş" aynı zamanda şu "devam edişin" de bir sebebidir: Batı'da halk her bir şeyi devletten ve soylulardan isyan ederek almıştır. Oysa Doğu'da halkı bir istek için, devlete isyana teşvik etmek neredeyse imkânsızdır. Bizde devlet, "baba" olarak boy gösterir, Batı'da ise genellikle bir karşı mücadele figürüdür. Bütün bunlar mitlerin birer uzantısıdır.
"Oluş ve devam edişi" kadın üzerinden okumak da mümkündür. Yukarıda açıkladığımız üzere Batı düşüncesinin hem kutsal metinleri ve hem de mitleri kadın düşmanlığı üzerine kuruludur ve bu yüzden kadın figürü daima düşman bir unsurdur. Oysa bizim mitolojik hikâyelerimizde kadın, Batı düşüncesinin tam aksine son derecede yapıcı ve hatta yaratıcı unsurdur: "(Tanrı) Ulgen, ancak denizden çıkan Ak-Ana' nın tavsiyeleri üzerine yeryüzünü yaratabilmiştir."(Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I). Aynı mitolojide Umay Ana, hamilerin, doğan çocukların koruyucu ve besleyicisi, Ayazıt da güzellik sembolü, çocukların süt taşıyıcı, hayvan yavrularının koruyucusudur. Bunların Yunan ve sair mitolojilerdeki denkleri olan Hera, Afrodit, Venüs, İştar vb. figürler ise, başlı başına insanoğlunun başına felaket örmekten başka fonksiyonu olmayan gaddarlardır. Hepimizin bildiği Turuva savaşının sebebi bu tanrıçaların "Ben güzelim, yok ben daha güzelim" kavgasının sonucudur.
Benzer şekilde Batı masallarında kadınlar son derece kötü karakterler, olumsuz tiplemelerle çizilir ve daima eylemsiz, güçsüz ve erkeğe muhtaç olarak gösterilirken, bizim masallarımızda kadınlar yeri geldiğinde kılıcını kuşanır, erkeğini düşman ordularıyla tek başına savaşarak kurtarırdı. Dede Korkut'taki Banu Çiçek karakterinde olduğu gibi kendisiyle evlenmek isteyen erkeği yarışlara davet eder ve kendisini yenmeden evlenemeyeceğini ilan ederdi. Bu çok güçlü kadın figürünü Batı masallarında bulamayız. Eğer bizim kızlarımız da hala beyaz atlı prens bekliyorlarsa, eğitim kademelerimizde Batı masallarıyla büyüdüğümüzdendir.
Halk destanları
Başlangıçta dediğimiz gibi destan deyince sadece başlangıç çağlarını anlamak gibi bir illetle malulüz. "Destanlar" deyince daha çok aklımıza hemen "savaş"lar, "göç"ler, "istila"lar, "büyük kahramanlar" gelir. Ama destan sadece o değil. Aklımıza gelen hemen her konuda, dörtlükler halinde yazılmış destanlarımız var.
Koşma biçiminde meydana getirilen destanlar; sosyal, kültürel, iktisadi, eğitimle ilgilidir; siyasi dinî, ahlaki ve askeri hayatla alakalıdır; sosyo-kültürel çevre, doğal çevre ve insanlarla ilgili olarak yazılmışlardır. Yani insana dair her konu, destan yazan âşık şairin ilgisi dâhilindedir. Bu muazzam eserlerde âşıklar bu konulara dair çok özlü, veciz ve hikmetli görüşlerini asırlar ötesinden bugüne taşımışlar.
Bu destanlar ne eğitim sistemimizde kendine yer bulabiliyor ve ne de sanatçılarımız bunlardan haberdar. "Halk edebiyatımızın destan türü hayatın her yönüne ilgi duymuş ve destanlar koşulmuştur. Tabiat olayları, insanlar arasında veya insanlarla tabiat ve eşya münasebetleri, hayvanlar, her çeşit olay... Kısaca akla gelen her şey üzerine saz ve halk şairleri ilgi duymuşlardır." (Kemal Zeki Gençosman, Türk Destanları) şeklinde nitelikleri kabataslak belirtilen bu destanlar asırlar boyunca milletimizin bağrından çıkmış sanatkârlar tarafından milletimizin duygu, düşünce, hayal, inanç ve beklentilerini dile getiriyordu.
"Eşkıya Destanı, Cezayir Destanı, Tipi destanı, Budin destanı, Beşiktaş destanı, Kahvesi destanı, Berber destanı, Tembel destanı, Yer-Gök destanı, Züğürtlük destanı, İki evli destanı, Meyveler destanı, Bugün git yarın gel destanı, Tilki destanı, Bit-pire destanı, Arı destanı, Gelin-kaynana destanı..." yüzlercesinden bazıları. Bunların hayatımızda nelere dokunduğuna, dokunacağına kim eğilecek?
Fetih ve Anadolu destanları
Destanlar bundan mı ibaret? Elbette hayır. Hiç kimsenin üzerinde durmadığı ve millet hayatımızın tam da can damarında, ruhunda yer alması gereken ve bizi bu millet yapan bütün değerlerin işlendiği, Anadolu'nun, Rumeli'nin İslamlaşmasının destani bir dil ve ruhla anlatıldığı, Türklerin Anadolu'yu vatan yaptıktan sonra bu coğrafyada üç önemli destan meydana getirmişlerdir. Bunlar Türk kültür abideleri arasında yer alan Battâlname, Dânişmendnâme ve Saltuknâme denilen eserlerdir. Daha sonra Müseyyebgazi Destanları, Ebâ Müslim Destanları, Hamzanâmeler ve bilhassa Hz. Ali Destanları (cenkleri) da bunlara eklenmiş ve Anadolu asırlar boyu dilden dile anlatılan destanlar ortaya çıkmıştır.
Bu destanların bazılarının çıkış kaynağı aslında Arap edebiyatı olmasına rağmen, bunlarda İslam'ın yeryüzüne yayılışını destanî kahramanlıklar vasıtasıyla anlattıldığı, bazı olayların Anadolu'da cereyan ettiği ve sonuçta ila-i kelimetullah mevzuu işlendiği için Türkçeye çevrilmişler, Türk kültür ve inançlarıyla zenginleştirilmişler ve asırlar boyu hemen her mahfilde anlatılarak tamamen bize özgü kılınmışlar:
"Çoğunlukla Osmanlı döneminde yazıya geçen ve şekil alan bu menkabevî metinler, Müslüman Türklerin maddi ve manevî fetihlerini konu edinmesinden ve sade dille vücut bulmasından dolayı, devletin en uzak köylerinden sarayına, ordusundan edebiyat dünyasına kadar her muhitinde ilgi görmüş ve okunmuşlardır" (Battalnâme). Biz el'an bu büyük hazinelerin daha kapaklarını bile açmış durumda değiliz ve çocuklarımızı Harry Potter'larla avutmaya devam ediyoruz. Sonra da çocuklarımızın kültürlerine uzaklıklarından müştekiyiz.
Dünyada çok az benzeri bulunan uçsuz bucaksız okyanus misali destanî anlatılarımız var; kimi kaynaklarda Türk destanları binlerle ifade edilmektedir: "Türk dünyasının bütün destanlarını dikkate aldığımızda herhâlde binin üzerinde Türk destanı ile karşı karşıya kalırız. Bu da Türklerin destan kültürü bakımından ne kadar ileride olduğunu göstermeye yetmektedir"(Battalnâme, Haz: Necati Demir-M. Dursun Erdem). Bu destanlar sanat, edebiyat, kültür, düşünce, tarih, estetik, dünya görüşü, rol model edinme/edindirme serüvenlerimizde kapılarını açacak misafirlerini bekliyor.