İklim krizinin sınıf mücadelesi
Şimdiye değin sayısız filme konu olsa da insanoğlu doğal afetlerle yüzleşmeden durumun farkına yeterince varamıyor. Ne gerilim ne distopik, hiçbir türden filmin anlatamayacağı ölçekte sarsıcı felaketlerle karşı karşıya kalan dünya, son yıllarda iklim değişimlerinden küresel afetlere uzanan ürkütücü süreci yaşıyor, hemen her yeni günde yeni bir doğal felaketin trajik sonuçlarına tanıklık ediyor.
Kötü senaryoların daha kötüleriyle yer değiştirmesi, dünyanın hızla sona doğru gidişine dair kehanetler, komplo teorileri ve bilim insanlarının sonsuz ihtimaller içeren öngörüleri, insanlığı derin bir korkuya sürüklüyor, kamuoyunun konuya dair soruları tatmin edici yanıtlar bulamıyor. Başından beri sinema için cazip bir konu olan doğal felaketlerin bugüne değin çok sayıda yapıma ilham kaynağı olduğu malum. İklim krizinden doğa olaylarının ürkütücü sonuçlarına kadar pek çok açıdan beyazperdeye taşınan küresel alandaki bu değişim ve dönüşüm seyirciden de yoğun ilgi görüyor.
Başta Hollywood olmak üzere, sinemacıların insanlığın sonuna dair öngörü ve tasvirlerinin kitleler üzerinde şu ya da bu şekilde iz bıraktığı da ayrı bir gerçek elbette. Depremler, sel felaketleri, yanar dağ patlamaları ve artan orman yangınlarıyla karşı karşıya kalan dünyanın zor bir süreçten geçtiği bu günlerde, konuyu salt bir afet tasvirinden öteye taşıyıp, olası küresel felaket durumunda insanoğlunun sergilemesi muhtemel davranışları mesele edinen 2013 yapımı, Snowpiercer'ı (Kar Küreyici) farklı bir perspektif sunması açısından dikkate değer bir yapım olarak yeniden hatırlatmak istedim.
Yoksullarla zenginlerin bitmeyen savaşı
2019 yapımı Parazit'le Oscar, Altın Palmiye ve BAFTA başta olmak üzere yılın pek çok saygın ödülünün sahibi olan Güney Koreli yönetmen Bong Joon Ho imzalı Kar Küreyici, Le Transperceneige adlı Fransız çizgi romanından, aynı zamanda senaristi olan Bong Joon Ho tarafından uyarlandı. Yönetmenin İngilizce çekilen ilk filmi olan yapım, küresel ısınmanın yol açtığı kitlesel donma sonrasında yaşananlara odaklanıyor.
Dünyanın buz ve kara teslim olduğu 2031 yılında, durmadan yoluna devam eden bir trende hayatta kalmayı başaran az sayıdaki insanın yaşam mücadelesini konu edinen film, lokomotife yaklaşıldıkça vagonlar arasında yaşanan sınıf farklılıkları ve bu farklılıkların yol açtığı çatışmaları çarpıcı bir dille beyazperdeye taşıyor.
2031 yılına uzanan filmdeki olayların fitilini, 2014 yılında 79 ülkenin ortaklaşa imzaladığı bir anlaşma ateşler. Alınan kararla küresel ısınmaya karşı bir mücadele başlatılmış, atmosfere saçılan ve küresel ısınmayı durdurarak dünyayı soğutması hedeflenen maddeler bir felakete neden olmuş, dünya yeni buz çağına girmiştir.
Felaketin 17. yılında yeryüzünde sadece bin kadar insan kalmış, bu insanlar kar küreyici adlı devridaim makinesi ile çalışan bir trende birlikte yaşamaya başlamıştır. Zamanla insanlar arasında bir sınıf farkı oluşmaya başlamış, bu fark lokomotifi kontrol eden güç tarafından acımasız uygulamaları beraberinde getirmiştir. Trenin kuyruk kısmında yaşayan yoksullar, zaman zaman ayaklansa da bu ayaklanmalar şiddetle bastırılmış, çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Son isyancı Curtis isimli genç adam ve beraberindekiler, yeni bir ayaklanma başlatarak lokomotifi ele geçirmeye çalışır ancak karşı tarafın acımasız müdahalesi yeni trajedilere yol açmıştır. Hızla ilerleyen trende lokomotifle kuyruktaki vagonların sakinleri arasından şiddetli çatışmalar yaşanmaktadır. Her vagon ele geçirildikçe, diğerlerinin yaşadığı konfor karşısında yoksullar büyük şaşkınlık yaşarlar.
Suyu kontrol eden pazarlığı kontrol eder
Parazit'te dikkat çektiği sınıf mücadelesini, 2013'te yaptığı Kar Küreyici'de sert biçimde ele alan yönetmen, olası bir felaketin ardından, insanoğlunun temel bazı kötücül duygularla karşı karşıya kalışı ve muhtemel sonuçları üzerine öngörülerde bulunuyor. Yönetmen, zengin-yoksul ayrımının böylesi bir durumda derinleşerek devam edeceğini savunurken, iktidar mücadelesinin tüm boyutlarıyla yaşanacağına da dikkat çekiyor.
Film, bir trende de olsa sınıflar arası yaşam savaşının tüm şiddetiyle yaşanacağının altını çizerken, seyirciyi yeme, içme gibi en temel ihtiyaçların varlığı ve bu temel ihtiyaçların paylaşımı konusunda yoğun bir muhasebeye davet ediyor. Filmdeki ifadesiyle; suyu kontrol edenin anlaşmayı da kontrol edeceği vurgulanıyor.
Kadınların sınıflar arası rolünden çocuk işçiliğine, emek sömürüsünden sosyal adaletsizliğe değin geniş yelpazeden sosyolojik çıkarımlarda bulunan Bong Joon-Ho'nun eleştirilerinden eğitim sistemi, eğlence sektörü, iktidar sahipleri ve bilim insanları da nasibini alıyor.
Çatışmanın şiddetini arttırdığı sahnelerde, alt metninde küresel güç odaklarına yönelik eleştiriler yönelten film, şart ne olursa olsun gücü elinde bulunduranların yegâne kaygısının sistemi yaşatmak olduğuna işaret ediyor. Sistemin temel yapıtaşlarından birinin eğitim olduğuna dikkat çeken filmin önemli sahnelerinden birinde, yerleşik anlayışın çocukların bilinçaltlarında bir mitin oluşturuluşu ve bu yolla geleceğin kontrol altına alınışı anlatılıyor. Lokomotifi yöneten sistemin kurucusu ve yöneticisi Wilford'un kahramanlaştırılması, yenilmezliği ve sistem yıkılırsa kaosun insanlığı esir alacağı söylencesi çocuklar üzerinde büyük bir etkiye yol açarken, oluşturulan korku ikliminde büyütülen çocuklar sisteme entegre olarak pasifize ediliyor.
Afet mi acımasız, insan mı?
Filmin temel aksı olan ayaklanmayı hemen her yönüyle ele alan Bong Joon-Ho, küresel güçlere yönelik salvolarını finale doğru arttırıyor. Trenin lokomotifini idare eden Wilford'un dilinden sert eleştiriler yönelten usta yönetmen, trendeki insanları birbirine karşı şartlandırarak sistemi ayakta tutan erke dikkat çekiyor. Tren hangi şartla olursa olsun yoluna devam edebilmeli, bu uğurda ezilenler ezilmeli, müreffeh hayatlarına devam edenler trenin asli sakinleri olarak yaşamlarını sürdürebilmeliler. Bu uğurda var olan karışıklıkları kontrol eden Wilford, ihtiyaç duyduğunda dengeyi sağlamak amacıyla kaosu yönetir, daha da ileri giderek denge adına yeni kaos üretir. Bir grubu bir başka grubu yok etmek için kullanan sistem, yeri geldiğinde baştakilerin kuyruktakilerle iş birliği yapmasını gerektirir. Zira Wilford'a göre kuyruktakiler olmadan bu sistemin çarkları dönemeyecektir.
Yine filmdeki ifadesiyle "hayatı devam ettirmek için yeterli seviyede endişe ve korku duymalıyız. Eğer yoksa bunu icat etmemiz gerekir." Sıklıkla pencereden şahit olunan manzaralar, donmuş dünyanın kar ve buzla kaplı trajik halini özetlerken filmin finalinde yaşanan sürpriz gelişmeler, dünyanın geleceği konusunda yönetmenin tavrını ortaya koyarken, seyircinin dikkatini bir kere daha tabiatın asli değerlerine çeker.
Hollywood klişeleri ile örülmüş olay örgüsü ve karakterler, yer yer ölçüsüz romantizm, Batı tarzı kahraman miti, Amerikan usulü mizah vb. özellikleriyle yönetmenin coğrafyasına yabancı öğeler de barındıran film, başyapıt olmaktan uzak kalsa da dikkat çektiği noktalarla seyirlik olmayı hak eden bir yapım. Ve son olarak, başroldeki Chris Evans'ın vasat oyunculuğunun aksine, filmin kötü karakterlerini canlandıran Tilda Swinton ve Ed Harris'in ışıldayan performanslarını anmakta yarar var.